- 790 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
MÜBADİL ÇOCUĞU
1980’li yıllardı. Ordu-Mesudiye’de Halk Eğitimi Merkezi Müdürü olarak çalıştığım sırada halk kültürüyle ilgili çok çeşitli inceleme ve araştırmalar yapmıştım. En çok da mübadeleden önce bu yörede yaşamış Rumların yaşam biçimleri ve kültürlerini merak etmiştim. Gerçi bizim köyün bitişiğindeki Çağman Rumları hakkında geniş bilgiye sahiptim. O yılları yaşamış insanlar hâlâ sağdılar ve bizlere geçmiş olayları aktarabiliyorlardı. Rumların bizim Türklere göre mimari ustalıkları, demir ve bakır işlemeleri, ticari faaliyetleri çok ileri düzeydeydi. En azından yaşamış insanların anlattıklarından ve onlardan kalan kalıntılardan bunları anlıyordum. Bağ bahçe ve ağaç aşılama işinde de çok usta imişler. Nitekim geçmişte Rumların aşıladıkları Mesudiye’nin Fiyez ve Muzadere mahallelerindeki armutlarının tadı hiçbir yerde bulunmayan bir aromaya sahiptir.
Mesudiyeli mübadillerin 1924 yılı sonbaharında buradan ayrılmalarıyla ilgili de birçok hikâye biliyordum. Bunları, o yıllarda Maden Jandarma Kumandanı olan ve mübadillere Gölköy’e kadar refakat eden Serpinli Tevfik Başarslan’dan dinlemiştim.
Tevfik Başarslan’ın köyü Serpin’den ilginç bir olaya da tanık olmuştum. Bir gün Kaymakam Hasan Ersan telefon ederek makama kadar gelmemi istedi. Ben de hemen kaymakamlığa gittim. Makamda Serpin köyünden İsmet Başarslan ve iki yabancı oturmaktaydı. Beni tanıştırdılar. Bu kişilerin 1924 yılında Mesudiye’nin Serpin köyünden alınarak Yunanistan’a gönderilmiş mübadiller olduğunu söylediler. İkisi de yetmiş yaşın üzerinde görünüyordu. İsmet Başarslan bu mübadillerin köylerinde “Hasan” adlı bir kardeşlerinin kaldığını belirtiyordu. Hasan, mübadele sırasında iki yaşındaymış. O sırada ateşli bir hastalığa tutulduğu için yolculuğa dayanamayacağını, bu nedenle de burada bir aileye evlatlık verilmesini istemişler. Çocuğun anne ve babası da çocuklarının ölmesini istemediklerinden bir aileye bırakmışlar. Hatta giderken içlerinde Hasan’ın da bulunduğu bir resim çektirmişler. Resim şimdi kaymakam ve iki mübadil tarafından inceleniyordu. Kaymakam Hasan Ersan, benim Serpin’e gitmemi ve o mübadillerden kalan Hasan’ı alıp kaymakamlığa getirmemi söylüyordu.
Makamdan dışarı çıkınca İsmet Başarslan, kulağıma fısıldadı; “Hasan dayıya bizim köyde ‘“Gâvur Hasan’” derler” dedi. “Sen münasip bir dille kaymakamlığa gelmesini söylersin. Ben gidersem şüphelenip gelmeyebilir. Kaymakam bey seni onun için çağırdı”.
Kaymakam Bey zaten köylerdeki birçok sorunun halledilmesi için Halk Eğitimi Merkezi Müdürü olarak beni görevlendirirdi. Bu olayda da bana durumu makamda anlatmıştı.
Serpin’e doğru yola çıkarken Mesudiyeli mübadiller ile ilgili duyduklarım aklıma geliyordu. Mesudiye kazasında Kurtuluş Savaşından önce 19 Rum, bir de Ermeni köyü vardı. Bu köylerde yüzyıllarca Müslüman ve Hıristiyanlar cami ve kiliseler ile bir arada huzur ve mutluluk içinde yaşamışlardı. Gerek savaş yıllarında ve gerekse savaştan önce Mesudiye halkının ileri gelenleri Hıristiyanları çeşitli saldırılara karşı korumuşlar ve hatta Osmanlı yönetim merkezine bu konularda dilekçeler bile vermişlerdi.
Mübadiller için kuşkusuz doğup büyüdükleri vatan toprağından ayrılmak, köklerinden kopmak demekti. Yaşadıkları toprakları asla gönüllü olarak terk etmek istememişler, ancak devrin şartlarına razı gelmek zorunda kalmışlardı. Gittikleri yerde de rahat değillerdi. Yunanistan’a giden Rumlar da Yunanlılara göre, giyim kuşamlarıyla ve kültürel açıdan ve hatta konuştukları dil açısından tam anlamıyla “Türk”tüler. Aynı şekilde oradan gelen Müslümanlar ise Anadolu’da “gâvur” olarak adlandırılıyordu. Dolayısıyla mübadiller her iki yerde de; geldikleri yerde de yerleştikleri yerde de zaten “öteki” idiler.
Kaymakamlığın cipiyle Serpin’e gittim. Hasan dayıyı bulduk. Onu ilk kez görüyordum. Altmışlı yaşlarında sevimli bir insandı. Kendisini Kaymakam beyin çağırdığı söyledim. “Niye ki?” dedi. Ben de, “Sanırım İstanbul’dan akrabaların gelmiş, seni görmek istemişler” dedim. Mübadilden bahsetmiyordum. Biliyorum ki hayatı boyunca namazında niyazında bir adam olarak yaşasa da, bu topraklarda bir gayrimüslimden doğduysanız adınız “gâvur”a çıkar. Nitekim Hasan Dayı kendisine “Gâvur Hasan” denildiğini biliyor ve öyle söylenmesine de çok içerleniyordu. Hep bu iç dünyasındaki karmaşık duygularla yaşamını sürdürmüştü. Biraz ısrardan sonra Mesudiye Kaymakamlığına gitmeyi kabul etti.
Kaymakamlıktaki karşılaşmayı ben de merak ediyordum. Bu bir trajedi idi. Yaklaşık altmış yıl sonra bir ailenin fertleri birbirlerini yeniden göreceklerdi. Makama girdikten sonra Hasan ve gelen iki kişi bir müddet birbirlerini süzdüler. Daha kaymakam durumu açıklamadan mübadillerden bir tanesi ayağa kalktı ve Hasan’a sarıldı. “Kardeşim” diyordu. Hasan kurtulmaya çalışsa da bir müddet sarılı kaldılar. Mübadillerin ikisi de ağlıyordu. Benim de gözlerim yaşardı. Kaymakam bey ayağa kalkarak araya girdi. Hasan’a dönerek: “Bak Hasan dayı” dedi, “bu arkadaşlar Yunanistan’dan gelmişler. Merak etme seni götürmeyecekler. Sen zaten bu ülkenin vatandaşısın. Çoluğun çocuğun var. Ancak bunlar senin ağabeylerin. Bak istersen sana anne ve babanın ve senin de içinde bulunduğun bir resmi gösterelim.” Kaymakam resmi gösterdi. Hasan bir türlü kabullenmiyordu. Aslında kendisini evlat edinen ailede de bu resim vardı. Ona yüzlerce kez bakmış ve evindeki eşine ait sandıkta o resmi saklıyordu. Kaymakam Bey’in epeyce ikna edici konuşmasından sonra üç kardeş birbirlerine sarıldılar ve hiçbir şey söylemeden epey bir süre ağladılar. Biz de ağlıyorduk. Mübadil çocuğu Hasan, kardeşlerini kabullenmişti.
Aslında mübadillerin de hüzünlü hikâyeleri vardı. Nereye gitseler dışlanmışlar, “öteki” olmuşlardı. Şu dörtlük onları ne güzel anlatıyor!
“Gerçi Rum isek de Rumca bilmez Türkçe söyleriz
Ne Türkçe yazar okuruz ne de Rumca söyleriz
Öyle bir mahlud-ı hattı tarikatımız vardır
Hurufumuz Yunanice Türkçe meram eyleriz.”
Sonradan duyduğuma göre mübadillerden birisi hastalanıp İstanbul’a tedaviye gelmiş. Hasan o ağabeyini ziyarete gitmiş. Haberleşmeleri ağabeyleri ölünceye kadar da devam etmiş.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.