- 337 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
M E L E K
Akşam saatleri iyice şiddetlenen kar yağışı, her tarafı bembeyaz bir örtü gibi kaplamıştı. Görüntüsü çok güzeldi, ancak dışarda kalan canlıları düşününce içim sızlamıyor da değildi.
Kömür sobası gün boyu vazifesini yapmıştı ve artık takviye edilmek istiyordu. Taşıma kovasını alıp, elimde fener kömürlüğe indim.
Tam içerdeki elektrik düğmesini açmak için uzanmıştım ki, taşıma kalaslarının arasından bir çift gözün parladığını gördüm sanki.
Korkuyla kovayı da elimden atıp, doğruca eve kaçtım.
Elim ayağım heyecandan tir tir titriyordu. Eşimin neredeyse eve geliş saatiydi. Arayıp, içeri girmeden kömürlüğe bir göz atmasını isteyecektim ki Cemil kapıdan girdi.
-Bu nasıl soğuk Eminem? Buz kestim valla!
Hemen kapıya yanına koşturup, ayakkabılarını çıkartmasına mani oldum.
“Dur Cemil dur… Önce kömürlüğe git bir bak, dedim. Sanki bir adam gördüm içerde.”
-Ne diyorsun sen yahu?
-Kömür kovasını doldurmaya gitmiştim, karanlıkta bir çift gözün parladığını gördüm sanki. Korkudan nasıl yukarı kaçtığımı bilemedim.
-E polise haber verelim… Hırlı mı hırsız mı? Bunu bilmeden nasıl inip bakayım şimdi oraya?
-Ne polisi be adam? Belki evsiz barksız bir garibanın tekidir.
-İyi de ya dediğin gibi değil de kaçak bir suçlu ise, ya üzerinde silah falan taşıyorsa?
-Ay Cemil, ne nazlandın yahu! Korkarım ben dede kurtul bari.
-Ne korkması Eminim ya! Tedbirli olmak istiyorum o kadar.
-E! Hadi ben de geleceğim yanında, birlikte gidip bir bakalım kenardan önce.
Sonunda benimki ikna odu. Nahif bir adamdır Cemil. Karınca bile incitmek istemez, tartışırken bile kimseyi sesi yükselmez.
Farkındaydım, neyle karşılaşacağını bilmediği için gerçekten korkmuştu. Haksız da sayılmazdı, zaman kötüydü. Her gün ne haberlerle karşılaşıp, şaşıp kalmıyor muyduk?
Sonunda, arka arkaya kömürlüğün kapısına geldik. Ben elimdeki feneri tuttum, Cemil kapının kenarındaki küreği kaptı. El yordamıyla da kömürlüğün ışığını bulup açtık.
Bir de ne görelim!
Taşıyıcı kalasların arasında gerçekten de biri vardı. Ancak düşündüğümüzün tersine, dizlerimi göğsüne doğru çekerek büzülmüş, saçları omuzlarından aşağı dökülen, bir kız çocuğu duruyordu karşımızda.
Işık yanınca gözlerini kırpıştırdı. Karanlıktan sonra gelen aydınlık belli ki rahatsız etmişti. Cemil’in havaya kaldırdığı küreği de görünce, o da ellerini kaldırıp biraz daha büzüldü.
-Vurma amca… Hırsız falan değilim, vurma!
Bu zaten mümkün olabilir miydi?
Karı koca şaşkınlıktan dona kalmıştık karşısında. Cemil hemen elinden bıraktı küreği.
“Kimsin sen evladım? Dedim. Bu soğuk havada, kömürlükte ne işin var senin?”
Ona doğru bir iki adım atmıştık ki, çocuk başka bir şey diyemeden, bir yanına doğru devrildi gitti.
“Cemil, çocuk korkudan bayıldı herhalde, dedim. Hadi koş kucakla garibi, yukarıya çıkartalım.”
***
Üzerinde mantosu, ayaklarında botları, boynunda atkısı vardı. Hepsini yavaşça çıkartıp, kanepeye yatırdık. Yatak odasından, üzerine bir de battaniye getirdim örtmek için ancak Cemil mani oldu.
“Eminem bu çocuk ateş içinde, üzerini örtme, sirkeli soğuk su hazırla getir sen, dedi, hele şu ateşini bir düşürelim.”
Hemen elimi alnına götürüp tuttum. Gerçekten de alev alev yanıyordu gariban. Ecza dolabından dereceyi getirip, koltuk altına sıkıştırdıktan sonra, doğruca mutfağa koşturdum.
Ateşi 39 derecenin üzerindeydi neredeyse. Çocuk soğukta ne kadar kaldıysa, belli ki fena üşütmüştü. Annesi, babası da kim bilir nasıl telaşla onu arıyordu şimdi.
Karı koca sirkeli soğuk su içine daldırdığımız el havlularını kızın alnına, koltuk altlarına ayaklarına koyup durduk uzunca bir süre ve işe de yaradı. Ateşini 36,5’a kadar indirmeyi başarmıştık.
Garibanın gözlerini açacak hali yoktu. Üzerine battaniyeyi örttük ve uykuya bıraktık.
Onun kendinden geçmiş haline bakarken, Elifimin çocukluğu geldi gözlerimin önüne. O da böyle ateşlendiğinde, yine karı kocabaşında bekler, sirkeli suyla ıslatılmış havluları koyarak alnına, bedenine düşürürdük ateşini.
Elif bizim tek çocuğumuzdu. Uzun zaman bekledikten sonra ona sahip olduğumuz için de kıymetlimizdi.
Ankara’da Hacettepe Fakültesinde hemşirelik okuyordu. Yanımızda değildi ama şükür sıklıkla, telefondan görüntülü konuşarak, hasret giderme imkânımız oluyordu.
Peki, kömürlüğümüzde bulduğumuz bu küçük kız kimdi? Başına ne gelmiş olabilirdi?
Çocuk iyi giyimliydi. Kesinlikle sokaklarda yaşamadığı belliydi. Evinden kendini sağlama alıp çıkmıştı görüldüğü gibi, ancak niye kış günü, bu soğukta sokaklarda kalmıştı böyle!
Cemil’in “Hadi Eminem, odaya gel yat yahu! Çocuğun uyanacağını falan yok, baksana nasıl derin bir uykuda” demesine rağmen, gece başından ayrılmak istedim.
Üzerime bir battaniye başımın altına bir yastık alıp, ben de karşısındaki kanepeye kıvrıldım.
Arada bir kalkıp, elimi alnına koyarak kontrol ediyordum. Ya yeniden ateşlenirse, ya gözlerini açar da yabancı bir yerde olduğunu görünce, korkar mı diye.
Uyur uyanık böylece sabahı ettik.
Çocuk hala derin uykulardaydı. Yavaşça kalkıp, mutfakta kahvaltıyı hazırladım. Zira Cemil Hendek Organize Sanayiinde çalışıyordu ve her sabah Adapazarı’ndan oraya epey bir yolu vardı. O yüzden erkenden kahvaltısını edip evden öyle çıkardı.
Baktım o da vaktinden önce kalkmış, mutfağa geldi. Ben çayı demlenmeye bırakmıştım, hazır sayılırdı.
Sen de uyuyamadın değil mi Cemil? Dedim. Hadi otur sofraya istersen biz yapalım kahvaltımızı.”
-Ben bugün işe gitmeyi düşünmüyorum Emine. Arayıp söylerim iş yeri sahibime.
-Gitmeyecek misin? Aslında iyi de olur be Cemil. Bu çocuk kimdir? Bir anlayalım. Hem kötülenirse, hastaneye götürmek de gerekebilir.
***
Biz kahvaltıyı yaptık, Cemil yeniden kömürlüğe indi, iki kova kömür doldurup getirdi, birini sobaya boşaltıp, bir güzel harladık. Diğerini yedek olarak hazır ettik.
Çocuksa hala gözlerini açmamıştı ama kontrol ettim, ateşi falan çıkmamış şükür rahatlamıştı.
Karı koca birer keyif çayı doldurmuş karşılıklı kanepede oturmuş sessizce uyanmasını bekliyorduk.12 –13 yaşından daha büyük göstermiyordu.
Sanki hiç güneş görmemiş gibi, pembe beyazdı teninin rengi. Üzerindeki kareli etek, yelek okul forması gibiydi. Okulda bir sorun oldu da mı kaçmıştı bu evlat yoksa?
Ama niye evine gitmek yerine bilmediği yerlere sığınsındı ki?
Of! Bir kendine gelse de anlatsa diye merak içindeydik. Başına neler geldiğini öğrenirdik.
Cemil çayını bitirince, belki bir haber görür diye, günlük gazeteyi almak ve eczaneye de uğrayıp, üşütmüş birine ne tür ilaç vermek gerektiğini sormak için evden çıkmıştı.
Ben de kahvaltı sofrasını toparladıktan sonra, kanepe de oturmuş, elimde şişler, komşunun torunu için örmekte olduğum hırkaya kaldığım yerden devam ediyordum ki, çocuktan inler gibi bir ses geldi.
Ardından gözlerini açtı ve şöyle bir etrafına bakındı. Benimle göz göze geldiğinde, yerinden kalkmak istedi.
Hemen şişleri elimden bırakıp, yattığı kanepenin kenarına iliştim. “Sakın korkma yavrum, dedim, emin ellerdesin.”
Tekrar koydu başını yastığa ve battaniyeyi yüzüne doğru çekip, ağlamaya başladı. Her ne kadar korkma dediysem de belli ki öncesinden zaten çok korkmuştu yavrucak.
İçini çekerek ağlaması resmen yüreğimi dağlamıştı. Bu halini görünce, bende tutamadım kendimi. O an Elifim yine gözlerimin önüne gelmişti.
Ya bu çaresizlik içinde olan kendi kızım olsaydı. Ya ona zarar vermiş birileri olsaydı. Dünya’yı ayağa kaldırırdım herhalde.
Az sonra, Cemil geri döndüğünde kızarmış gözlerimi görünce heyecanlandı.
-Eminem ne oldu? Çocuk ne anlattı? Kim miş? Kimden kaçıyormuş?
-Ay! Cemil bir firene bas yahu! Arka arkaya kaç soru bu böyle.
Cemil, elindeki torbayı masanın üzerine bırakıp, karşıma geçip oturdu.
-Haklısın Eminem, ama merak içindeyim işte. Bu evladın durumu beni çok üzdü. Belki dışarda iken bir şeyler söylemiştir diye düşündüm, hepsi bu.
-Yok! Demedi. İşte gördüğün gibi içini çeke çeke ağlıyor. Dur hele bir rahatlasın, üzerine varmayalım.
Bir süre bekledikten sonra, battaniyeyi yüzünden yavaşça sıyırdım ve mümkün olduğu kadar sakin ve sevecen bir ses tonuyla konuştum.
-Karnın açtır ille ki senin şimdi güzel kızım. Hadi kalk. Bak kahvaltı hazır, bir şeyler ye, sonra da anlatırsın bize, ne işin vardı bizim kömürlüğümüzde? Birilerinden mi kaçıyordun?
Anlamış olmalı bizden ona zarar gelmeyeceğini, yerinde doğruldu ve elinin tersi ile gözlerini sildi. Birlikte mutfağa gittik.
Çayın altı hala kaynıyordu. O iskemleye oturduğunda sordum.
-Yumurtayı nasıl seversin?
Gülümsedi.
-Rafadan…
-Tamam, hemen hazırlıyorum. Bu arada güzel kızım, sana nasıl hitap edeyim. Adın neydi?
“Melek" dedi… Ne kadar da uymuştu bu isim ona. Hakikaten de küçük bir melek gibiydi.
***
2. ve son bölüm hemen yarın...
YORUMLAR
Billur T. Phelps
Umarım beklediğinize değer,
Benden de selamlar, sevgiler,
Billur T. Phelps
Sanırım sonucu okumayı unuttunuz...
Merakınız yarım kalmasın istedim :)