- 335 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
GELECEK, SORUMLULUK BİLİNCİMİZLE ŞEKİLLENECEK
“ Hiçbir su damlası kendisini selden sorumlu tutmazmış. Ama deryalarda su damlalarından oluşur.” Ne de güzel bir sözdür. Neredeyse her sahasıyla bizi kuşatmış bulunan hayatın çokça yönünden şikayetçi olan bizlerin, sözü edilen sorunlara dair ufak da olsa bir sorumluluğu yok mudur?
Bizi çepeçevre kuşatan ve her bir ferde de kendine has görevler yükleyen hayat, her nedense istenilen şekilde yansımaz sahaya. Serzenişler, kavgalar, anlaşmazlıklar, pişmanlıklar ve dahasını yaşarken bizler, daima birilerini suçlamayı da ihmal etmeyiz nedense.
“Ağaç yaşken eğilir.” sözü bana çok sevimli gelmese de yaşımız gereği daha üst perdeden soluklandığımız hayatın, niçin beklenilen kalitede yaşanamıyor olduğunu düşündüğümüzde, yukarıdaki atasözünü ister istemez kabulleniyoruz değil mi? Fiziksel anlamda büyürken bizler, sosyal ve psikolojik yanlarımızla da bir olgunluğun içine giriyoruz doğal olarak. Bu gelişim ve olgunlaşma sürecindeki bir aksaklık ve veya bir ihmal ne de büyük sorunları çıkarıyor yaşamın yüzüne.
Bizi öfke krizlerine sokan, saç baş yolduran ve kiminde de hayata dair motivasyonumuzu derinden sarsan bu ihmal de nedir böyle? Kapıyı tıklatmadan kapalı bir odaya girilmeyeceğini öğrenmenin, yarın için arkadaşına sınava çalışması için getireceği dökümanları unutmanın ya da hastasına tedavi uygularken dikkat etmeden ikinci narkozu vermenin ne sakıncası olabilir ki? Ne de masumane ayrıntılar bunlar görünürde. O küçük ayrıntıların bedelleri ise pek öyle masum olmayabiliyor ne yazık.
Penisiline alerjisi olup olmadığına bakılmaksızın yapılan bir iğneden ötürü süreğen engelli kalan ve daha kötüsü ölen insan sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Özünde küçücük bir test veya soru ile tespiti mümkün olan bu husus ihmal edildiğinde, sonucu itibariyle denli yıkıcı ve geri döndülemez tarajedilere evrilebilir değil mi?
“Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir askeri,bir asker bir orduyu ve bir ordu da bir milleti kurtarabilir.” kıymetli bir sözdür. Seksenli yıllarda içindeki yedi kozmonotu uzaya taşıyacak olan Challenger Uzay Mekiği de gövdesindeki saç telinden çok daha küçük bir çatlaktan ötürü infilak etmemiş midir? Bu vahim durum, ateşleme esnasındaki coşkuyu derin bir trajediye bırakmamış mıdır? Örnekleri çoğaltmak ve genellikle de önemsemediğimiz o küçük şeylerin aslında ne denli büyük şeylerin tetikleyicisi olduklarını dillendirmek elbette mümkün. Asıl sorumuz şu olmalıdır sanırım. O küçük detayların gereğini kim, ne zaman, ne kalitede ve niçin yapacak?... Bu ve benzeri sorgulamalar bizi resmi veya gayri resmi de olsa her insanın mutlak yapması ve hassasiyetle de yerine getirmesi gereken bazı yükümlülüklere götürecektir. Biz buna kısaca” sorumluluk” demeliyiz. Sadece dört heceden oluşan bu sözcük, söylenildiğinden katbekat ağır ve hayatın kalitesini, gidişatını da doğrudan etkileyebilme gücüne sahip bir sözcüktür.
“Yurdunu en çok seven, görevini de en iyi yapandır.” dersek, sorumluluğun bizdeki yani bendeki karşılığını da “sorumluluk bilinci” olarak tanımlayabiliriz pekala. Aile bireylerimizde bu bilinç gelişmiş ise, evde işler iyi yürüyecek, ilişkilerde demokrasi rüzgârları esecek, karşılaşılan sorunlar da aynı bilinçle daha kısa sürede çözüme kavuşabilecektir. Tersi bir durumda ise, ne o ailedeki bireyler hedeflerine ulaşabilecek ne de hayata bir değer katabileceklerdir. Üstelik, her yönden sorunlu şu yaşantımıza, sorumsuzluklarıyla dahil olan insanların sayısında da nicel bir artışa dönüşeceklerdir. Oysa, sorunun değil, çözümün bir parçası olmak gerekir. Bizim ciddiye aldığımız bu bilinç, çokça insanın hayatına doğrudan veya dolaylı olarak katkı sağlayabilecektir. Bu denli öneli olan şu “sorumluluk bilinci” veya “sorumluluk farkındalığı” ne zaman ve nasıl verilmelidir? Bu soruya ortalama cevap “Küçük yaşlarda işlenirse değerler, onların en başatlarından biri olan sorumluluk hissiyatının da yine bu yaşlarda verilmesi uygundur, şeklinde olacaktır.
Sorumluluk kazandırabilmedeki başarı, hayata dair her sahadaki olumlu gelişimin, değişimin de anahtarıdır. Bu farkındalığın kazandırımını önemseyenler; kendi ayakları üzerinde durabilen, kendi kararlarını alabilen, başkalarına saygılı, anlayışlı, kişisel sınırlarını bilen ve onlarla iyi ilişkiler tesis edebilmiş, özgüvenli ve hedefi olan insanlar yetiştirebilirler. Özetle, sorumluluk idraki içinde iyi vatandaş ve iyi insan yetiştirmek demektir bu. Bir ailenin, bir toplumun ve onlar adına bu işi resmen yüklenmiş eğitim sisteminin nihai amacı da bu değil midir?
Günümüzün dev adımlarla ilerleyen bilimi, gün geçmeden yeni bir teknolojiyi koyuveriyor önümüze. Bizler de bu teknolojilerin ürünlerini sorgulamadan alıyor, kullanıyoruz. Sonra dahası da geliyor ve bitimsizce bir tüketim çılgınlığına dönüşüyor işler. Çoğumuzun evinde henüz ekonomik ömrünü doldurmamış sayısız alet ve makinanın olması bundandır sanırım. Altmışlı yıllarda binbir zahmetle alınmış ve tozlu depolarda kaderine terk edilmiş pikaplar, müzik sistemleri, eski nesil televizyonlar, radyolar,…vb. Anlaşılan o ki, bu tüketim süreci bir zaman sonra evlerimizi antikacı dükkanına çevirecek. O halde ne yapılmalıdır? Günlük işlerimizi asgari seviyede görebilen makine, alet ve aparatları marjinal noktalarına kadar kullanmak bir çözüm olabilir sanırım. Üstelik bazı ufak eklentilerle, o teknolojileri günümüz koşullarında da kullanabilmek mümkün sanırım.
Gerek tüketimdeki savurganlığımız, gerek bu tüketimin ortaya çıkardığı ve ihtiyaçlarda öncelik sırasını gözetmemenin verdiği ekonomik sorunlar ve gerekse de bu tüketimlerin toplamında ortaya çıkan atıklar devasa bir boyuta ulaşıyor. Günde milyonlara varan pet şişe satımı, bir o kadar kağıt ve veya plastik bardak tüketimi ve raf ömrü uzun olan kompozit kutular, geri dönüşüme girmediğinde siz düşünün işin nerelere varacağını. Tam da bu noktada, çevreye olan duyarlılığını büyük oranda yitirmiş bulunan insanlığın ;atmosferi, tarım topraklarını ve hatta dünya`nın en derin çukuru olan Mariana Çukuru`nu dahi kirlettiğini üzülerek söylemeliyiz.
On yedi ağaçtan ortalama bir ton kağıt elde edildiğini düşünürsek, geri dönüşüme kazandıramadığımız her bir kağıdın, ormanlarımızın varlığından eksilttiğini de söyleriz doğal olarak. Bu örneği metal, cam, ev ve sanayi yağları üzerinden de verebiliriz elbette. Bazı ülkelerde çöp kavramının yerini neredeyse tümüyle geri dönüşüme bırakmış olması, son derece sevindiricidir. Bu konuda o denli ileri gidilmiş ki, yemek artıkları dahi bazı eklentiler ve mayalanma süreci sonunda son derece de kaliteli gübrelere dönüşebiliyor. Bu bilinç, gerçek anlamda takdire şayandır, demek gerekir.
Yaşadığımız dünyanın sınırlı olanaklarının en doğru biçimde kullanılması, paylaşılması ve tercihen de çevreci ürünlerin öne çıkması hususu bir keyfiyet olmaktan çıkmıştır aslında. Binlerce insanın henüz günlük gıda ihtiyacını karşılayamadığı ve hatta açlıkla pençeleştiği, azımsanmayacak kadarının temiz içme ve kullanma suyuna erişemediği, iş becerileri ve sertifikalarına rağmen iş sahibi olamadığı düşünülürse, toplumu oluşturan bireylerden biri olarak bu aciliyet gerektiren sorunların aşılmasında her birimize akli ve vicdanî bir sorumluluğun düştüğünü unutmamak gerekir. Bireylerden başlayacak bu bilinçle, dünyamızın içinde sürüklendiği beşerî sorunlara, ekolojik yıkımlara ve dahası geleceğimize dair kaygılara bir son verebilmek mümkündür.
Bu noktada, bilhassa da geri dönüşüm kültürünün oluşmasında yerel yönetimlerin daha fazla insiyatif almaları, bu mecradaki olumlu örneklerin kamu tarafından da desteklenmesi ve gönüllü kuruluşlarla basının da üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmesini bekleriz elbette. Geleceği şekillendirecek olan şey, sadece şairin kaleminden, ressamın fırçasından çıkmayacaktır. Sanatın hassasiyet gösterdiği bu bilinç, politikanın, ekonominin, savumanın, eğitimin,sağlığın ve kısacası toplumun tüm kesim ve kademelerinin de kaçınılmaz ödevisidir aslında. Geri dönüşüm sayesinde üretim maliyetleri düşecek, yeni iş sahaları açılacak, ekolojik denge korunacak ve daha yaşanılabilir bir çevreye kavuşulacaktır.
Her geçen gün suça dair oranların belirgin şekilde artması, kolay yoldan kazanmanın türlü yollarına başvurulması, bir tarafta açlık sınırının altında yaşayan insanlar ve öte yandan da yazlığını nereden alacağına kafa yoranların çelişkisi, bizleri düşünmeye sevketmiyor mu sizce de? Bu ve sayamayacağımız çokça sorun, hepimizi ilgilendirmeli, diye düşünmek gerekir. Başkalarının mutsuzluğuna karşın nasıl mutlu olunabilir ki? Kafamızı tıpki bir devekuşu gibi kuma gömerek gerçeklerden kaçamayız. Asıl cesaret, gerçeklerle yüzleşebilecek nitelikte sorumluluk alabilmededir. Öyleyse, eğitimin de nihai amacı olan “İyi vatandaş, iyi insan olabilmek” özünde bir şeyler yapmanın zamanı çoktan gelmiştir.
Enerji kaynakları, suyun paylaşımı, hammadde sorunları ve ülkelerin devamlılığı bakımından rekabet ettikleri hayatî derece önemi olan sayısız konu, onlar arasında ;gerilimlere, ambargolara,çevre sorunlarına ve nihayetinde de savaşlara yol açmaktadır. Aynı kökten gelen beşeriyetin, giderek globalleşen dünyanın kendine bahşettiği sınırlı kaynakları egoistçe değil, hakça ve kardeşçe paylaşması da gerekir. Yaşadığımız gezegenin belki de en büyük sorunu ve hatta sorumsuzluğu tam da burada yatmaktadır sanırım. Bizler ;paylaşmasını, emeği, çevrenin kıymetini bilmedikçe, daha yaşanılabilir bir dünya görüşü de sadece ütopya olarak kalacaktır. Ne demiştik, “Gelecek ,sorumluluk bilincimizle şekillenecek.”
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Aslolan Küçük ayrıntılardır ki hayatı değerli kılar.
Değerli bir yazıydı. Üstünde düşünülmesine değer.
Saygı ile ...