- 292 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hicaz’dan Endülüs’e
Hicaz’dan Endülüs’e
(Ersin Nazif Gürdoğan)
Medeniyet olgusunun ele alındığı her yazıda her kitapta şehirler başat bir değer oluşturur. Medeniyetler daha çok şehirlerle kimlik bulup şehirlerde yaşatılır. Şehirleri değerlendirirken olumlu ve olumsuz yanlarıyla irdelenir. Hem ihtişamı hem de zorlukları ele alınır. Şehirlerin, şehirliyi zenginleştirmesiyle beraber, özellikle büyük kentlerin insanın gönül yanını yok sayabileceği de ihtimal dâhilinde tutulur. Şehirlerin, insan gönlünü zenginleştirmeyi amaç edinmiş adacıklarının yanında, keşmekeşliği, hoyratlığı, trafiği gibi insanı yoran etmenlerde bir realitedir. Bu bağlamda şehir plancılarına, şehrin siluetine, şehrin müdavimlerine yönelik ayrıntılara dikkat çekilir. Özellikle, şehirlerde, insanın bencilliğini büyütecek gayretlerden daha çok, şehirlinin gönlünü zenginleştirecek biçimde, şehirlerin inşa edilmesine yönelik kafa yorulur. Yazarın öngörüsüyle, büyük kentler içinde, ya kaybolur insan ya da kendi iç dünyasını kalabalıklar içinde aramaya koyulur. Şehirler ile şehirliler arasında kuvvetli, sağlam bir bağ olması istenir. İnsanı zenginleştiren, güzelleştiren, istenen bir bağdır bu.
İnsan doğduğundan beridir yollardadır. Az veya çok seyahatlere çıkar. Nesimî’nin dediği gibi; “yeri göğü düzen benim/ geri dönüp bozan benim/ cümle yazı yazan benim/ bu divana sığmazam” Türünden bir hareketliliktir. Kitabın içeriğine değinerek devam edelim. Yazarın seyahat mekânları İstanbul, Hicaz bölgesi, Mekke, Medine, Cidde, Avrupa’nın bilumum kentleri, daha çokta Endülüs-İspanya’dan Kurtuba ve Gırnata yer alır. Gırnata’yı kentlerin gelini olarak görür. Arapçada -güzel şehir- anlamına gelen Kurtuba, kentlerin sultanı olarak bilinir. Seyahatlerle geniş bir coğrafyadaki İslam medeniyetinin merkezleri ve özellikle Endülüs devletinin izleri sürülür. Seyahatte huzur vardır perspektifiyle yol alır yazar. Elbette ki insanlar gezerken gördükleri yerlere, dinledikleri insanlarla yenilenirler. Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Yedi Güzel Adam arkadaşlığı ve anı-alıntı kesitleriyle düşünce ve bakış açısı genişletilir. Gezi ve anı karışımı bu kitap, “Hicaz, İngiltere ve Endülüs” yazı bölümleriyle kırk dokuz yazı ve yüz yetmiş dört sayfa hacmindedir. Seküler dünyanın, soyut değerlere inanma ve bağlanma gücünü büyük ölçüde yitirdiği vurgulanır. Karışmış bir akılda ve allak bullak olmuş bir zihinle doğru istikamet bulunamayacağının altı çizilir. Maalesef ki Endülüs’te, Avrupa Rönesans’ının kaynağını oluşturan büyük ve zengin medeniyet, Batılıların eliyle yakılıp yıkılmıştır.
Gemilerini yakan Tarık Bin Ziyad’ın, sekiz asırlık Endülüs medeniyetinin yıkılış hüznünü taşıyoruz biz. Orta Çağ skolâstiğinin ortasında, güngörmüş bir medeniyeti anıyoruz. İbni Arabî’nin Endülüs’ün Mursiye şehrinde ki doğum hediyesini, varisini taşıyoruz. Viyana önlerine gidişlerimizden önce, 1492’de Endülüs’ten, Avrupa’dan dönüşümüzün burukluğunu taşıyoruz. Hüznün, hüzünle yenildiği dünyamızda özgürlüğün olmadığı yerde özgünlük olamıyor, acımanın kardeşi olarak hüzün Endülüs’le devam ediyor maalesef. Akıldaki bütün sorularla, yüreklerde ki bu ıstırap gurbet gibi dokunuyor. Biz Müslümanlar, yürek burukluğu içinde sebep- sonuç korelâsyonunu çok iyi irdelememiz gerekiyor sonuçta. Tutsak olmamayı istemekle olmaz, eylem gerekir anlayışında olmamız gerekiyor.
İhtişamın, güzelliklerin arkasında hep bir fanilik ve geçicilik vardır. Önemli olan eşyanın gerisinde ki manadır. İnsan, dünyanın peşinden koşmaz, dünya, insanın arkasından gelmelidir düsturuyla, felsefesiyle dünyaya, kâinata bakan bir medeniyetin varisleri olarak ayakta durmalıyız. Allah dışında galip yoktur anlayışımızla, yenmek ve yenilmek gayretimizin içerisindedir. “Kim ki Allah’a sahiptir, o neden mahrumdur. Kim ki Allah’tan mahrumdur, o neye sahiptir” diyen Necip Fazıl’ın bahsettiği düsturdur bu. Yeri gelince de Tarık Bin Ziyad gibi geri dönmemecesine gemileri yakmaktır bir yerde. Gemileri yakmayanlar, yakmadıkları gemilerin büyülerinden kurtulamayacaklardır.
İnsanı çıkarsanız, şehirler beton yığınlarıyla kalakalırlar. Önemli olan insanın mutluluğudur, zenginleşmesidir. İnsanın hem kendini hem de yaşadığı ortamı tanıma büyüsünde yol alan bir zenginliktir bu. Pervasız tüketime, gösterişe hep bir itiraz vardır. Serzeniş, ekonominin istismar aracı olan tüketim çılgınlığıdır. Bu hastalıklı duruma düşen medeniyetlerin yıkılışları kaçınılmazdır. Ama her şeye rağmen, yazarın ifadesiyle, savurganlığın, gösterişin önü, derin düşünmesini, yalın yaşamasını bilenlerce kesilecektir. Bu bağlamda seküler anlayışlara, açgözlülüğün iktidarı olan kapitalizme hep bir itiraz vardır. Kendi kültürlerini zenginleştiremeyen toplumlar, ekonomilerini zenginleştiremeyeceklerdir bir taraftan.
Ruhu olmayan büyüklerin kazancı hep geçicidir. Allah, önünde her varı yok görmeyenlerin var olamayacağı anlayışı, Müslüman bakışının bir dibacesidir. Müslüman-İslam Medeniyeti; dokunduğu şehirleri güzelleştiren anlayışa sahiptir. Hatta yazarın ifadesiyle “bir ülke, bir kere bile de olsa Müslümanların yönetiminde kalmışsa, o ülke kutsal kültürün ülkesidir” Günümüzde ve dahi üç yüz senedir dünya düzeni normlarını belirleyen İslam-Müslüman dışı güçler olsa da Müslümanların her daim insanlığa söyleyecek sözleri, çözüm önerileri hep olmuştur ve olacaktır.
Medeniyetlerin inşasında, bilgi ve bilgelik bir vasıtadır. Bilgi ve bilgelik, yüzyılların içerisinde elde edilen bir olgudur. Hayatı anlamlı ve yaşanır kılan bilgi ve bilgeliğin vatanı yoktur. Bu aydınlıkta medeniyetler inşa olur. Uygulamasız bilgi, bilgisiz uygulama olmayacağı da bir gerçektir. Arzulanan, istenen hep bir uzun soluklu, kalıcı bir medeniyet tasavvurudur. Gösterişe dönüşmeyen güzellikte aranılan büyük bir medeniyet tasavvurudur bu. Aklı önceleyen felsefe, aklı tek başına yeterli görmez. İnsanlar sadece akıllarıyla değil, gönülleriyle de düşünmelidirler. Bu bilgi ve gönül ortamında hikmeti arayan arifane bir bakışla sonuca ulaşılır.
Yazar, batı medeniyetine eleştirilerini hep yapar. Üç yüz yıllık sanayi toplumunu kuran batının, teknik ve bilgi birikiminin bilgelikten yoksun olduğunu belirtir. Batının temellerini oluşturan seküler kültürün büyüttüğü teknik bilgi birikimi içinde maneviyatın olmadığına vurgu yapar. Medeniyet kurmada aklı, yüreği ve kutsalları öncelemek gerekir. Yazarın dediği gibi; “dünyayı kurtaracak olanlar, aklı yalnızca başlarında olanlar değil, aklı aynı zamanda gönlünde olanlardır. Onlar bir kutsal kitap gibi hem konuşur, hem de susarlar” Sonuçta her bir gaza, güttüğü davadan alacaktır kuvvetini. Gayret kuşağının belimizde hep takılı olmasından başka çaremiz gözükmüyor. İbn Battûta gibi gayret sahibi olmak gerekiyor. Son olarak yazar kitabın final cümlesinde şunu söyleyerek istikameti gösterir; “yeni dünyada Batılılaşma değil, Doğululaşma tartışılıyor”
İlkay Coşkun
09.03.2022
Genç Yürekler Dergisi
sayı 9, yaz 2022
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.