- 452 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
OF DİRENİŞİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Diyeceksiniz ki nereden aklına geldi Of Direnişi. Bazen tarihin pek bilemediğimiz sayfalarını açmakta yarar vardır. Bizler pek açmadığımız için, başkaları işine geldiği gibi sık sık açıyor tarih sayfalarını. Biraz da biz aralayalım dedik.
Bildiğiniz gibi Of, Trabzon’un şirin ilçelerinden biridir. Çoğumuzun aklına Oflu Hoca fıkraları gelir burayı duyduğumuz zaman. Benim belleğimde de Of, fıkraları ve kabadayılarıyla ünlüdür. Doğu Karadeniz’in bu çatık kaşlı ve bir o kadar da sevimli fakat bıçkın insanlarının 1. Dünya Savaşı yıllarındaki direniş öyküleri de tıpkı fıkralardaki gibi düşündürücüdür.
1916 yılının Mart ayı. Ruslar, Rize’yi işgal etmişlerdir. Osmanlı Ordusu Sarıkamış faciasından sonra bu bölgede iyice zayıflamış, bölgenin savunması neredeyse yerel milis kuvvetlerine ve birkaç subayın etrafında toparlanan askeri kuvvetlere kalmıştır. Bu subaylardan biri de Avni Paşa’dır. Düşmanla savaş hazırlıkları için Of’a gelen Avni Paşa’nın Of ileri gelenlerine söylediği sözler hayli ilginç ve ilgi çekicidir:
“Burada düşmanlarımla harp edeceğim. Askerlerimle birlikte olup harp etmek isteyenlere silah vereceğim. Harp etmek istemeyenler olabilir, onlar da askerlerim için cephane taşısınlar. Bunu da yapamayanlar olursa askerlerim için istihkâm kazsınlar. Bunu da yapamam diyen olursa askerlerime dua etsinler. Bunu da yapamam diyenleri vallahi asarım, billahi asarım.”
Avni Paşa’nın bu ilginç söylemi bölgede etkili olmuş, halk top yekün savunmaya geçmişti. Ordulu Binbaşı Ziya Bey ve Giresunlu Topal Osman da bu bölgede savaşan kahramanlardı. Bütün bunlar yörede savaşı kazanmaya yetmedi. Rus birlikleri Harşit Çayı’na kadar dayandılar. Ruslardan çok Rum ve Ermeni çeteleri Doğu Karadeniz Bölgesindeki köyleri yakıp yıktılar. Ruslar çekildikten sonra bölgede Rum ve Ermeni çeteleriyle Türk milis kuvvetleri baş başa kaldılar.
Of kökenli Hacı Ahmet Mutlu’nun anılarına gidelim:
“Uzun savaş yıllarından sonra geri döndüğümde devlet bitmiş, her tarafta çeteler türlü katliamlar yapmaktaydı. Halkı koruyacak jandarma da kalmamıştı. Asker zaten terhis edilmişti. Köyüme geldiğimde evimi bulamadım. Çünkü evim yakılmıştı. İçerde yaşlı anam ve babam ile karım ve bir çocuğum vardı ben askere giderken. Şimdi “ bunlar nereye gitti” diye sorduğumda herkes başını eğmiş cevap veremez durumda idi. Zaten herkes dediğim de birkaç yaşlıdan ibaret idi. “Neredeler?” diye bağırdığımda “başın sağ olsun” dediler. “Hangisi öldü?” dediğimde aklımdan geçen yaşlı babamdı. “Babam mı?”dedim “evet” dediler. “Ya diğerleri? Dediğimde “onlar da” dediler. Başımdan sanki kaynar sular dökülmüştü. Bağırarak sordum: “Kim öldürdü onları?” diye. “Pontus çetecileri” dediler. Şimdi sadece Pontus Çetecileri hedefimdi ve kendimi çok kısa sürede Topal Osman’ın çetesinde buldum. Bundan sonra da bulduğum hiçbir Rum ve Ermeni çetesini affetmedim. Ama neye yarar. Bütün dünyam yıkılmıştı bir kere…”
Savaşlar, bu tür öykülerle doludur. Hele bizim ülkemiz gibi işgale uğrayan ülkelerde savaşın bedelini sadece savaşan askerler değil, çoluk çocuk, genç ihtiyar bütün halk toptan öderler. Ölenlerden geriye kalanlar da bu bedeli yıllarca ödemeye devam ederler.
Oflu Hacı Ahmet Mutlu’nun ülkesi işgal edilmeseydi, babası, anası, karısı ve çocuğu işgalciler ve onların beslemesi çetelerce öldürülmeseydi o bir “ölüm makinesi” olmayacaktı.
1915 olaylarını sorgulayanlar, savaşan insanları değil, savaşa neden olanları ve insanları birer ölüm makinesi haline getiren sebepleri irdelemeli ve yürekleri yetiyorsa bu savaşları çıkaran emperyal güçlere karşı durmalıdırlar. Aksi halde sadece “sahiplerinin sesi” oluverirler.
Nazım Hikmet, “Kurtuluş Savaşı Destanı” adlı eserinde kırsalda yaşayan insanların günü geldiğinde ve damarlarına basıldığında nasıl kişilik değiştirerek gözünü budaktan esirgemeyen birer kahralana dönüştüklerini, yeni bir kimliğe büründüklerini anlatır;
“Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atılınca ileri bir dehşet aldı Anteplileri,
Seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yendiler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı gibi korkak olana:
KARAYILAN dediler.”
En sıradan insanlar bile savaşlarda birer ölüm makinesi kesilirler. Savaşın karakteri böyledir.
Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ne anlamlı söylemiş; “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.