- 1193 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇANAKKALE ZAFERİMİZDE SIRLI OLAYLAR...
Şanlı tarihimizdeki kahramanlık destanlarından biri de Çanakkale Zaferidir. Bu zaferin, tarihimizde ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Çanakkale Zaferi, milletimizin kaderinin çizildiği bir dönüm noktasıdır. Bir toprağın yeniden vatan yapılışının, bir vatan için can vermenin ne demek olduğunu gösteren en güzel bir örnektir.
Çanakkale, vatanı, bayrağı, milleti, dini ve devleti için canını Allah yolunda feda eden, böylece Allah rızasına eren şehitlerin destanıdır.
İmanınküfre galebe çalışının, manevi kuvvetin maddi unsurlara galibiyetinin en son ve canlı örneği olan Çanakkale, bir muharebe, bir destan, bir tarihtir ama, bütün bunlardan önce bir irade ve bir inançtır.
Çanakkale Zaferi; 1914 Kasım ayında başlayan ve 18 Mart 1915’e kadar bir yıldan daha fazla devam eden bir mücadeledir. Ortak amaçları Müslüman milletimizi yok etmek olan ordularla yapılan Çanakkale savaşı, bir iman-küfür mücadelesidir.
İman, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duyguları, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en önemli faktörler olmuştur.
Bugün de milletçe, aynı ruh ve inanca, aynı birlik, beraberlik ve dayanışmaya ihtiyacımız vardır.
Çanakkale’de şahlanan ruh, milletimizin mayasını oluşturan ruhtur. Bu ruh, dinin, vatanın, namusun, bayrağın, kısaca bizi biz yapan değerlerin en zor şartlarda bile feda edilemeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Çanakkale’yi hepimiz çok iyi bilmeli ve anlamalıyız. Çanakkale’yi bilmeyenler, ne şanlı tarihimizi ne de İslâm’ın cihad ruhunu iyi anlayabilirler.
Nitekim Hz. Peygamber (sav) “Cennete giren hiçbir kimse yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü itibar ve ikram sebebiyle tekrar tekrar dünyaya dönmeyi ve defalarca şehid olmayı ister.” buyurmuştur.
İşte bu kutlu zaferin yıl dönümünde Yüce Allah’ın iltifatına mazhar olan aziz şehitlerimize layık olmak üzere çocuklarımıza dinimizin yüce değerlerini ve bu savaşın kazanılmasının ardında yatan manevi ruhu iyi anlatmalıyız.
Böylesi bir mücadele için Yüce Rabbimiz: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar“ buyurmaktadır.
Milletimizin bekâsı, maneviyat ruhuyla yetişmiş nesillere sahip olmakla mümkündür. Bugün bu topraklarda yaşayan dirilerin, Çanakkale’de yatan şehitlere çok şey borçlu olduğunu unutmamak gerekir.
Doğusuyla batısıyla vatanın dört bucağından Çanakkale’ye gelip, bu vatanın bağrında sıradağlar gibi duran tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.Mekanları cennet eylesin..
***
1.KENDİ CENAZE NAMAZINI KILAN ŞEHİTLER OLUR MU, OLMAZ MI ?
Tamamen gerçek bir hikayeden alıntıdır.
Babamın dostlarındandı. Dimdik yürüdü. Hani Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmemiş tipler vardır ya, öyle biriydi. Ben çok küçüktüm, evimize misafir gelirdi.
"Oğul" diye seslenirdi hep. Bağdaş kurmaz, diz çöker öyle otururdu. Gaz lambası ışığında daha bir heybetli görünürdü gözüme.
Hep bitip tükenmek bilmeyen harp hatıraları anlatırdı. Çanakkale, Gazze, Kafkas cephelerini dolaşmış; Sakarya, Dumlupınar’da savaşmış. Ancak İzmir’in kurtuluşundan sonra köyüne dönebilmişti.
Anlattıklarında hep acı, kan, cefa vardı. Kolay mı kazanılmıştı bu vatan? Ölüm neydi ki? Şerbet içmek kadar kolaydı. "Biz kendi cenaze namazımızı kendimiz kıldık Çanakkale’de !" derdi sık sık. Olur muydu??
Kirte muharebeleri sırasında bölükler arka siperlerde hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperlerdekiler ileri fırlamış boğuşuyorlar. Yüzbaşı hucum için emir bekliyor. Bütün asker süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin...
Bütün dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor...
"Yavrularım... Aslanlarım... Biraz sonra Cenab-ı Rabb’ül Alem’in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim...Haydi ! Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp, hep beraber teyemmüm edelim..."
Teyemmüm edilir... Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı; " Çocuklarım... Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz...
Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım..."" Kabe Karşımızda... "
Arkadan Ali çavuş bağırır. " ER KİŞİ NİYETİNE... "O gün yapılan hücumda, kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti.Onlar Allah’a verdiği sözü tuttular...
***
2.BALIKESİRLİ AZMAN DEDE..
Balıkesir’de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi..
İvrindi’nin Mallıcaköyünden 104 yaşında idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı..
Esas ismi adeta unutulmuştu.
Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm.
Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi.
Sorduklarımı cevapladı. *Söz Çanakkale`ye* geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı.
Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı:
-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı.
Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti.Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu.
Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.Yüzbaşı sordu;-Yavrum siz kimsiniz?" içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi.
Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. *"Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.."* diye.
Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik.
Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi.. düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu.
Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu.
Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı *"Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti.
O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı.
Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi.
Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı. Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana. Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana..Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha.. Marş bitiyor yeniden başlıyorlar.
Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak.. Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."* diye bağırdı.
Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. *Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi.
Hepsi sipere geri düştüler.Kucağıma dökülüverdiler.Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!..İşte ben ona ağlıyorum,o çocuklara ağlıyorum!.." dedi. Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum.
Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep ağlar.
Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı." dedi..
***
3.ÇANAKKALE RUHU, İKİ YAŞANMIŞ OLAY VE MERHAMET...!
Muhterem arkadaşlarım.Aşağıdaki olayları her okuduğumda gözyaşlarım kendiliğinden süzülüyor. Yaşanan yüzlerce olaydan ikisi anlatılmakta..Biz buna Çanakkale ruhu diyoruz.
Bu ruhu dinimiz İslamdan almaktayız. İslamın ilk dönemlerinde Bedir, Hendek, ve diğer bütün gazvelerde olan ruh ve manevi yardım kıyamet sabahına kadar devam edecektir.
En büyük kariyeri annelik olan; ninelerimiz ne evlatlar doğurmuşlar. Onları koruyan ‘’İstanbul sözleşmesi’’ gibi frenklerin uydurduğu bir kalkanda yoktu.
Bir Müslüman Türk anasının son evladından isteği.. - Hüseyin... Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de şehit oldular. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye dönme.
Yolun Şibka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin dedi. 250bin vatan evladı bu aşkla Çanakkale’yı geçilmez yaptı.
Aşağıda bulunan iki olayı; bugüne kadar belki birkaç kere okumuş olsanızda şehitlerimiz hatırasına tekrar okumaya değer buluyorum.
Sene 1915, Anlatacağımız olayın kahramanı Yarbay Hasan Bey, birliğinin tam önünde atıyla ilerliyordu. Bu vaziyette Kilitbahir Köyü’nün tam ortasındaki meydan çeşmesine kadar gelmişlerdi.
Bu köy meydanının diğer köydekilerden pek bir farkı yoktu. Ormanlıkta çocuklar koşuşuyor, birkaç kişi kovalarını doldurmak için çeşme başında bekliyor, ileride birkaç kadın bir şeyler yıkıyorlardı.
Bu sırada meydana gelen bir hadise Yarbay Hasan Bey’in dikkatini çekti. Üzeri yara bere içerisinde olan, vücudundaki tüylerin büyük bir kısmı dökülmüş, adeta iki büklüm bir köpek, çeşmenin yalağına doğru yaklaşmaya başladı.
Onun bu feci hâlini gören su başındakiler hayvanı çeşme başına yaklaştırmadılar ve uzaktan taş atarak yanlarından kovdular. Çeşmeye yaklaşıp su içemeyeceğini gören zavallı hayvan tam boynunu bükmüş oradan uzaklaşırken olayı saniyesi saniyesine takip eden Yarbay Hasan Bey hemen atından indi ve hayvanın yanına yaklaştı.
Köpeğin üzerindeki yaralar ve yaralara aldırmadan onu kucakladı ve doğru çeşmenin yanına götürdü. Önce güzelce köpeğin susuzluğunu giderdi, ardından bir bir yaralarını temizledi. Az sonra da karnını doyurup hayvanı yanına alarak oradan uzaklaştı. Şimdi birliğinin başındaydı Hasan Bey ve aldığı emre uyarak Kerevizdere cephesine gidiyordu.
O günden sonra Hasan Bey bu köpeği bir daha yanından hiç ayırmadı. Adını Canberk koymuştu. Canberk kısa zamanda bu yeni hayatına alıştı. O, Mehmetçiklerin yanından hiç ayrılmıyor, onlarla birlikte şiddetli çatışmalara katılıyor, top gülleleri, etrafta patlarken kahraman Türk askeri ile birlikte düşman siperlerine atılıyordu. Kısa zamanda tam mânâsıyla iyileşmişti Canberk.
Tüyleri yeniden çıkmaya başlamış, tüm yaraları kapanmıştı.
Askerler komutanları Hasan Bey’in bu köpeğe neden bu kadar ilgi gösterdiğini merak ediyorlardı. Bir gün dayanamayarak bir tanesi sordu:"Efendim bu köpeğe neden bu kadar itina ediyorsunuz?"
"Evet itina ediyorum, çünkü Cenab-ı Hakk’ın yarın Kıyamette bana bu köpeğe neden merhamet etmedin?” diye sormasından korkuyorum. " diye cevapladı Hasan Bey.
Bu bölgeye sevk olunalı uzun bir süre olmuştu. Hemen her gün bitmek tükenmek bilmeyen çatışmalara katılıyorlardı. Özellikle Fransızlarla çarpışmalarından gırtlak gırtlağa birbirlerine giriyorlardı. Düşman sayısı çok fazlaydı, düşmanın neredeyse ardı arkası kesilmiyordu.
Bazı geceler Türk siperlerine ani baskınlar düzenliyorlardı. Ama Canberk geceleri nerdeyse gözünü hiç kırpmıyor ve gece baskınlarını, ortalığı velveleye veren havlamaları ile hemen haberdar ediyordu.
11 Temmuz 1915 günü de sabah şiddetli siper çarpışmaları ile başladı. Önce Fransızlar taarruza kalktılar. Mehmetçik zorlansa da bu hayasızca akını püskürmesini bilmişti.
Derken bu kez de Mehmetçik taarruza geçti ve düşmanı saklandıkları siperlerinden sökmeye muvaffak oldu. Düşman geri siperlere doğru kaçıyordu. Mehmetçik bu siper savaşını da kazanmıştı. Ortalık Fransız askerlerinin cesetleri ile doluydu.
Mehmetçikler ortalıkta koşuşuyor, kimileri yaralı olan arkadaşlarını sargı yerlerine yetiştirmeye çalışırken kimileri de şehit olan arkadaşlarının defin işleri ile uğraşıyordu.
Hasan Bey de askerlerinin arasında onların bu faaliyetlerini izliyor, gerekli direktifleri veriyordu. O sırada bir Fransız askeri dikkatini çekti. Ölü gibi boylu boyunca yatan askerde hafif bir kıpırdama olmuştu. Hasan Bey askerin yaralı olduğunu düşündü. Eğer yaralı ise hemen hastahaneye kaldırtmalıydı.
Osmanlı askeri, karşıdaki düşmanı bile olsa eğer yardıma muhtaçsa ona elini uzatmasını bilirdi. Çanakkale savaş hatıraları bunun yüzlerce örneği ile doludur. Hasan Bey de dininden aldığı bu yüce ahlak ve şefkat hisleriyle yerde yatan Fransız askerine doğru yaklaştı.
Tam yarası var mı diye ona doğru uzanmıştı ki, hiçbir yarası olmadığı hâlde ölü numarası yapan ve bir elinde kaması ile bekleyen kalleş düşman askeri, elindeki kamayı Yarbay Hasan Bey’ in göğsüne sapladı. Hasan Bey derin bir ah çekerek yere yıkılıvermişti. Şaşkınlık içersinde ne olduğunu anlayamayan Mehmetçikler hadiseye müdahale ettiler ama geç kalmışlardı.
Komutanları yerde yatıyor, yarasından oluk gibi kan akıyordu. Yanına yaklaşan askerlerine fısıltı hâlinde "Allah şahidimdir ki bu Fransız’a kötü bir niyetle yaklaşmadım." dediği duyuldu.
Uzaklardan bir havlama sesi duyuldu birden.
Askerler sesin sahibini iyi tanıyorlardı. Canberk olanca hızıyla oraya geldi ve velinimetini o hâlde görünce hemen yanına çöküverdi. Sahibinin ellerini yalıyor, kalkmasını istiyor, adeta gözlerini onun gözlerinden ayırmıyordu. Derken alay imamı da geldi. Hasan Bey’in yanında Kur’an okumaya başladı.
İmam Efendi daha yeni başlamıştı ki, Hasan Bey’in birden bire, "La havle vela kuvvete illa billâhil aliyyil azîmi" 33 kere okuyunuz, dediğini duydu. İmam Efendi okurken Hasan Bey de bunu tekrar etmeye çalıştı.
Artık Hasan Bey’in gözleri buğulanmaya, o güzel çehresi solmaya başlamıştı. Birden silkinir gibi oldu. Gözleri sanki yanındakileri değil ufku takip ediyordu.
Sonra başını yanındakilere çevirmeden, gözleri hâlâ öteleri takip eder bir biçimde fısıltıyla:
"Beni ayağa kaldırınız!"dedi. Askerleri, komutanlarının bu son emrini de hemencecik uyguladılar ve Hasan Bey’in koltuklarına girerek onu kaldırdılar.
Üstü başı kan içinde, son anlarını yaşamakta olan Yarbay Hasan Bey, "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" dedi.
Yüzünde derin bir tebessüm oluşmuştu. Ve bu vaziyette iken dudaklarından şu sözler döküldü:Niye Zahmet Buyurdunuz ya Resûlallah?”!!
Bu sözler Hasan Bey’in son sözleri olmuştu. Kahraman komutan, askerlerinin kolları arasına yığıldı. Aslında bu bir yığılma değil, Kainatın Efendisiyle birlikte ötelere doğru kanatlanmaydı.
Oradaki yüzlerce Mehmetçiklerin gözlerinden akan sicim gibi yaşlarla öylece kalakalmış lardı. Uzun süre kıpırdayamadılar. Derken içlerinde toparlananlar, komutanlarını buraya, şehit edildiği yere gömmeleri gerektiğini söylediler.
Mehmetçikler öncelikle yere uzattıkları Yarbay Hasan Bey’in üzerine bir Türk bayrağı örttüler. Sonrada hemen oracığa mezar kazmaya başladılar. Onlar bu işlerle uğraşa dursun, Yarbay Hasan Bey’in yanından bir nebze olsun ayrılmayan Canberk de Yarbay Hasan Bey’in üzerine örtülen bayrağın altına girmiş bir Kıtmir gibi onun ayaklarının yanına uzanmıştı.
Askerler kazma işini bitirince dualarla bayrağı açtılar. Yarbay Hasan Bey’in naşını alacak ve ebedi istirahatgahına yerleştireceklerdi. Canberk’i kenara çekmek ve Hasan Bey ’in naşını kaldırmak istediler, ama köpek kımıldamıyordu bile.
Canberk’i şöyle bir tutup kaldıralım, dediler fakat bir de ne görsünler, Canberk çoktan velinimeti Hasan Bey’in yanında hayata gözlerini yummuştu.
Askerler ikinci bir şaşkınlık içerisinde kalmışlardı. Önce Hasan Bey’i tekbirlerle defnettiler. Ardından Hasan Bey’in ayak ucuna köpeği Canberk’i de gömdüler.Şimdi ikisi birlikte huzur içerisinde bir yarın başında yatıyorlar.
Ne mutlu bizlere ki, dedelerimizi yalnız bırakmayan ve her başımız sıkıştığında "Ben sizlerleyim" diyen bir Peygamber Muhammed aleyhisselam’a sahibiz; ve yine ne mutlu ki Peygamberimizin himayesini bu derece kazanmış atalarımız var.
***
4.BALIKESİR HAVRANLI KAHRAMAN SEYİT ONBAŞI..
Meşhur Fotoğrafın Hikayesi..Bu fotoğraf, Çanakkale Cephesi’nden geriye kalan belki de en meşhur fotoğraflardan biridir.Önde Havranlı Mehmed oğlu Seyid ve arkasında cephe arkadaşı Niğdeli Ali...
Seyid Onbaşı, Harp Mecmuası’nın ikincisayısının kapağında yayınlanan fotoğrafın hikayesini sonradan şöyle anlatmaktadır:-“Aradan birkaç gün geçti, bir gün beni kumandanımız çağırmış, gittim. ‘Bunu sana Alman generali
gönderdi’ dediler.
Göğsüme bir nişan taktılar, aha şu duvarda durur. Bir hafta sonra da paşalarla beraberbizim tabyaya bir resim zabiti geldi. Alaman zabitiymiş, benim resmimi çekecekmiş.
Dolu mermiyi sırtımakaldıramadım, hırsım geçmiş, boşalttılar da öyle yüklendim. Sonradan kumandanımız bir kitap gösterdi,
‘Bak Seyit, bu kitapta senin resmin var’, dedi. Baktım, utandım doğrusu. Aslan gibi kumandanlarımız dururken benim resmimi almışlar diye. Kitabın içine baktım, ferahladım. Orada benden başka arkadaşların
resimleri de var.”
***
5.MÜSLÜMAN MEHMED’İN ÇANAKKALEDE MERHAMETİ...!
İşgalci güçlerden Fransızlar’ın generalidir Bridges... Savaşta bir kolunu ve ayağını kaybeder. Ülkesine döndüğünde hatıralarını anlatır. Ki o hatıralar arasında bir anı vardır ki Fransız generalin gözyaşlarına neden olur. İşte o hikaye...
Süngü süngüye..."Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.
Hiç unutmam.
Savaş sahasında döğüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi.
Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.
Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:- Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün.
Gözyaşlarım dondu!Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı.
O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutan ot tıkamıştı.
Az sonra ikisi de öldüler..." İste son nefesinde bile düşmanına yardım eden Mehmed’im. Ruhun şad olsun..Makamın diğer şehitlerle Makamı Mahmud olsun..
Ya Erhamerrahimin. Hayatlarının baharında, çiçekleri burnunda kan vererek, can vererek, etten ve kemikten kale kurarak ezanımızı, bayrağımızı, vatanımızı koruma uğruna, can vererek huzuruna varan; başta Çanakkale şehitlerimiz olmak ruhları şad olsun..Makamları âli olsun..
Bizleri de onlara layık, onları bu fedakârlıklarına layık nesiller eyle Ya Rab,
Şu okunan ezanlarımızı, şehidimizin kanından rengini alan bayrağımızı, şu cennet vatanda ebediyetlere kadar payidar eyle Ya Rab...!!
***
6.YOZGATLI KINALI HASAN..
Yozgatlı Hasan’ın lakabı da “Kınalı Hasan” olmuş Çanakkale’de savaşır iken. Hasan, Yozgat ilinin Sarıkaya kazasına bağlı Kara Yakup köyünden (Günümüzde Beldedir) gelerek Çanakkale’de savaşa katılmıştır.
Çanakkale Savaşı adeta bir değirmen misali insanımızı öğütür iken, yaşanan yüksek kayıplar nedeniyle gönüllüler ve askerlik çağında olmamasına rağmen yaşı yakınlamış olanlarda askere alınmak zorunda kalınmıştır.
Daha bıyıkları terlememiş bu delikanlı, kendisi gibi gencecik arkadaşları ile beraber yayan yapıldak günlerce yürüyerek Yozgat’tan çıkıp Çanakkale’ye ulaşmış. Burada sayısı azalan birliklere yapılan takviyeler esnasında 64. Piyade Alayı, 1. Tabur, 2. Bölüğe intisap edip çakı gibi Mehmetçik olmuş arkadaşları ile birlikte.
Hasan’ın bulunduğu 2. bölüğün komutanı Yüzbaşı Sırrı Bey olarak kayıtlarda yer almaktadır. Yüzbaşı Sırrı Bey askerlerini savaşa bizzat hazırlar, talimlerini kendi yaptırır, sürekli birlik içerisinde dolaşarak askeri ile tek tek sohbet eder dertleşirdi. Genç yaşına rağmen bir baba edasıyla askerine kol kanat gerer, cephede her biri ile tek tek ilgilenirdi.
Yüzbaşı Sırrı Bey talimlerine başlamadan önce, birliğine yeni katılan askerleri ile tanışmak ve sohbet etmek ister ve dolaşmaya başlar. Asker arasında dolaşırken Hasan’ın başındaki kına Sırrı Bey’in dikkatini çeker. Cepheye gelen askerlerin sağ ellerinde, sağ elinin üç parmağında ya da sağ ayağının parmaklarında kına görmeye alışıktı Sırrı Bey ama baştaki kınayı ilk defa görüyordu.
Hasan’a bunun manasının ne olduğunu sorduğunda Hasan utandı, üzüldü ve dedi ki komutanına:-Komutanım, buraya geleceğim vakit anam yaktı bu kınayı. Ben de niye diye sormadım.
Sırrı Bey:-Öyleyse bir mektup yaz da sor bakalım, biz de öğrenmiş olalım.Hasan:-Ben yazı yazmasını bilmem ki komutanım.
Sırrı Bey:-Öyleyse sen söyle bölük yazıcısı yazsın köyüne, bakalım ne cevap gelecek?Hasan:-Baş üstüne komutanım.
Bir istirahat anında bölük yazıcısı Hasan’ın yanına gelir. Hasan söyler, o yazar. Selam kelamdan sonra Hasan, bulunduğu yerin güzelliğinden, çiçeklerin kokusundan, arkadaşlarının dostluğundan, komutanının tatlı dilinden bahsettikten sonra, konuyu kınaya getirir.
– Anacığım, kumandanım saçımdaki kınayı sordu, ben bilemedim. Arkadaşlarımın arasında mahcup oldum. Kınanın bir mânâsı varsa bildir de kumandanıma söyleyeyim.
Mektup Yozgat yollarına çıkar ancak ne vakit varır bilinmez. Cevap gelir mi gelmez mi, anasına ulaşsa okur mu, okutur mu belli değildir. Lakin Çanakkale’de sürekli sırtlan gibi saldıran düşmana karşı koymak lazım geldiği için ihtiyat kuvvetlerinin fazla bekleyecek zamanı yoktur.
2. Bölük de savaş içerisinde üzerine düşen vazifeyi yapar. Bu öyle bir harptir ki, dünyada eşi benzeri olmayan bir vahşet yaşanmaktadır. Anadolu’nun kınalı koç yiğitleri, ellerindeki kıt imkânlarla, adeta etten bir duvar örüp düşmana geçit vermeden namusları için, vatan için vuruşmaya başlamışlardır.
Bu ateş cehenneminde nice kınalı koç yiğitlerimiz, körpecik delikanlılarımız şehit olmakta, Avrupalının kan içen canavar makineleri, gemileri, topları Gelibolu’yu bir kan gölüne çevirmektedir.
Aradan iki aya yakın belki fazla zaman geçmiştir. Bir gün Yüzbaşı Sırrı Bey’in bölük karargahına birkaç mektup ulaşmıştır. Yozgat’ın Sarıkaya İlçesi Kara Yakuplar köyünün köy katibi mektubu Hasan’ın anasına ulaştırmış ve anasının söylediklerini de yazıp cepheye yollamıştır. Yüzbaşı Sırrı Bey mektubu alarak okumaya başlar.
Mektup da Hasan’ın anası şunları yazmıştır:“Yavrum, Hasanım, Kınalı Kuzum,Mektubun geldi, sanki dünyalar benim oldu. Köy kâtibi okudu, ben ağladım. Kumandanını pek sevmişsin, ne güzel! O senin babının yarısıdır.
Sakın ola yavrum kumandanının emrinden çıkma, önünden aykırı geçme. Ateşe bas dese basasın yavrum. Kars’tan, Siirt’ten, Adana’dan, Uşak’tan arkadaşların olmuş. Birbirinizi çok sevip iyi geçinirmişsiniz.
Elbette öylesi yakışır yavrum. Onlar senin dünya ahret hakiki kardeşlerindir. Sakın onları incitme yavrum. Sütümü sana helal etmem. Kumandanın saçındaki kınayı sormuş. Bunda bilmeyecek ne varmış ki yavrum?
Bizim burada Allah için kurban seçilen koçların başını kına ile süslerler. Ben de dört kardeşin içerisinde en çok seni sevdiğim için seni vatan, millet ve Allah yolunda kurban olarak seçtim. O yüzden başını kınaladım.
Anan Hatçe”
Sırrı Bey, iki gözü iki çeşme mektubu okur. Sonra posta erini çağırır.-Şu Yozgatlı Kınalı Hasan’ı bulun bakalım. Mektubunu ona ben okuyacağım, onun okuması yoktu.
Çok geçmez posta eri geri döner.-Kumandanım Hasan bir hafta önce Arıburnu’ndaki şiddetli muharebede Hakk’a yürümüş.
Sırrı Bey, orada gözyaşlarına hakim olamaz. Düşmanın onca güce rağmen Çanakkale’yi neden geçemediğini bir kez daha anlar…
***
7.GÖNDERİLEMEYEN MEKTUP.!!
Bilirsiniz şehitler kanlı elbiseleriyle defnedilir. Kanlı elbiseleri, onların beraat kararları gibidir. Allah’ın huzuruna onunla çıkarlar.
Ve bir şehit. Defnedilmeden önce üstü arandığında mübarek kanına bulanmış bir mektup çıktı cebinden. Karısına hitaben yazmış, ancak gönderecek zamanı olmamıştı.
Şehidin adı Zahit, rütbesi üsteğmen. O zamanki deyişle "Mülâzim-i Sani Zahit Efendi..."Mektubun bugünkü dille özeti şöyle:"Aziziye (Pınarbaşı) İlçesi’nin Kılıç Mehmet Bey Köyü’nden Ahmet Efendi kızı eşim Hanife Hanıma...
"İşte bugün seferberlik ilan edildi.
Ben hem kendim, hem mesleğim itibariyle tam bir asker, hem şerefli bir askerim.
"Asker olmam nedeniyle, sevgili vatanımı savunmaya gidiyorum. Gidip gelmemek, gelip bulmamak var. Her şey insan içindir.
"Böyle olmakla beraber, şu vasiyetnameyi yazmak hemen ölmek demek değildir."Yüce Allah ve İlahi mukadderat bir birimizi önceden tanımadığımız ve bilmediğimiz halde, uzak memleketlerden bizi bir birimize nasip etti. Allah’ın emrine ve Peygamber’in kavline uygun olarak nikahımız kıyıldı.
Yaşadığımız sürece geçimimizi sağlamaya çalıştım. Fakat, bizi toparlayıp bir araya getiren devletimiz harp ilan etti. Ben de vatanım ve milletim uğruna harbe iştirak ediyorum. Eğer şehit olursam, Büyük Allah’ım ruhlarımızı birbirine kavuşturur.
"Vatan uğruna şehit olursam bana ne mutlu. Böyle bir hal olduğunda mevcut olan eşyam ve taşınabilir mallarımdan mihri müeccelinizi almanız için sizi vekil tayin ediyorum. Eğer bunlar yetmezse hakkınızı helal edeceğinize ve beni borçlu yatırmayacağınıza eminim.
"Birbirimize verdiğimiz sözlerden dönmemenizi ister ve umarım. Ruhuma bir mevlit okutmak vicdanınıza kalmıştır. Kendim için başka bir şey istemiyorum. Şehitlik bana yeter.
"Mektubumu aldığınız zaman, yüksek sesle ağlamanıza razı değilim." (Bu mektubun içinden, aziz şehidin biricik yavrusu Nadide’ye ait kırmızı kurdele ile bağlı bir demet sarı saç bulunmuştur)
Çanakkale Zaferi’ni kazananların iç dünyası böylesine temiz, yürekleri kıbleye dönüktü.
Çanakkale Zaferi’nin 90. yıldönümünde şehitlerimizi rahmet ve minnetle anarken, bizi yok etme amacında ittifak edip üzerimize gelenleri de unutmamamız gerekiyor.
İngiliz Bahriye Nazırı Churchille, İngiliz donanmasını Çanakkale’ye gönderdiği andan itibaren yaptığı bütün konuşmalarda aynı hayali seslendiriyordu: "Çanakkale mutlaka geçilmelidir, geçilecektir. Osmanlı Devleti mutlaka bertaraf edilmelidir, edilecektir."
Aynı günlerde Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, subaylarını cephe gerisinde toplamış, şöyle konuşuyordu:"Silah arkadaşlarım! Biz, düşmanın toplarına ve zırhlılarına karşı imanımızla çıkacağız. Şarapnellere ve mermilere göğsümüzü siper edeceğiz. Ve bütün dünyaya Çanakkale Geçilmez sözünü bir darb-ı mesel gibi söyleteceğiz."
Açıkçası bu savaş,"Çanakkale’yi mutlaka geçeceğiz!.." diyenlerle, "Çanakkale geçilmez!.." diyenlerin savaşıydı?
"Çanakkale geçilmez!.." diyenler kazandı.
Dedelerimiz Çanakkale’de, her gün 23 bin top mermisi altında dünya cehennemini yaşarken, Avrupa bayram yeri gibiydi. Başkentler süslenmiş, tarihi kiliseler temizlenerek zafer âyinine hazırlanmıştı. Batı, dereyi görmeden paçaları sıvamıştı. Hava akınları, çıkarmalar, kara harekâtları, derken, günler geçti?
Milâdi takvimler 18 Mart 1915 gününe aktı. Mehmed Akif’in, çok haklı olarak, "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ!.." dediği kuvvetler karadan, havadan ve denizden saldırıya geçtiler?
Çanakkale sırtları denizden, havadan ve karadan atılan bombalarla bir anda cehenneme dündü.
O gün başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, tekmil Avrupa zafer müjdesi bekliyordu. Ne var ki felaket haberine çarpıldılar. Felaket haberi geldiğinde Churchille, Avam Kamarası’nda konuşuyordu.
Eline tutuşturulan notu havaya kaldırdı ve, "Bu not Çanakkale cephesinden geliyor, umarım kesin zaferimizin müjdesidir" dedi. Fakat göz atar atmaz, rengi sarardı. Elini başına vurarak: "Eyvah, mahvolduk!.." diye inledi.
18 Mart 1915’te, bir kısmı çocuk yaşta, üçyüz bin civarında şehidin iradesi, dünyanın en büyük, en teknik donanmasını Çanakkale sularına gömdü...!!
***
8.AFFET BENİ OĞLUM; O SENİN HAKKIN DEĞİLDİ !"
Çanakkale Savaşında siperlerin gerisinde yaralı askerlerin en çok ihtiyaç duyduğu şey “Morfin“di.Doktorlar yaralı askerlere ağrı kesici bulmakta zorlanıyorlardı. Bu yüzden bir nöbet tutuluyordu.
Hastaların ameliyatı için hazırlanan çadırın önüne bir masa kurulmuştu..Sedye ile gelen her yaralı, burada masaya koyuluyordu. Doktorun elinde enjektör, enjektörün içinde ağrı kesici..
Doktor ilk muayeneyi yapıyordu ve yaşama olasılığı olan, ameliyat edilmesi halinde yaşayacağına inandıkları askerlere ağrı kesiciyi yapıyordu..
Oysa gelen her yaralının ağrı kesiciye ihtiyacı vardı. Fakat herkese yetecek kadar ağrı kesici yoktu..Doktor duygusal karar vermemek için yaralıların yüzüne bakmamakta, iyileşme şansı yüksek olan yaralılara ağrı kesici yapmaktaydı..
Yine doktorun önüne bir asker getirilir..
Yaralının ağır yaralarına bakan doktor, askerin iyileşemeyeceğini öngörür ve ona ağrı kesiciyi yapmaz..O sırada askerden iniltili bir ses duyulur..“Baba!”
Herkesin gözü doktora çevrilir, yaralar içinde kıvranan asker doktorun öz oğludur..Doktor buna rağmen yine ağrı kesiciyi oğluna yapmaz ve bir kaç saat sonra da oğlu şehit olur..
Doktor, şehit olan oğlunun cansız bedenine sarılır ve şöyle der:-“Affet oğlum, o senin hakkın değildi”
İşte bu topraklar hakkı olmadığı için tek bir ağrı kesiciyi bile oğlundan esirgeyen o güzel insanlar tarafından vatan yapılmıştır.
Ve bizim..Çanakkale savaşını kazandığımız o tarihi anlardan biri de hiç şüphesiz Doktor Tarık Nusret’in hakkı olmadığı için öz oğluna ağrı kesici yapmadığı o an’dır..
Tarihin tozlu sayfalarına adını kazımış tüm kahramanlara sonsuz saygıyla, minnetle..
***
9.ÇANAKKALE RUHUNU YANSITAN KINALI ALİ...
Kumandan Faruk cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor bir taraftan da onlarla laflıyordu nerelisin gibi sorular soruyordu. Bir ara saçının ortası sararmış bir çocuk gördü.– “Adın ne senin evladım?”
– “Ali…”– “Nerelisin?”– “Tokat Zilede’nim…”
– “Peki, evladım bu kafanın hali ne?”– “Anam cepheye gelirken kına yaktı komutanım…”– “Neden?”
– “Bilmiyorum komutanım…”– “Peki, gidebilirsin Kınalı Ali…”
O günden sonra herkes ona; “Kınalı Ali” der. Herkes kafasındaki kınayla dalga geçer. Kısa sürede cana yakın ve cesur tavırlarıyla tüm arkadaşlarının sevgisini kazanır. Bir gün ailesine mektup yazmak ister. Ali’nin okuma yazması da yoktur arkadaşlarından yardım ister ve hep beraber başlarlar yazmaya.
Ali söyler arkadaşları yazar: “Sevgili anne ve babacım ellerinizden öperim ben burada çok iyiyim beni merak etmeyin…”
Kız kardeşini kendinden bir küçük erkek kardeşini sorar köyündekilerin burnunda tüttüğünü yazdırır. Kendilerini merak etmemesini kendileri var oldukça düşmanın bir adım bile ilerleyemeyeceğini yazdırır. Gururla mektubu bitirir neden sonra aklına gelir ve yazının sonuna anasına not düşer
(Ali’nin kendisinden hemen sonra askere gelecek bir kardeşi daha vardır) “Anacığım kafama kına yaktın burada komutanlarım ve arkadaşlarım benle hep dalga geçtiler sakın kardeşim Ahmet’e de yakma onla da dalga geçmesinler ellerinden öptüm…
” Aradan zaman geçer. İngilizler kati netice almak için tüm güçleriyle Gelibolu’ya yüklenirler. Bu cepheyi savunan erlerimiz teker teker şehit düşerler. Bunlara takviye olarak giden yedek kuvvetlerde yeterli olmamış, onların sayıları da epey azalır, Gelibolu düşmek üzeredir.
Kınalı Ali’nin komutanı da olayı görüp yerinde duramaz. Kendisinin bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildir. Onlar yeni gelmiştir. Komutanların bu düşünceli halini gören ve durumun vahametini bilen Kınalı Ali ve arkadaşları komutanlarına yalvar yakar oraya gitmek istediklerini söylerler. Komutanları onları ölüme gönderdiğini bile bile çaresiz gönderir.
Kınalı Ali’nin bölüğünden kimse sağ kalmaz hepsi şehit olmuştur. Aradan zaman geçer. Kınalı Ali’nin ailesine yazdığı mektubun yanıtı gelir. Komutanları buruk ve gözleri dolu dolu mektubu açıp okumaya karar verirler (Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.)
Babası anlatır Ali’nin:“Oğlum Ali nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim selam ederim. Öküzü sattık paranın yarısını sana, yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyoruz.
Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum zaten artık zahireye de fazla ihtiyacımız olmadığı için yorulmuyorum da siz sakın bizi merak etmeyin bizi düşünmeyin” der, köyü, akrabalarını anlatır ve mektubu bitirir. “Ali ananın da sana diyeceği bir şey var…”
“Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler kardeşime de yakma demişsin.
Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle seninle dalga geçmesinler.
Biz de üç şeye kına yakarlar:Gelinlik kıza; gitsin ailesine, çocuklarına kurban olsun diye.Kurbanlik koça; Allâh’a kurban olsun diye…Askere giden yiğitlerimize; vatana kurban olsunlar diye…
Gözlerinden öper selam ederim. Allâh’a emanet olun…” Mektubu okuyan Ali’nin komutanı ve diğerleri hıçkıra hıçkıra ağlamaktadırlar…
***
10.CEVAT PAŞA’NIN RÜYÂSI...
Çanakkale Savaşı’nın bütün şiddetiyle devâm ettiği günlerde Müstahkem Mevkî Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa bir gece çok enteresan bir rüyâ görür. Rüyâsında kulağında yankılanan ses şöyle demektedir:
"... Deniz üzerine bak!..." Denize doğru nazar eden Cevat Paşa dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş pırıl pırıl "Kef" (ك) ve "Vav" (و) harflerini görür.
Heyecanla uyanan Cevat Paşa, rüyâya bir anlam veremez... Tenger, Soğanlıdere ve Baykuş bataryalarını takviye ettirmek için teftişe çıkan Cevat Paşa, Kilitbahir’den istimbota binerken yedi yıl önce veremden ölen kızı Bedile Hanım’ı hatırlar. Kabri büyük velî Ahmed Cahidî Sultân’ın türbesinin hazîresindedir.
Az sonra onun mezârı başına geldiğinde rüyâsındaki sesi burada da duyar; şöyle demektedir lahuti ses:
"... Cevat, depolardaki 26 mayını denize döşe!" Cevat Paşa, korku ve şaşkınlık içinde bocalarken karşısında yüzüne bakılmayacak kadar güzel, nûrânî bir silüet belirir.
Adam, Cevat Paşa’nın kolundan tutup sorar:-"Bir derdin mi var?" Cevat Paşa, gördüğü rüyâyı ve az önce duyduğu sesi bir solukta anlatır. Bu nur yüzlü adam, 1659 senesinde Kilitbahir’de vefât etmiş olan evliyâdan Ahmed Cahidî Efendi’dir.
Mübârek cevap verir:-"Nur, zafer işâretidir. Ebced hesabında "Kef" harfi 20, "Vav" da 6 rakamını bildirir ve 26 yapar..." Bunları söyledikten sonra âniden kaybolur. Cevat Paşa, hemen Mayın Grubu Kumandanı Nazmi Bey’i çağırıp sorar:-"Depolarımızda kaç mayınımız var?"
-"Bir Türk usta tarafından yapılan 26 mayın var." Cevat Paşa, daha sonra Nusret Mayın Gemisi Komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey ile Yüzbaşı Hâfız Nazmi Bey’i makâmına çağırır ve mayınları nereye dökecekleri konusunda plan yaparlar.
Ve plan gereği bu sırlı 26 mayın, karanlık liman denilen Kumbağı Burnu ile Soğanlıdere arasına iki sıra halinde Boğaz’a paralel olarak tekbir ve duâlarla dökülür.
Fakat Yüzbaşı Hakkı Beyin yüreği bu heyecâna dayanamaz ve bu sırada kalp krizi geçirir, Kelime-i şehâdeti söyleyerek rûhunu teslim eder. Ertesi gün 18 Mart 1915 sabahı İngilizlerin en büyük zırhlılarından Irresistible ve Ocean zırhlıları, Nusret’in sabaha karşı döktükleri mayınlara çarparak herkesin şaşkın bakışları arasında Boğaz’ın dibini boylarlar...
Çanakkale de halk savaşırken siz sarayda oturuyordunuz diyen aydınlara gelsin bu bilgi...
Sahra topçu binbaşı Şehzâde Abdurrahim Efendi (Sultan 2. Abdülhamid’in oğlu) Süvâri yüzbaşı Şehzâde Osman Fuat Efendi (Sultan 5. Murat’ın torunu) Piyâde kaymakamı (yarbay) Abdülhalim Efendi (Sultan Abdülmecit’in torunu,
Şehzâde Süleyman Efendi’nin oğlu) Piyâde Mülâzım-ı evvel (üsteğmen) Şehzâde Ömer Fâruk Efendi (Son halîfe Abdülmecid Efendi’nin oğlu) Mülâzım-ı sânî (Teğmen) Şehzâde Şerâfeddin Efendi (Sultan Abdülmecit’in torunu,
Şehzâde Süleyman Efendi’nin oğlu) Süvâri Mülâzım-ı evvel (üsteğmen) Şehzâde Ahmet Nûreddin Efendi (Sultan 2. Abdülhamid’in oğlu)
***
11.RESULULLAH SAV.DE ORADAYDI!!
Tarihler 1928 yılını göstermektedir.Osmanlının son devir âlimlerinden, Cemal Öğüt Hoca efendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir...
...Cemal Öğüt Hoca efendi Mekke’deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine’ye gider. Medine’de her zamankinden fazla kalır.Vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî’de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevliyle aralarında yakınlık hâsıl olur...
...Türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösterir.
Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı’ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hoca Efendinin merakını çeker ve bir gün sorar:"Sizde Osmanlı’ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?"
Nur yüzlü ihtiyar derin bir düşünceye dalar ve kısa süre sonra başını kaldırarak şöyle der-"Allah ve Resûl’ünün muhabbeti, Osmanlı’yı sevmemi gerektirir."
...Cemal Öğüt Hoca Efendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Türbedar da pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir; ancak Cemal Öğüt Hoca Efendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya başlar:
..."Osmanlı’yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile."...1915 senesinde Medine’de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:...1915 yılının hac mevsimi idi.
Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü’minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahid, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi aramızda yakınlık oluştu, sohbetine katıldık.
O zamanlar Osmanlı’nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm’a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı’nda büyük savaş oluyordu.
...Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi.
Merakım artıkça arttı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:."Efendi! mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yanına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı.
Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:"Ben uzun yılların hasret ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi’nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan’dan alırdım. Şimdi buralara geldim,
Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan’da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var?
Efendim benim üzerimden himmetini mi çekti? Ya da Efendim burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi budur."
...Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Zira son derece samimî bir hâl içindeydi.
Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü’nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı?
...Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.
...Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez.
Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi:"O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale’deyim…
Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…" diye buyurarak, hem türbedarın kafasındaki soru işaretlerini giderir hem de Hintli alimi endişelerinden ayırarak, gönlünün rahat olmasını sağlar.
***
12.YETİŞ YA MUHAMMED SAV. KUR’ANIN ELDEN GİDİYOR!!
...Cemal Öğüt Hoca Efendi de, böylece türbedarın anlattığı hadiseyle Osmanlı’ya olan sevgisi..."Yetiş ya Muhammed Kur-an’ın elden gidiyor!"
...Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı’nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. Şimdi bu subaylardan birine kulak verelim...
...Alman Subay Sanders anlatıyor:
...Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
...Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.
...Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:
-Şu koşan asker ne diyor?
-Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.
...Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı.
Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu...
ALLAH’ın selamı bereketi Rahmeti Çanakkale şehitlerinin üzerine ve üzerimize olsun...
***
13.ÇANAKKALEDE ÇOCUK OLMAK.
Bir çocuk olmak Çanakkale’de…O mahşerin ortasında, gökten gülle, yerden mayın, her yandan mermi yağan o mahşerin ortasında bir çocuk olmak…
Henüz 13 yaşında bir Osmanlı çocuğu olmak… Elbistan’dan, Gürün’den, Yahyalı’dan, Bağlar’dan, bir ananın memesinden kopartılır gibi getirilmek, Çanakkale’ye. Vatan için islam için.
Çanakkale’de çocuk olmak…“Rifat, Smail, Memo, İrecep”… gelirken isimleriyle beraber lakaplarını, yerel ağızlarını da getirdiler.
Daha börtü böcekten korkarken, daha anasının koynunda uyanırken sabahları, henüz sarı öküzün buzağıyla oynarken, alıp getirdiler ölüm tarlasına. Kim sarıldı ona korkma diye, kim başını okşadı ürkme yavrum diye bilinmedi.
Çanakkale’de çocuk olmak...Yamalı şalvarından, dirseği yırtık kazağından hallice kıyafet giydirdiler. Annesi gibi öperek giydirmedi kimse. Oyun oynamak için de giymedi o kıyafetleri, bir ölüm deryasına gitmek için çekti bacağına yünlü pantolu.
Uzun geldi, katladılar, kolu göyneğin içinde kaldı sıvadılar, başına büyük geldi Enveriye, ters çevirdiler. Bir oğlan çocuğunu ölüm diyarında oynayacak diye herife benzetmeye çalıştılar.
Çanakkale’de çocuk olmak…O kolu uzun, bacağı katlı, kirli paslı elbiseleri giyince birden değişti civan oğlanlar. O taze ürkek yürekler pekleşti, gözler keskinleşti, bir küçük askere döndüler. O kol hizasına geçmek, o tırıs yürüyüşe uymak, o hazrol vaziyeti, o topukları birleştirmek… Yavrum köyde oynadığı asker oyunu mu zannetti acaba Çanakkale’yi?…
Çanakkale’de çocuk olmak.Gülen bir tek çocuk fotoğrafı olmadı Çanakkale’de. Gülen kimse yoktur ki zaten, çocuk nereden öğensin gülmeyi ancak şahadet şerbetini kana kana icince gülümsediler. Ağabeyleri ne yaptıysa onlar da aynısını yaptı. Namaz kıldılar cemaatle, saf tuttu bacak hizasında.
Secde ettiler kara toprağa seccadesiz, o da temiz, pak anlını koydu yere. Dua ettiler, zaferler muştulasın, düşman zelil olsun diye, ‘amin’ dedi minik elleri havada, amin…
Çanakkale’de çocuk olmak…Gücü yetmedi bir mavzeri kaldırmaya, bir martiniyi kavramaya. Yoksa gözünden vuracaktı düşmanı, öyle bellemişti. Bir süngü parçasını beline taktı ne olur, ne olmaz diye, dizinden aşağı sarktı kılıç gibi.
Boyu yetse gözcülük edecekti, kuvveti olsa mermi taşıyacaktı, hızlı koşabilse ulak olacaktı, çocuk olmasa en başta şehadete atlayacaktı. Anadolu çocuğu işte, böyle olur bizim oranın çocukları, herif gibi gözü kara.
Çanakkale’de çocuk olmak…Lakin en çok gece korktular, en çok da topların patlamasından ürktüler. Köyde gök gürledi mi babanın dizinin dibine dolanırdı, karanlık bastımı anasının eteğindeydi eli. Gece o mis kokulu, sıcak ana koynunda kim korkardı ki.
Lakin Çanakkale geceleri köydekinden daha karanlıktı sanki, gök gürlemesi de daha ürkünçtü. Siperde birine sokulmaya utandı, asker adam korkar mı demelerinden çekindi. Kıvrıldı toprağa, ‘kulvuyu’ okudu, ‘eşedenini’ getirdi.
Çanakkale’de çocuk olmak…Ferizli’nin, Söğütlü’nün, Taşlıçay’ın köyünden hiç dışarı çıkmamış ki başka başka adamlar görsün. Şimdi kara kara herifler var siperde ağabeylerinin yanında, Arap diyorlar.
Böyle anlamadığı dilde konuşan insanlar var, Kürt diyorlar, Çerkez diyorlar, Boşnak diyorlar. ‘Osmanlının çocukları böyle olur yavrum, her Müslüman milletin çocuğu geldi buraya, her milletin anası ağladı Çanakkale’de’ dedi onbaşı komutanı.18 Mart sabahı bir çocuk olmak...!!
***
14.KUTSAL EMANET..
( Bu hikaye Çanakkale’nin Gelibolu ilçesinde türbesi bulunanKaracabey in hikayesidir )
Karacabey ve arkadaşlarının etrafı düşman tarafından kuşatılmıştı.
Silah arkadaşlarının bazıları yaralı bazıları da çoktan şehadet şerbetini içmişti...Bir ara Asım çavuşla Karacabey göz göze geldiler Asım çavuş bakışlarıyla "Her şey buraya kadarmış yapacak başka bir şey kalmadı" der gibiydi.
Karacabey bakışlarını ümitsizce yere indirdi. Aslında çavuş haklıydı ellerinden geleni yapmışlardı ama maalesef olmamıştı işte.
Madem ki buradan sağ çıkılmayacak o zaman taşıdığı kutsal emanetini namerde teslim etmeyecekti.
İlginç bir fikir geldi o an aklına.Telaşla elindeki bayrağı,cebinden çıkardığı çakısıyla küçük parçalara ayırmaya başladı Onu meraklı gözlerle izleyen Hasan dayanamayıp kısık bir sesle-Sen ne yapıyorsun Allah aşkına dedi..
Karacabey arkadaşına şöyle bir baktıktan sonra işine devam etti.
-Kutsal emaneti ne hale getirdin?Yakıştı mı sana bu hareket biz ne için buradayız ne için savaşıyoruz dedi Hasan ve devam etti. O bayrak için anlıyor musun o ay yıldızlı bayrak için tüm bunlar.
Karacabey öfkeyle ayağa kalktı..-Bende biliyorum bu bayrağın uğruna nelerin verildiğini dedi.Ve küçük parçalara ayırdığı bayrağı aceleyle ağzına atmaya başladı.Hasan şaşkın gözlerle öylece izliyordu.
Karacabey in yaptıklarına bir anlam veremiyordu.
Karacabey ağzındaki son bayrak parçalarını da yuttuktan sonra tekrar Hasan a döndü.-Bana emanet edileni ; bu kahpe döllerinin ayakları altında çiğnetmem dedi hiddetle ..
Hasan ın toza toprağa bulanmış yanaklarından ılık ılık gözyaşları süzülüyordu…
Son bir hamle ile düşman kuşatması bozulmak istenmişti.Asım çavuş ve askerleri savunmaya geçmişlerdi.
Bir süre sonra ortalıktaki toz dumançekildiğinde Karacabey yaralanmış bir kenarda yatıyordu hemen yanı başında ise sol göğsünden vurulmuş Hasan ın cansız bedeni vardı, gözleri açıktı, sanki gülümsüyordu.
Hasan Bölgeye gelen takviye Türk birlikleriyle kuşatma bozulmuştu.Sıhhiyeler yaralıları sedyelerle bir kenara topluyor yapılabilecek ilk yardımı yapıyorlardı.
Yüzbaşı Mahmut yaralılar içinde yatan Karacabey i tanıdı ve yanına yaklaşarak -Sen alemdar değil misin?-Evet komutanım-Peki bayrak nerede asker? Ben etrafta bayrak göremiyorum dedi.
Yarasının acısı, yüzünden okunuyor du.Karacabeyin feri kesilmekte olan gözlerini komutanın gözlerine sabitledikten sonra-Bayrağı yuttum komutanım dedi.Komutan şaşkın bir ifadeyle-Ne yuttun mu, Neden?
Karacabey gülümseyerek-Düşmanın eline geçmesin diye komutanım.
Komutan bu duruma inanmamış boş bakışlarla Karacabey i süzüyordu Karacabey de yüzbaşının kendisine inanmadığının farkındaydı.
Bugüne kadar dürüstlükten ve yiğitlikten ödün vermemişti vermesine de komutanın bu hali çok zoruna gitmişti Karacabey in..
Kendini toparladı ve kemerinden çıkardığı keskin palasıyla gözünü kırpmadan bir çırpıda karnını yarıverdi bu gözü kara adam.Yuttuğu bayrak parçaları da dışarıya akmaya başladı al kan içinde…
Sonra yüzbaşıya dönerek-Komutanım benim mezarımdan hiç bir zaman bayrağımı eksik etmeyin dedi ve kelimeyi şehadet getirip bir daha açmamak üzere gözlerini son kez kapattı...
***
15.ÇANAKKALE’DE MEHMETÇİĞİN ASALETİ...!!
Çanakkale’de savaşan askerlerimizi Mecîdiye Bataryası Kumandanı Yüzbaşı Mehmed Hilmi şöyle anlatıyor:
“Bir deniz harbinin arefesinde olduğumuzu hissetmiştik. Bütün erlerde savaş için büyük bir istek vardı. Bu hâli sürdürmek lâzımdı.
Bölükte namaz kılmayan hiç kimse yoktu. Telkinlerim netice vermiş, askerin dînî hisleri olgunlaşmıştı. Maneviyatlarının sarsılmaz bir hâle gelmesi için elimizden geleni yapıyorduk. Bunu sağlamak için şu talimatları verdik:
Bugünden itibaren dâima abdestli bulunulacak ve harbe abdestli başlanacak. Topların birinci doldurma işi, erler tarafından Ezân-ı Muhammedî okunarak yapılacak. Yeni gelen erlerin maneviyatını yükseltmek için yüksek sesle tekbir getirilecek; ayrıca Kur’ân-ı Kerîm okunacaktır. Ateş esnasında bütün batarya, sesli olarak tekbirlere iştirâk edecektir.”
Bu ruh hâli ile savaşan ve şehit düşen askerlerimizin asaleti şu notlarda da görülmektedir:
Düşman askerlerinin zafiyetinde mehmetçiğin asâletini bir İngiliz eri Joe Murray şöyle anlatıyor: “Kasım 1915, çok yağmurlu geçti.
Bir gün Zığındere’deki siperlerimizi sel bastı. Siperlerimiz su ile doldu. Silahlarımız su altında kalmıştı. Hasta olan arkadaşlarımız selde boğuldu. Kurtulabilenler, derenin iki yakasına çıkmışlardı. Hepimiz açıktaydık ve Türklerin hedefiydik.
Türkler istedikleri gibi yanımıza gelebilir veya bize ateş edip imha edebilirlerdi. Türkler, ikisini de yapmadılar. Uğradığımız felaketi atlatmamızı beklediler.”
Düşmanına bile zor vaziyetinde merhamet gösteren Mehmetçiğin bu iyiliğine karşılık, düşmanın vicdanî hissiyattan uzak olan davranışını bir İngiliz üsteğmen T. Watson şöyle anlatıyor: “Aralık ayı çok soğuk geçiyordu. 2 Aralık 1915 günü Osmanlı askerleri bu soğuğa dayanamaz oldular.
Zığındere’deki siperlerinden çıkıp çalı-çırpı toplayarak ateş yakmaya başladılar. Donmamak için buna mecburdular. Duman ve ateş onların yerlerini açıkça ortaya çıkartıyordu. Biz de üşüyorduk ama ateş edebilecek kadar gücü olan arkadaşlarımız için bu iyi bir eğlence oldu. Açığa çıkmış olan Türklerin pek çoğunu o gün vurduk...!!!
***
16.ALLAHIN RESULÜ DE ORDAYDI.!!..
Çanakkalede Kainatın Efendisinin mevzilere geldiği,manen askerlerimizi desteklediği,askerimize güç ve kuvvet verdiği,harbi manen yönettiği hususunda açık zuhuratlar vardır.
Kuran-ı Kerimde bir çok yerde,Bedir Harbinde Allahın müminleri melek ordularıyla desteklediğine dair ifadeler var.Müminleri Allahü Teala bütün harplerde melek ordularıyla destekler,nusretini gönderir.
Bu kesin bir kaidedir.
Çanakkale Savaşına katılan Anzaklardan geri dönenlere arkadaşları soruyorlar.Orada siz kimlerle savaştınız diyorlar.
Onlarda:-Biz orada boyu minare kadar uzun kişiler gördük diyorlar.İşte onların gördükleri ,ilerde Yunan Harbinde,Kıbrış Savaşında düşman askerlerinin gördüğü yeşil sarıklar takmış melek ordusundan başkası değildi.
Ayette Rabbimiz.-Sizin görmediğiniz ordularla destekledi,buyurmaktadır.Bu melek orduları müminlere görünmez ama kafirlere görünür.
Mekkenin fethinden sonra yirmi gün sonra Huneyn Savaşı yapıldı.Savaşa Mekkenin Fethinden sonra iman edenlerden de katılanlar olmuştu.İçlerinden birisi müslüman olmuştu ama içi tam itminana kavuşmamıştı.
O savaşta meleklerden bazı emareler görmüş,şöyle şöyle şeyler gördüm demişti.
Bunun üzerine Resulullah sav.-Dikkatli ol,Onları ancak kafirler görür buyurmuşlardı.Yani senin kalbinde hala şek var demek istemişlerdi.
Müslümanların gaybe iman etmeleri gerekir.Rabbimiz:Onlar gaybe iman ederler buyuruyorlar.Bu konuda anlatılan hikayelerin olabileceği hususunda kalbimizde bir şüphe barındırmak iyi değildir.
Çanakkalede top yekün bir ümmet Türküyle,Kürdüyle,Lazıyla,Çerkeziyle,Arnavuduyla,Boşnağıyla,Arabıyla Osmanlı topraklarını,en son vatanımız olan Anadoluyu savunmuşlardır.
Biz bunların hepsine birden Türkiye adını veriyoruz.Çanakkale Ümmetin zaferidir..Hz.Muhammed Ümmetinin Haçlılara karşı cihadıdır ve sonucunda Allahın nusretiyle muzaffer olmalarıdır.
Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın .Son yurt Anadolumuzu bölüp parçalamak isteyen dış güçlere fırsat vermesin.Bu milletin bu Ümmetin evlatlarına İslamda birleşme şuurunu nasip etsin..
***
17.İNGİLİZ GENERAL HAMİLTON’UN RÜYASI...
İngiliz Orduları Çanakkale cephesi Başkomutanı General Hamilton sonradan neşrettiği hatıralarında şunları yazar.
’7 Nisan 1915, İskenderiye: Yahudilerden faydalanacağımıza inandım.
Onları kendi çıkarlarımız için istismar edip Yahudi gazetecilerin ve bankerlerin çabalarını sağlardık; Yahudi gazeteciler bizim davamıza renk katar, Yahudi bankerler de kesemize para yağdırırdı.
17 Haziran 1915: Merakımı mucip olmuştur; karşımızda Hristiyanlara düşman bir Müslüman eri ols, hatta o er kısmen aç olsa, kendisine 10 şiling verilse ve iyi bir akşam yemeği ile karnı doyurulsa, ne yapardı acaba?
Maamafih, dünyada Osmanlı Türkü’nden başka din uğruna canını fedaya münakaşasız hazır bir millet ve asker yoktur. Teslim olması için her asker başına 10 şiling yerine 50 ingiliz lirası teklif etsek yine de Türk askeri onu suratımıza çarpar, dünyaya rezil oluruz.
30 Haziran 1915, İmroz: Garip! Çerkez asıllı Türk esirlerinden biri, yaralı bir İngiliz askerini ateş altınta sırtına alıp taşımış.
5 Temmuz 1915, İmroz: Saat altıda Türkler hat halinde değil, bir çeşit arı sürüleri gibi yığınlarla hücuma devam etmekteydiler. Çalılıklar içinden binlerce Türk çıkıyordu.
Makineli tüfeklerin yaylım ateşiyle çoğu öldürüldü. Cesetleri topraklar üzerinde duruyor. On güne kalmaz, Türk askerleri tamamiyle eriyecektir!
21 Ağustos 1915, İmroz: Saat sabaha karşı 4.30 idi. 11.tümenin, Türklerin ileri mevzilerini ele geçirdikleri haberi geldi. Yeniden karakol dağa tırmandım. Bu sefer İsmailoğlu tepesini hiçbir kuvvet elimizden kurtaramazdı.
Sabah erken saatlerde durumda umulmadık bir değişme başladı.
Gittikçe yoğunlaşan bir sis, etrafı göz gözü görmez hale getirmişti. Top, tüfek, sesleri birer birer azaldı ve cephe sustu. Tabiat Türkleri gizlemiş, Allah onları korumuştu.
21 Eylül 1915 günü idi. İmroz Adasında çadırımın içinde küçük karyolamda yatıyordum. Birdenbire kendimi buz gibi suların içinde buldum. Birisi beni denizin dibine doğru çekiyordu, boğuluyordum, iki kuvvetli elin, boğazımı sıktığını hissediyordum.
Bu iki kuvvetli el beni hem boğuyor, hem de denizin dibine doğru çekiyordu. Gittikçe nefesim kesiliyordu. Fakat tam bu sırada kan ter içinde uyandım.
Vücudum zangır, zangır titriyordu. Boğazımı sıkan iki kuvvetli eli uyandıktan sonra da görür gibi oldum. Çadırın içinde sanki bir hayalet dolaşıyordu.
Fakat karanlıkta bu hayaletin yüzünü seçemiyordum. Hayalet kaybolduktan sonra rahat nefes alabildim.
Çadıra bir düşman mı girmişti? Buna imkân yoktu. Uyandıktan sonra, saatlerce rüyanın tesiri altından kurtulamadım.
Kafamda acaip düşünceler dolaşmaya başladı. Üzerimize bir tehlike çökmüş, bizleri meş’um bir akibet mi bekliyor diye düşündüm..
***
18.METREKAREYE 6000 MERMİ!!.
Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelir. Temas ve incelemeler yapacak, neticeyi yetkililere aktaracaklar. Gerektiği kadar da ikili işbirliği gerçeklestirecek.
Işler buraya kadar çok iyi... Japon heyeti yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra Bakanlıkta toplanırlar. Heyetin hakkımızdaki tespiti ilginçtir: Sizin çocuklarınızda milli şuur yok!!
Bizimkiler şaşırır! "Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır." Yine de fazla ses çıkarmazlar! Ne de olsa misafirdir! Bizimkiler sorar, "Peki, Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Japon uzmanları anlatmaya başlar: Biz gençlerimize ilkokula başlamadan "şok testler" uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız.
Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü neticesini görerek bir şok olurlar.
Sonra... Bu şoktan sonra Hiroşima’ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; değil hayvan, bitkinin bile yeşermediğini gösteririz. Ve deriz ki "Eger sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz vatanınız, işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlı yaşayamayacak biçimde size bırakıp giderler.
Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar.
Sizlere şunu hatırlatalım ki, Türkiye’de birçok teknik elemanımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz. "
Bizimkiler şaşkınlık içinde sorarlar : -Peki ya Türkiye için tespitiniz var mi? Varsa gözlemleriniz nedir?
Japonlar,elbette var" derler. Bizimkinden çok daha önemli.
Bir tanesi Çanakkale Savaşları’nın olduğu bölge. Bu bölge gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türk’ler her şeye rağmen galip çıkıyor, olamayacağı olur hale getiriyorlar.
En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın galip geldiğinin ispatını yapıyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.
Evet M²’ye 6.000 Mermi!... M²’ye 6.000 Mermi!... 6.000 Mermi!... Bizim yetkililer şoka uğrarlar..
18 Mart Çanakkale Deniz Savaşı’nın iki mimarı.Müstahkem Mevki Kumandanı Cevad Paşa
Ve o gün topçularımıza tarih yazdıran emirleri veren Yarbay Selahaddin Adil Bey..
Unuttuk mu unuttuk.Daha doğrusu unutturuldu..Neden acaba
Taşıyamazsın!" Ne demekti?Şu canavara benzeyen gemi kurtulacakmıydı?Top,boynu bükük mü kalacaktı?
Savaş heyecanı içerisindeydi.Sağda-solda mermiler patlıyor, üzerine taş-toprak yağıyor, yüzlerine patlamaların çankıları yansıyor, içlerinden biri vecd e gelmiş, gözlerinden ip gibi yaş akıtarak EZAN okuyordu.
Seyit’in içi dolup taştı.Bağırdı:"Siz verin!Haydi çabuk!"Allah var gam yok!"
***
19.VE KOCA SEYİT KÖYÜNE GELİR..
Köyünde onu herkes öldü bilmektedir.Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürür.
Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.“-Sen kimsin?-Ben Seyidim.
-Biz seni öldü biliyoruz.
-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.”
Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”
Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.
***
Kocaseyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.
1889’da Balıkesir’in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.
Mavi gözlü ve ufak tefektir.Gariban Anadolu köylüsü.Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.1909’da askere gider.1912’de Balkan Savaşı’na katılır.
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.18 Mart1915’te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı’nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası’nda görevlidir.
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası’na isabet eder. Mecidiye Tabyası’nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk’tur.
Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.
Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.
Seyit Ali, 1909’da gittiği askerden, 1918’de onbaşı olarak döner.1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.1918’de terhis olur.
Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.
Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.Seyit Ali Çabuk, 1939’da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.Köyündeki mezara gömülür.
Kocaseyit’in köyü, hala yoksul...Yüze yakın torununun yaşadığı Kocaseyit Köyü (köyün adı sonradan Çamlık, 1990’da da Kocaseyit olmuştur), büyük oranda elektriksiz ve susuz.
Aynı dedeleri Kocaseyit gibi.Kocaseyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.
***
20.O’NUN ANNESİ VAR ..
Çanakkale’de, Fransız komutanı hayrete düşüren bir tabloyu kendisinden dinleyelim: ’’ Savaş meydanında, saha çalışması esnasında ilginç bir olayla karşılaştım.
Biraz önce, biri diğerini öldürmek için çarpışan askerlerden bir Türk askerini, yaralı askerimizi tedavi ederken bulmuştum.
Neden böyle davrandığını sorduğum Mehmetçik, tercüman aracılığıyla bana: ’Komutan! Şu anda ikimiz de yaralıyız.
Sizin askerinizi tam vuracakken, cebinden annesine ait olduğunu öğrendiğim bir resim gösterdi. Anladım ki, bu askerin annesi hayatta, benim ise kimsem yok. Bu arkadaşın, annesine kavuşması lazım...’ deyince meseleyi anlamıştım...
Beni biraz sonra, daha da dehşete düşüren hadise ise, aynı Mehmetçiğin, kendi yarasını ot ile tıkayıp, gömleği ile bizim askerin yarasını kapatmış olmasıydı...
Sözün özü, cephede bile merhameti elden bırakmayan Mehmetçiğe, merhametten uzaklaşan yaşlı dünyamızın ihtiyacı var vesselam.
***
21.RAMAZAN IBADETI ORUCU TUTMAYANLAR ..
Hacı Baba evde tesadüfen bulduğu Osmanlıca yazılmış anı defterini okuyunca göz yaşlarına boğulur.
Ev halkını masanın etrafında toplayıp onlara da okur.
Hacı Baba okudukça, masanın etrafındakilerin gözyaşları sel olur."Benim güzel kızım, evvela gözlerinden öperim.
Bugün Temmuz ayının 14’üdür. Ramazan-ı Şerif’in ikinci günü.
Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Efendi, fetva yayınlamış derler de, Çanakkale cephesinde harp eden askerin oruç tutmamasına ruhsat vardır. Lakin benim içim rahat etmedi. Gece nöbette, siperin önünde iki kök çiriş buldum.
Allah’ın hikmeti, nasıl kalmış ise onca harabatın içinde...
Onunla sahurumu yaptım, lakin kimseye söylemedim. Bütün gün yeni siperler kazmakla iştigal ettik. Bir kerecik bile susamadım. İftara doğru düşman, taarruzu arttırdı. İçimden ’İftar etmeye fırsat kalmayacak’ diye geçti.
Sonra komutanın emriyle bütün atışlar birdenbire durdu.
Siperlerden birinden bir asker çıktı. Düşman taarruzuna aldırmadan ’Allah-u ekber’ diye akşam ezanını okumaya başladı. Yanıma döndüm, elden ele dolaşan mataralar vardı. Bir yudum içen, yanındakine veriyor. En son bana geldi.
Dudaklarım titredi. Ben de diyordum ki, bir tek baban oruçludur. Lakin bütün bölük oruçluymuş. İçime bir ateş düştü o an. Ben o iki çirişi yedim ya, bunca insan sahursuzken ben onları nasıl yedim?
Ben şimdi gardaşlarımın hakkını nasıl öderim? Ezurumlu’nun, Darendeli’nin, iftarını yapmadan şehit düşen Yeniceli’nin hakkını nasıl öderim?" Masadaki herkes gözyaşı dökerken, Hacı Baba konuşmaya devam eder;"Defteri nereden buldunuz bilmiyorum ama eğer sahibi yoksa, bunu herkesin görmesini isterim.
İftarını, sahurunu yaptığımız Ramazan’ların kıymetini bilelim..."Ramazan’ın ruhu bundan daha iyi nasıl anlatılır bilmem ama bildiğim bir şey var :Bizim önce ’Çanakkale ruhuna’ niyet etmemiz lazım!!
***
22.KAVAL KEMİĞİ
Bu vesile ile bir de Çanakkale/Gelibolu da askerliğini yapan bir arkadaşımızın anlatısını paylaşmak istiyorum;
Komutan o gün çevre temizliğinizi yaptıktan sonra alanlarınızı biraz daha genişleterek arazi yüzeyinde savaşa ait buluntularınızı getirin der askerlerine.Askerler dağılırlar.
Ve birisi yerde yarı topraga gömülü bir kemik bulur.Bu bir kaval kemik idir.Asker diğer bir iki arkadaşına seslenir.birlikte incitmeden birazda ürpererek kemiği çıkarırlar.ve görürler ki kemik tam ortadan çatlamış nere ise ayrılacak.Bakarlarki o çatlağın içerisinde bir şarapnel parçası (misket) görürler.
Üzülmekle karışık bir heycan içerisinde kaval kemiğini incitmeden, şeklini bozmadan Komutana getirirler.Komutan aynı duygular içerisinde kaval kemiğini misket arasında olduğu halde korumaya alır.
Yani topraktan çıktığı haldeki orijinallığını bozmaz.Olay üst komutana aksettirilir.ve karar :Kaval kemiği müzeye konulmak maksadı ile yolculuğuna başlar…
Karmaşık duygular içerisindeyim. O kaval kemiği yerindemi dursaydı ? Başka bir şehit mezarınamı konsaydı? Yoksa müzeyemi gitseydi? Hangisi eftal olurdu acaba?
Dedim ya karmaşık duygular içerisindeyim. TAKDİRİ İLAHİ.
***
23.ÇANAKKALE MALESEF GEÇİLDİ NASIL MI...???
ÇANAKKALE SIRADAN BİR TOPRAK KAVGASI DEĞİL, İMAN İLE KÜFRÜN HAK İLE BATILIN SAVAŞIYDI;
AZİZ ŞEHİTLERİMİZ VATANIMIZA MİLLETİMİZE BAYRAĞIMIZA, KITABIMIZA, MUKADDESATIMIZA HALEL GELMESİN DİYE CANLARINI SEVE SEVE VERDİLER VE ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİRTTİLER...
YANİ MÜSLÜMAN TÜRK TOPRAKLARINA KÜFÜR GİREMEZ DEDİRTTİLER,
AMA SONRA NEMİ OLDU ECDADIMIN CANLARINI HİÇE SAYARAK KATTIRTMADIKLARI KÜFRÜ, İNKARI, SOYTARILIĞI BİZLER GÜLE OYNAYA KABUL ETTİK ...
(CENNET MEKAN ECDADIMIZDAN BİNLERCE KERE ÖZÜR DİLİYORUZ)
ÇANAKKALE NASIL GEÇİLDİ...
Neden Siper kazdılar neden canlarını verdilerNamusumuz dediğimiz kızlarımız, evlatlarımız bu hale gelsin diye mi?
Seyit Onbaşı yüzlerce kiloluk mermiyi tek başına ne için yükledi topa?Gençlerimiz uyuşturucu ve alkol batağında yok olsunlar diye mi?
️Binlerce mermiye ne için göğüs gerdiler?İnsanımız ahlaksız yayınları seyrederek MÜSLÜMAN TÜRK örf ve adetlerinden uzaklaşsın ar, namus ayaklar altına alınsın diye mi?
Mehmetçik omuz omuza ne için çarpıştı?Küçücük çocuklarımızı ahlaksız televizyon programlarını seyredip onları örnek alsınlar diye mi?
Ekmek bulamaz, çarık dahi giyemez bir vaziyette vatan için mücadele eden Mehmetçik ne için şehit oldu?
Kendini bilmez maşaların yayınlarından etkilenelim diye mi?️
Mehmetçik günlerce aç ve susuz bir şekilde Çanakkalemizi ne için savundu?Minik yavrularımız televizyonda görüp özendikleri uyuşturucuya bağımlı olsunlar diye mi?
Çanakkalede namusunu çiğnetmemek için anadan, yardan vazgeçen kahramanlarımız ne için canlarını seve seve verdi.
Tiktokta karısını yarı çıplak dansòz gibi oynatıp altına "canım karım ne güzel oynuyor" diye yazıp deyyusluk yapsın diye mi?
Mezara bile konmayacaklarını bildikleri halde o kadar insanımız ne için canını verdi?
O günlerde savaşarak Çanakkaleyi geçemeyen düşmanın, bugün elini kolunu sallayarak, güzelim vatanımıza girip bu ahlaksızlıkları yapsın diye mi?
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ Dİ…
AMA NASIL GEÇMİŞLER ŞİMDİ ANLADINIZ MI?
18 MART GELDİĞİNDE ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DİYE ÖVÜNÜP O MUHTEŞEM DUYGUYU HİSSETMEYİN SAKIN KENDİNİZİ KANDIRMAYIN...
ATALARIMIZ BİZİM İÇİN ÇANAKKALEYİ KAPATMIŞLARDI…
AMA BİZ KENDİ ELLERİMİZLE DÜŞMANA ÇANAKKALEYİ GEÇİRDİK…
ŞU ANDA DÜŞMANIN EN BÜYÜK SİLAHI“TELEVİZYON İNYERNET VE DİGER YAYINLAR” BİLİNÇLİ HER VATANDAŞIMIZ BU KONUDA GEREKLİ ÖZENİ GÖSTERSİN VE GENÇLERE AHLAKSIZ VE KÖTÜ TELEVİZYON VE AHLAKSIZ YAYINLARINI SEYRETTİRMESİN VE SEYRETMESİN...
BU KONUDAKİ TEPKİMİZİ ORTAYA KOYALIM.
Şimdi tekrar düşünün, Bu kadar insanımız bütün bunlar için mi şehit oldu?
Maalesef değil ama umursamazlığımız yüzünden bugün bu hale geldik...!!!
Komutanım benim tüfek bozulmuş tetik basmıyor , diyen askere yüzbaşı :"Tüfek sağlam oğlum senin parmağın kopmuş "denilen kahramanlık destanıdır ÇANAKKALE.
***
24.BABAN GELİRSE BENİ HEMEN ÇAĞIR HA..!”
Balıkesir’de Ali Sururi İlkokulu karşısındaki boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır, pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet (Alkalp) dede vardı. Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Ve devam etti:
“Rahmetli babam, Hafız Ali Çanakkale’de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu. O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, kuvayı milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı… Çocukluğumuz hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti.
Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse yanıma gelir ve:
- Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
- Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
- Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..! derdi.
Anam babamı bekledi durdu..
Büyüdüm, dükkân açtım. Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni çağır ha..!” diye tembihlerdi.
Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti. “Bana iyi baktınız, hakkınızı helal edin” dedi.
Bana döndü yavaşça:
“Baban gelirse ona: ‘Annem hep seni bekledi’ de!” dedi.
Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek:
“Hoş geldin bey, Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”
(Cevdet Alkalp’le Röportaj Yapan Kişi Araştırmacı Yazar ve Bursa Çınar Anadolu Lisesi Coğrafya Öğretmeni Mustafa Doğru)
Allah cc.tüm şehitlerimize rahmet eylesin. .Çanakkale zaferimizin, mübarek üç ayların ülkemize ve tüm inananlara hayırlar getirmesini, yapacağınız ibadetlerinizin ve dualarınızın kabul olmasını Cenab’ı Hak’tan niyaz ediyorum.
18.03.2022//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU