- 313 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Geçmişin Tortusu - (Tiksintinin İçinden Bir Kesit)
Sıklıkla gördüğüm bir kâbustu bu: aydınlık bir günde, oraya nasıl gittiğimi ve neresi olduğunu bilmediğim bir kentin tertemiz sokaklarında yürüyor, yürüyordum. Kentin güzelliği, ahengi, armonisi gözlerimi kamaştırıyor; bir sokağından çıkıp başka bir sokağına giriyor, bir dükkânından çıkıp ötekine seğirtiyordum. Caddelerinde, kim olduklarını bilmediğim insanlarıyla konuşuyor ve tüm bunların ardından, gün batarken; kenti çevreleyen geniş, sarımtırak çayırlıklarına uzanıyor, yüzümü gurupta kaybolmaya yüz tutan kızıllıklara çevirip büyük bir iç huzuruyla uykuya dalıyordum. Bu öylesine bir uykuydu ki; kentin güzelliklerini dahi bana unutturuyor, beni düşlerin içine atıp hayalin içinde başka bir hayale katıyor, yol ayrımlarının içinde varlığını unutan yahut hiç anımsamayan bir gezginin dingin ve memnun ruhuna benzer bir ruh haline sokuyordu. Uykum o en kesif noktasına vardığında, patlamalara, çığlıklara, gürül gürül çağıldayan suların seslerine uyanıyor, korkuyla, yüzümü seslerin geldiği yöne, şehire, dönüyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Fakat bu çabam nafileydi. Üzerindeki sis, zeminindeki tortu öylesine bozbulanık bir havayla sarmalamıştı ki kenti, ne bir şey görebiliyor ne de anlayabiliyordum. O zaman; belki birini kurtarır, belki kötü bir duruma mani olabilirim diye panik içinde, canhıraş kente koşuyordum. Fakat bu koşu da nafileydi, hiç bitmiyordu. Önümdeki sararmış çayırlıklar hiç tükenmiyor, işittiğim sesler hiç kesilmiyordu. Ne kadar koştuğumu bilemeden nefes nefese kalıyor, olduğum yerde durup avuçlarımı dizlerime dayayarak soluğumu düzene sokmaya çalışıyor ve o an her yanımın küle, toza, tortuya bulandığını fark ediyor, üzerime yağan enkaz parçalarından kurtulmak için sağa sola sıçrıyordum. Önceleri bu korkunç rüyanın tam bu noktasında uyanıyor, gözlerimi, pencereden sızan loş ışığın aydınlattığı ahşap köşelerde gezdiriyor, o çok sevdiğim odamda, sığınağımda olduğumu kavrıyor; bu güven hissiyle niçin böyle bir rüya gördüğümü, bu rüyayı neye yormam gerektiğini anlamaya çalışıyordum. Fakat bu da nafileydi. Dakikalar sonra tekrar uyumak için gözlerimi kapıyor, cenin pozisyonuna geçip büzülüyor ve yatağımda küçülüyordum. Beni rahatlatan tek şey, orada, o odada oluşumdu.
Çocukluğumun geç dönemlerinden bu yana memlekette olduğum zamanlarda, babamın hasta yatağının serili olduğu o odada yatardım. Okul için oradan ayrılmak zorunda kaldığımda; kendimi kabuğundan ayrılmış bir kaplumbağa gibi yersiz yurtsuz hisseder, savunmasız olduğumu düşünür, bin kat giyinmiş olsam da, yaz ayının o en kavruk günleri olsa da üşür, dönüp gideceğim günü iple çekerdim. Hatta misafir geldiğinde; yattığım odayı ona devrettiğim gecelerde, ülkesine ihanet etmiş bir hain olduğumu; sabah olup odanın kapı eşiğinde belirdiğimde, iltica talebinde bulunan bir mülteci gibi, süklüm püklüm, yakarır gözlerle ilgili makamlara yalvaracak sığınmacıların o ürkek edasıyla kafa kâğıdımı yetkililere uzatarak aman dileyeceğimi düşünürdüm. Sanki duvarlar dile gelerek, bir bana bir de uzattığım hayali belgelere bakarak; “Sen ülkene ihanet ettin. O yüzden bu sınırdan geçemezsin.” deyip, beni, gerisingeri çevireceklermiş gibi gelirdi. Memleketten ayrılacağım zamanlarda, sürgüne yollanan bir siyasi suçlunun, hasretini giderebilmek için yanına aldığı fotoğrafları gibi, ben de, odanın çeşitli açılardan çekilmiş fotoğraflarını yanıma alır; sürgün akşamlarında memleketim diye benimsediğim o ahşap odaya olan hasretimi onlara uzun uzadıya bakarak giderirdim. Kiriş ve tahtalarındaki her bir lekeyi, ahşap giymelerin arasındaki her bir açıklığı, pencere karşısındaki duvarın güneşten sararan yüzeyinin her santimetre karesini ezberlemiş ve ülkem diye tarif ettiğim bu odaya birtakım coğrafi şekiller izafe etmiştim. Odanın güney cephesinde büyükçe bir pencere, gökyüzünün engin maviliklerini imbikten geçirircesine odaya taşır; gündüz güneşi, geceleri de ay ve yıldızları seyir için bir teleskop vazifesi görürdü. Bu yüzden orası benim göyüzümdü. Çoğu gece perdeleri açar, sosuz büyüklükteki fezaya bakıp, hiç bitmeyecek hayaller kurardım. Kiminde bir uzay yolcusuydum, kiminde bir astronot. Bazısında bir uçak pilotuydum, bazısında pelerinli bir süper kahraman… Pencerenin tam karşısında, sağında ve solunda iki kirişle ayrılan, güneşin çayırlarını sararttığı geniş bir vadi hayal etmiş, bu koyakta benek benek beliren açık kahverengi ağaç lekelerini, sararan otların arasından başlarını kaldıran ceylanlar gibi düşlemiştim. Bu geniş vadinin solunda, hiçbir suretle güneş görmediği için her daim koyu siyah duran ahşap, soldan sağa uzanır vadinin sınırına kadar varan ve gittikçe yükseltisi azalan sarp sıradağlarıyla serin meltemleri vadiye taşırdı. Aynı vadinin sağında, daha az güneş aldığı için mavi, yeşil, mor, kırmızı, eflatun renkleriyle dolu, bir kaleydoskobun içini andıran köşeyi, geceleri ışıkları yanan rengârenk şehirlerden biri varsayar, ahşabın kat kat göründüğü yerlerinde gökdelenler, devlet daireleri, yönetim birimleri varsayardım. Bu şehrin sağında bembeyaz bir kapı, şehrin üzerine kar kornişi gibi uzanır, yer yer vuran güneş ışıklarıyla hare hare parlardı ve ben tüm bunlarla beraber daha fazlasını, bu akşamlarda resimlere baktıkça betimler, sıla hasretimi törpülerdim. Öyle ki; ışıkları kapatsam bile, odanın her bir detayını en ince ayrıntısına kadar hatırlar, gözlerimi yumduğumda dahi o detaylarla tasvirler yapmaya devam eder ve kendimi öylece gecenin koynuna emanet ederdim. Bazı geceler olurdu ki; fotoğraflar, içimdeki özlemi bastıramaz, yatağımda sağa sola döner, içimde kabaran öfkeyle, bin bir güçlük içinde çarnaçar gözlerimi yumardım. Uykuyla uyanıklık arasında gidip geldiğim böylesi gecelerde; o zamanlar asla hatırlayamadığım ama tiksintiyle mücadele ettiğim zamanlarda gördüğüm rüyaların bana onları anıştırdığına inandığım kâbuslara benzer karabasanlara gark olur, sabaha karşı, Fransız pencereden içeri doluşan köpek sesleriyle kan ter içinde uyanarak; ağız dolusu küfürler savurup, bir dahaki sefere o duvarlardan bir parça söküp getireceğime dair yeminler savururdum. Sabah olduğu zaman, yüzüm soğuk betona dönük vaziyette uyanır; göremediğim ahşap döşemeleri anımsar, üzülür, sabaha karşı ettiğim yeminleri tutacağıma dair daha başka yeminler ederdim. Fakat ne vakit memlekete gitsem, bu yeminlerin hiçbirini anımsamak istemez, aklıma geldiklerinde de; “Ağız alışkanlığıyla edilmiş küfürler gibi, boş ve anlamsızlar.” deyip, verdiğim sözleri yerine getirmekten ısrarla kaçınırdım. Çünkü orası benim için Tanrının mabedi gibi kutsal, dünyanın en güzel ülkesi gibi dokunulmaz ve özeldi. Ona atfettiğim kutsiyet öylesine büyüktü ki; ona zarar verecek herhangi bir eylemi yapmaktan kendimi men eder, ziyaret bitip ayrılma vakti geldiğinde, her defasında bir öncekinden daha fazla fotoğraf çekerek kendimi kandırır ve yola öyle koyulurdum.
Hiç şüphe yok ki, o odayı seçişimin, orayı bir memleket, bir mabet belleyişimin rüyada gördüğüm, üzerime bulaşan is lekeleriyle bir ilişiği, illiyet bağı vardı. Bu bağ, herhangi bir duygunun zihnimde çağrıştırdığı alelade nedensellikten öte; bazen bir geminin çapası gibi; beni sürüklenmekten alıkoyan, bazen bir dağcı kancasına bağlı kuvvetli bir halat gibi doruk noktalara çıkmamı sağlayan ve beni, yaşadığım ana bağlayıp, sürüklenmekten, düşmekten kurtaran emniyet hattıydı. Bu hattın ait olduğu kirişlerden bazıları, bu odada bulunuyor ve üzerlerinde, benim ülkem dediğim o medeniyet yükseliyordu. Kuşku götürmez, bu medeniyetin en kıymetli yanı, benim yüzümü dönüp yattığım, rüyamda gezip dolaştığım, babamınsa, hastalığı boyunca sırtını yaslayıp yarı oturur vaziyette ölümü beklediği, o renkli şehrin olduğu köşeydi. O dönemlerine ait birkaç fotoğrafında, gücünün henüz tükenmediği dönemlerde, onu ahşap duvara yaslanmış halde, terli ve sıkılgan bir vaziyette fotoğraflamışlardı. Bu pozlarında ekseriyetle, yüzünün sağ yanını gösterir, hafif yukarı kaldırdığı üst dudağıyla, tıpkı bir askerin silahında kalan son mermiyi yakması gibi, o da hep o mahzun ama vakarlı gülüşünü son gülüşüymüş gibi fırlatırdı. Bakışlarında, bir şeyler söylemek isteyen ama söyleyecek gücü olmadığı için, susmak zorunda kalan insanların bezgin edasıyla objektife bakar, çökük omuzlarına bağlı uzun kolları marpuçlar gibi gergin, sağa sola kayardı. Üzerindeki mavi beyaz çizgili entarisinin omuz, gerdan ve boğaz kısmında, ter lekeleri, pencereden vuran ışığın etkisiyle parıldardı. O mahzun ve bitkin hali öylesine kazınmıştı ki bilinçaltıma, çocukluğumun geç dönemlerinden başlayıp, üniversite yıllarımın sonuna değin; terinin ve kokusunun sindiğini düşündüğüm o köşe başına, ondan bir parça taşıdığı düşüncesiyle ayrı bir sevgi besler olmuştum. Bence, el bıçkılarıyla planyalanarak kestane ağaçlarından çıkarılan tahtaların kavisli halkaları, ağacın yaşını gösterir halkalar değil, terinin bıraktığı lekelerdi ve ahşabın yaydığı o muazzam sert koku da terinin kokusuydu. O yüzden başta o köşe olmak üzere, ayrılmak istemediğim o ahşap oda, benim gözümde, sevdiğim kokuyla dolu bir şişe gibiydi. Sırf o kokuyu kaybedeceğim korkusuyla, odanın kapısını, penceresini açmaya çekinir; bu kokunun uçup gideceğini düşünür ve kokusunu sonsuza dek kaybedeceğim babamın, fiziki varlığının asıl o zaman öleceğini düşünürdüm. Haliyle bu düşünce ödümü koparır, odayı bir askerin kalesini muhafaza edişi gibi muhafazaya kalkışırdım. Çeşitli kimyasallarla odayı temizlemeye koyulduklarında, kovalarını alıp kaçarak, benzerlerini saklayarak direnir; sonunda temiz bir dayak yiyerek, ağlaya zırlaya bu kıyıma boyun eğer ve iş bitinceye kadar evden defedilirdim. Takip eden günlerde, haftalarca o ahşap kokularını duyumsayamaz; kendimi hiç bilmediğim bir coğrafyaya atılmış gibi yapayalnız hisseder, odanın içinde, yersiz yurtsuz dolaşan bir seyyah gibi dolaşıp dururdum. Günler sonra, ahşap kokusu belli belirsiz kendini hissettirmeye başlayınca, günlerce dolaştığım yaban ellerden çıkmak üzere olduğumu, kendi topraklarıma yaklaştığımı ancak o zaman hisseder; kokusuyla kucaklaşacağım, dağlarıyla, ovalarıyla, bereketli topraklarıyla yeniden bakışacağım düşüncesiyle sevinçten havalara uçardım. Burada daha çok zaman geçirdiği ve burada öldüğü için, babamın sesinin ahşap döşemeler arasındaki ince boşluklarda saklandığına, hudutlarına yaklaştıkça, tarla kuşlarının, ispinozların, kızıl gerdan kuşlarının kanat çırpışlarını, tatlı şakıyışlarını işitir gibi; babamın da sesini işiteceğime dair büyük umutlar beslerdim. Bu ümitler, oda tamamıyla eski kokusuna ve düzenine kavuştuğunda da devam ederdi. Bilhassa geceleri, sırf bu batıl inancım yüzünden, herkes yatıp el ayak çekilince, kulağımı ahşap giydirmelere dayar, soluğumu uzun uzun tutar ve köşeleri dinlerdim. Fakat maddenin şaşmaz entropi yasası burada da işler, duymak istediğim tınılar yerine, yaz aylarının sıcak, kavruk günlerinde, genleşen tahtaların çatırdayan seslerini, kış aylarında da şah damarımda akan kanın coşkun çağlayışını iliştirirdi kulaklarıma. Ancak bu inkisarlar hiçbir zaman cesaretimi kıramazdı. Çocukça bir inat ve ısrarla dinlemeye devam eder, saatler ilerledikçe, uykuya direnmeye çalışan gözlerim mağlup olur, kendimi, sessizce, uykunun şefkatli kucağına bırakırdım. Gece boyu hiç mi kıpırdamazdım, yoksa sürekli olarak denk mi gelirdi bilmem ama sabah olup ayıldığımda; yüzüm daima köşeye dönük uyanmış bulurdum kendimi ve bu bana büyük mutluluk verirdi.
Şimdilerde de aynı odada ve aynı kanepede yatarım. Annemden ve arkadaşlarından, hastalığına dair bu zamana kadar çok fazla hikâye dinledim. Bu nedenle, o tahtaların üzerindeki izler, aralarındaki ince açıklıklar eskisi gibi iyice şeyleri çağrıştırmak yerine, daha çok acıyı ve ölümü hatırlatırlar bana. Annemin anlatılarıyla; hastalığının o en ağır dönemlerinde, yalvaran gözlerle bakıp, “ Bir bıçak getir, kafamı kesip at. Kurtar beni bu ağrılardan.” deyişini; uzun süre yatmaktan ve kanserin yiyip bitirdiği etlerinden sonra kemiklerine dadanmasıyla, rahatsız bedeninin annemin kucağında başka bir odaya taşınışını, fakat daha somyaya henüz konulmuşken huzursuzlanarak, “Al beni buradan! Al beni!” diye bağırışını, sonra aynı rutinle getirilip eski yerine yatırılışını canlandırırım gözümde. Eğer ki; sesi sıkışıp kalmışsa bu ahşap döşemelerin arasında, o sesin tınısında barındırdığı şeyin acı olduğunu, o köşelere sinen kokunun, terinden ziyade, bu acının kokusu olduğunu bilirim. Bu yüzden artık çekinerek dinlerim köşeleri; sürekli açık tutmaya çalışırım kapı ve pencereleri. Bir arkadaşının söylediğine göre, öldüğünde öylesine zayıflamıştı ki, kemik ve deriden oluşan baldırlarını avucunuzla sarıp kavrayabilir, kemiklerini avucunuzda ufalayabilirmişsiniz. Derisi öylesine beyazlamış ki, nefesine doyamadığı için, kanındaki karbondioksit oranı artmış ve bu yüzden koyu kırmızıya çalan damarları; zayıf, beyaz cildinin üzerinde akıp giden cerahatlara benzer, ırmaklar oluşturmuş. Başka bir arkadaşının anlatısına göre, hastalığı henüz birinci evresindeyken, daha sonra bana yadigâr kalacak çizgili takım elbisesini ve kahverengi rugan ayakkabılarını giyerek dolaşmaya çıktığı köy sokaklarında, önce derin öksürük nöbetlerine tutulur; dört, beş dakikada dinecek olan bu nöbetler esnasında, beyaz mendilini dudaklarına dayayıp ağzına dolan kan ve ciğer parçalarını siler, sonra da işe yarar tek takımı olan üzerindeki elbiseye kan bulaşıp bulaşmadığını kontrol ederek, dermandan yoksun ayaklarıyla, öksüre dinlene bir saatte eve varırmış. Bir başka arkadaşı ise, ölümüne son iki ay kala, yüzünün aldığı şekli tarif ederken, çektiği dehşet verici acıyı da tarif ediyordu aslında. Vücuduyla beraber çöken yüzünde, gözleri göz çukurlarında can suyu çekilmiş kuyuların diplerindeki simsiyah taşlar gibi kalmış, bakışlarında donuk ve tekdüze bir ifade, çektiği acının tesiriyle birleşerek, can çekişmekte olan insanların son anlarındaki o bir şeyler söyleyecekmiş gibi duran ifadesine bürünmüştü. Arkadaşının bahsini ettiği ifade, çekildiği fotoğraflardaki pozlarında, benim de yakaladığım yüz ifadesine benzer bir ifadeydi. Yine dediğine göre, çenesinin kafatasıyla birleştiği noktalarda, kemikler öyle belirginleşmiş ki; bembeyaz derisi, kemiklerin üzerinde bir kefen gibi kalmıştı. Avurtları çökmüş, normalde geniş olan çenesini sivri bir ak kaya gibi ortaya çıkarmış, saçları gibi çoktan beyazlamış sakalının son birkaç teli, ölüme direnmek istercesine inatla, yanağına kök salmış. Normalde irice olan burnu erimiş, incelmiş ve yüzünün ortasında bir ayraç gibi durarak; çehresindeki bu bütüncül ifadeyi keskin bir biçimde ikiye ayırmış. Hakikaten, fotoğraflarını incelediğimde, söylendiği gibi, burnunun, yüzündeki ifadeyi ikiye böldüğüne, bir farkla, ben de kani olmuştum. Yüzünde sanıldığı gibi yekpare bir ifade yoktu. Çehresinin sağ ve sol kısımlarında beliren iki farklı ifade, siyahla beyaz gibi, ölümle yaşam gibi duruyor; sağ yanı izaha muhtaç bir mit, çözülmesi gereken bir sır gibi bakarken, herkesin anlayabildiği, bitmişliğin, tükenmişliğin getirdiği ölgün bir ifade, sol yanında kendisini açık ediyordu. Hastalığının ne olduğunu, onu hangi sona sürüklediğini bilen; onu ağrılarından kurtaracak, huzura eriştirecek ölümü beklerken takındığı ifadeydi bu. Gireceği yeni evren için herhangi bir endişe duymayan, kendini ona hazırlamış, her şeyiyle mutlu ve tatminkâr bir insanın vakur ifadesiydi. Ne ölümden ne de onun getirdiği belirsizlikten korkmadığı, bu yüzden büyük bir iç huzurla onu beklediği aşikârdı. Belki de o, benim aşmak isteyip de aşamadığım ama sınırlarında dolaştığım o majik eşikleri aşmıştı. Çünkü bu yüz ifadesinin üzerindeki ince perdeyi aralarsak, -hastalığının verdiği fiziksel acıları dikkate saymazsak- ona vaat edilen cennetin kırlarında dolaştığı, sonsuz ırmaklarına dalıp çıktığı, aklına gelmeyecek nimetleri tadarak sonsuzluğu yaşadığı fikrine kapılmamamız işten bile değil.
Hastalığıyla ilgili anlatılan bu hikâyeleri ilk defa altı yaşımdayken duymuştum. Büyüklerin ölüler ve hastalar hakkındaki konuşma merakının nereden geldiğini anlayamayarak, bir çocuğun tahayyülünü aşan, onu bilmediği birtakım güçlerle karşı karşıya bırakan bu acayip betimlemelerle karşı karşıya kalmıştım. Kısıtlı hayal gücümle, yetmeyen imgelemimle anlatılan çehreyi ve vücudu tahayyüle kalkışmış, zihnimin bana koyduğu o anki sınırlar itibariyle, babamı, çarpık çurpuk vücuduyla, kemikli yüzüyle mitolojik bir anlatıdan fırlayıp gelen acuzelerin eril haline benzetmiştim. Öyle ki bu yaratık, sıklıkla kendini tekrar eden bir kâbusa neden olmuş ve kâbusların neticesi olarak da, okula başladığım yıllarda, önlüğümün cebine sıkıştırılan mendilden iğrenmeme, onu, köyün çöplük olarak kullandığı ve okula çok da uzak sayılmayacak izbe ormanlık alana atma alışkanlığını doğurmuştu bende. Bunu huy edindiğim ilk zamanlarda, attığım mendilin yerine yenisi alınır, bir daha kayıp etmemem hususunda sıkı sıkıya tembihler verilir, bu tembihler bana temrin ettirilirdi. Fakat ben daha o zamanlar, bilinçli olmasa da, geçmişin enkazı olarak simgelediğim bu nesneyi reddeder ve bu enkazı kaldırmak, ondan kurtulmakta ısrar ederdim.
Fakat tabiatı itibariyle, geçmişten kurtulmak o kadar kolay değildi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.