- 375 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
ALTMIŞ YILLIK ENVANTER
46 yaşında yazdığı öz tanıtımından 14 yıl sonra, lafın kısası 60 yaşın demiyle,
İçindeki duygu, dışındaki söylem ve eylemleriyle tekrar yüzleşmek istedi kendiyle.
Bu süreçte kapatamadığı hesapların muhasebesini yaptı. Kâh unutmayı seçti. Kâh içine attı.
Paylaşmaya cesaret edemeyip içine doldurduğu acılar bir kıymık gibi dolaştı içinde. İçsel acılarıyla pişti. İlk öz tanımında kendine sorduğu ‘İnsan kendini yaksa ısınır mı?’ Sorusunun cevabını da böylece bulmuş oldu. Sözü kendisine bırakalım;
Haklısınız! Buldum bulmasına da, tam soruların cevabını buldum derken; ya soruları değiştiriyorlar, ya da ömrümüzün sonuna geliyoruz…
Neyse…
Yıllarımı İstanbul Şehrinin kalabalığında, bir yalnızlık ve hiçlik yankısıyla yaşadım.
Hayata erken atılmanın sorumluluklarıyla dümdüz gittim sapmak istediğim yollardan.
Ne deniz kabuklarını toplayabildim, ne bekleyen bir tohumu buluşturabildim toprakla.
Okşayamadım ağlayan bir çocuğun başını. Tutamadım uzaktaki bir hastanın elini.
Bunları yapabilmek için uzun süre beklemek zorunda kaldım. Yandı kalbim…
Nice doğum mucizesine, nice ölüm acısına tanık oldum.
İyiliğin ve kötülüğün derecelerini, ahlaki davranışların her rengini gördüm.
Herkesi aynı anda memnun etme çabalarımın memnuniyetsizliğini yaşadım çoğunlukla.
Ezberlediğim adreslerde kayboldum. Çaldığım kapılarda sessizce söylenmiş bir veda, çıktığım usta yollarda hayat acemisi oldum. İdeallerimle, yaşadıklarım arasındaki makas gün geçtikçe açıldı…
Gün geldi en saklı sırlarımla avlandım. Gün geldi geçmişimden bir kamburla gerildim çarmıha.
Gün geldi boğazımı sıktı çığlık, dudaklarımdan fırladı. Nice acı ve anı öğüttüm kafamdaki değirmende.
Usandım, her alın terinden kendine şölen çekenlerden. Usandım zihnimle konuşmaktan.
Yüksek voltajlı bir duygusallıkta şase yaptı hatlarım…
Düşüncelerin ruhumda doğurduğu, duyguların ifadesi sözcükleri keşfettikçe, kelimelerin gücünü anladım. Anladıkça yazının ve şiirin çıkılmaz kuyusuna düştüm. Kâh sürükledim kalemi peşimden, kâh düştüm ardına. Yeri geldi ateş saçtı dilim. Yeri geldi dilim kopsun dedim…
Yaşamıma ektiğim tohumları biraz daha aşikâr edecek olursam;
Hayatın tümüyle neyle ilgili olduğu konusunda çeşitli araştırmalar, gözlemler yaptım. Zihinsel zıtlıkların etkileşimiyle, yeni yeni diyalektik düşünce ve bakış açıları geliştirdim. İnsan ile insan olabilmek arasındaki o büyük farkı anladığımda kendimi sorgulamaktan ve soru sormaktan korkmadım. Bir soruya verdiğim her yanıt, daha fazla soruya neden oldu. Yazılarımı ve şiirlerimi soru cümleleriyle yazmam bu yüzden…
İbn-i Haldun’un aksine; Coğrafyanın kader olmadığını, herkesin kendi kaderinin anası olduğunu, herkesin içindeki ham taşı yontması gerektiğini, eğitimin amacının başkalarına hizmet etmek değil, kendi değerimizi bulmamıza yardım etmek olduğunu sömürülen çaresiz kalabalıklara anlatmaya çalıştım. Elim taşın altından çıkmadı. Ne kadar başarılı olduğum meçhul. Bir kelebek etkisiydi niyetim...
Anlattıkça kırıldı kalbim, anlattıkça yandı canım.
En yakınlarım tarafından değersizleştirilmeye çalışıldıkça, sözüm de, üslubum da acılaştı.
Sözcüklerimi özenle ve dikkatlice seçmediğim zamanlar oldu. İncitildikçe sertleştim. İncitildikçe incittim. Derin yaralar kazındı ruhuma, içimdeki çelikten çekildi suyum…
Yıllarca enerjimi, azla yetinmek yerine, çoktan eleme yöntemiyle bir yel gibi savurmuştum. Azla mutluluğun çokla didişmekten iyi olduğunu anladığımda, güneş batarken nasıl vuruyorsa başını dağa taşa ben de duvarlara vurdum…
Sınırlayan inançları kabulü reddederek, kendime sınırlı bir hayat çizmekten vazgeçip, sahte kalabalığının celladı olarak, seçilmiş yalnızlığımı seçtiğimde yaşım elli beş olmuştu…
Çarenin, boş kalabalıklardan uzaklaşıp doğaya sığınmak olduğunu keşfetmemle aylak karga misali düştüm yollara. Titiz ve özenli bir tercih sonucu İzmir’in Eski Foça ilçesine yerleştim. Koşullandırılmış, korku dolu bilinçlerden, yükselen binalardan, kaçarak kendimi yükselen dağlara ve harika rüzgârlara açtım. Bu varlığımın değişmez bir gerçeği oldu. İyi geldi ruhuma…
Onandıkça, sanat ve doğaya dair düşüncelerime biraz daha et ve kemik giydirdim. Giydirdikçe dirildim. Kısmet oldu sahne tozu yuttum. Yeni izlekler düşürdüm yeni yeni sayfalara. Koca şehirde uzun süre ilkel güdüler sofrasında doyurduğum karnımı şimdilerde kitap, müzik ve sanat sofrasında doyuruyorum…
Yoksunlukla, sevgisizlikle, yalnızlıkla, aşağılanma ve yargılanmalarla terbiye olduğum zamanlar uzak değil. Artık, yalan söyleyen ve beni yönetmek isteyen insanlara tek bir dakika bile harcamak istemiyorum. Oyunların, ikiyüzlülüğün, sahtekârlıkların ve ucuz övgülerin olduğu ortamlarda bulunmak canımı sıkıyor. Çokbilmişliğe ve akademik ukalalığa tahammülüm yok. Doğayı izlemek yeterli…
Altmış yılsonunda; Sadece yaşadığım güzellikleri, severek okuduğum kitapların altını çizdiğim anlamlı cümleleri düşünmek istiyorum. Birisine nasıl destek olunacağını ya da cesaretlendirmek için ne diyeceğini bilmeyenlerle bir arada olamıyorum. Çıkar hesaplarıyla yaşayanlarla bağımı kestim. İnsanların öteki yüzünü görünce, ilkini hatırlamıyorum. Geri vitesim yok…
Bedenin ve ruhun yeni meydan okuyuşlara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Farklılıklardan hatta zıtlıklardan oluşan bir dünyaya, sanatın insanı insan yapan dönüştürücü gücüne inanıyorum. Yeniye ve geleceğe sarılışım bu yüzden…
Altmış birimde, kanserle tanıştığımdan ve bir operasyonla midem alındığından beri; Öyle eskisi kadar hevesli değilim hiçbir şeye. Koşturmalar, yıkılmalar, tekrar kalkıp ‘hadi bir daha’ lar, hele şu güçlü görünmek için olanı yok mu? Ağır geliyor artık bana. Her halini gördüm insanın. Şimdi ne haliniz varsa görün modundayım. Yoruldum onmaz kişilere hekimlik etmekten. Eskidi göynüm…
Kimseyle kavgam kişisel değil. Tüm çabam; Aydınlık ve özgürlük çığlıklarının, cehilin, zalimin kulaklarını sağır etmesi içindi. Muhakkak ki fikirlerim değişmedi. Sadece dinginleşti. Öfkem yatıştı. Kalbini kırdığım insanlardan özür diliyorum. Kırılan kalbimi, yakılan canımı da umursamıyorum artık…
En büyük korkum, yaşadığım topraklarda, hakkımızda hüküm vermeyi kendini ehil sayan teokratik bir devlet yapısının kurulması ve değişik formlarda yenidünya savaşlarının çıkması…
En büyük arzum, evrensel bir halk hareketinin başlatılması, mistik bir barış felsefesinin dünyaya yayılması. Bir de çocukların ömrünün oyuncaklarından uzun olması…
Vasiyetim, cesedimin yakılması ve küllerimin denize savrulması değil elbet;
Doğaya ihanet edemem. Karışmalı toprağa, yem olmalı kurda kuşa.
Geldik geçiyoruz. Hayat bu bir kullanma kılavuzu ile gelmiyoruz, yanılıyoruz, azalıyoruz, ölüyoruz…
Hüseyin çelikten
**