Kök ve Eli Benzin Bidonlu İnsan Kişisi
Düşünüyordu Kök. Acımasız olan ne zaman ne de mevsimlerdi. Sadece ve sadece insan kişisiydi onu böylesine yıkıma uğratan. Önce yapraklarından, sonra dallarından, şimdi de gövdesinden olmuştu. Bir şeyler yapmalıydı Kök. Elinde benzin bidonuyla sürekli çevresinde dolanıp duruyordu insan kişisi. Artık bir damla benzin ve bir kibrit çakımı kadar ömrü kalmıştı.
Düşünüyordu Kök. Dünya zemininde kalan son bir karışlık parçasının testereyle kesilirken çektiği acıları... Onu parçalaya parçalaya toprağından sökmek için uğraşan kazma kürek tutan eli… Hâlbuki eskiden… Ah eskiden…
Eli benzin bidonlu insan kişisi, yıllar önce bulmuştu Kök’ü. Bir rüzgârın savurup attığı çöplerin çevrelediği bataklık kenarında. O küçücük, cılız haliyle sicim gibi akan gözyaşlarıyla kendi kendini sulayıp büyütmeye çalışırken. Onlarca pislik içinde öyle temiz ve dikkat çekiciydi ki… İncecik bedeninde farklı boyut, renk ve şekillerde üç adet yaprak vardı. Yapraklarından biri en küçük boyutta olmasına rağmen fosforlu yeşil rengiyle en göz alıcı olanıydı. Diğeri; biraz daha büyükçe, kenarları tırtıklı, yakut kırmızısıydı. Öyle ki dönüp dönüp yeniden geliyordu insanın bakası. Orta büyüklükte, canlı capcanlı, tatlı bir ametist eflatunuydu yapraklardan sonuncusu. ” Böyle bir yerde böylesine bir güzellik nasıl yaşar” diye düşündü eli benzin bidonlu adam. İncitmeden, kibarca o bataklığın içinden çıkarıp aldı onu. Götürüp kendi bahçesine dikti. Özenle suladı her gün. Her gün sevdi onu, her gün ilgilendi Kök’le. Onca bakım ve ilgi gün geçtikçe daha bir güzelleştirdi Kök’ü, geliştikçe gelişti. Üç yaprak, incecik bir bedenden çok yapraklı kalınca bir fidana evrildi. Yeni yerine çok çabuk uyum sağladı ve çok mutluydu. Çevresinde bir sürü yeni arkadaşlar vardı. Kurtulmuştu o bataklıktan. Burada çok ilgileniliyordu kendisiyle. Büyük bir minnet duygusu taşıyarak seviyordu ve çıldırasıya hayrandı eli benzin bidonlu adama. Zaten sadece Kök değil, tüm şehir onu seviyordu.
Herkes tarafından aranılan sorulan, namı dillerden dillere yayılan, sürekli takdir toplayan biriydi bu insan kişisi. O kadar bakımlı bir bahçesi vardı ki. Onun ne kadar marifetli, titiz, becerikli, çalışkan ve usta olduğu konuşuldukça gururla göğsü kabarıyordu… Çünkü kendi adıyla anılıyordu bahçenin güzelliği. Gerçekten de civardaki en bakımlı, en düzenli bahçe onundu. O bütün övgüleri layıkıyla hak ediyordu. Ama yıllar sonra işler değişti. Kök büyüyüp serpildikçe insan kişisinin namına gölge düşürdü. Önceden sadece bahçe ve insan kişisiyle fotoğraf çektiren yolcular, şimdi Kök ile bir kare fotoğraf çektirmek için sıraya giriyordu. İnsan kişisinin adı unutulur oldu. Artık bahçe insan kişisinin adıyla değil güzeller güzeli Kök ün adıyla aranır ve anılır olmuştu.
Dünyanın bütün meyvelerini ve çiçeklerini üzerine giyiniyordu, yazı kışı yoktu Kök’ün… Kışın ortasında, bembeyaz kar manzarasında incecik dallarında kavunlar karpuzlar taşıyordu. İnsan kişisinin baktıkça dili tutuluyor, gözleri hayretle açılıyordu. Bu lezzetlerin tadına sadece ben bakmalıyım diye düşünürdü. Kimse görsün, bilsin, yesin istemezdi. Kalın kalın örtüler sererdi meyvelerin üzerine. Kök ise hep insan kişisinin onu ve meyvelerini koruduğunu zannederdi. Sonra eli benzin bidonlu adam Kök’ün etrafını dikenli tellerle çevirdi, hiç kimsenin onun yakınlarına yaklaşmasını istemedi.
Ancak Kök, öylesine serpilip boy atmıştı ki en yüksekteki dalları civar memleketlerden bile görünüyor, çiçeklerinin mis kokusu ta oralardan duyuluyordu. Kokuyu takip edip gelenler insan kişisinin bahçesinde kuyruklar oluşturuyordu. Kimi bu kokudan mest olup ağacın altında ciğerlerine çekiyor ve oradan ayrılmak istemiyor, kimisi de bir tane meyve koparabilmek için sabahın erken saatlerinden akşama kadar beklemek zorunda kalıyordu. Bu gelen giden insanlardan, yeryüzü ve gökyüzü canlılarından bıkıp usanmıştı insan kişisi. Çünkü herkes ağacın güzelliğini görmek istiyordu ve artık kendisiyle ilgilenen yoktu. Önce yüksekçe bir merdiven inşa etti insan kişisi. En tepelerdeki dalların boynunu vurdu. Kıskanıyordu Kök’ü. Bu şehirdekiler yetmezmiş gibi başka başka diyarlardan gelip onu hayranlıkla seyretmelerini bir türlü hazmedemiyordu. Üzülmedi hiç, Kök’ün en yukarıdaki dallarını kesip, onu eksiltirken bir damla bile üzülmedi. Hatta “bu kuşlardan, uçan böceklerden de kurtulmalıyım” dedi. Ve türlü türlü tuzaklar hazırladı. Bu tuzaklara kapılan kuşların kanatlarından çok, gönülleri kırılmıştı. Engellenmişlerdi her yerden. Artık bu asil ağaca ulaşması çok zordu.
Bir gün insan kişisi yolda giderken süslü bir güvercinle karşılaştı. Güvercin sordu insan kişisine.
- Buralarda bir yerlerde her dalında değişik yapraklar, renkli renkli çiçekler açan bir ağaç varmış biz onu arıyoruz. Ta uzaklardan bakıldığında görünüyormuş, ancak biz göremedik.
İnsan kişisi:
- Sizin aradığınız bahçenin sahibi benim. Benim o, bahsettiğiniz ağacın sahibi. Ben yetiştirdim onu. Ben bu hale getirdim. Ben olmasaydım o şimdi çoktan ölmüş olacaktı. O bütün güzelliğini bana borçlu. Bu yüzden ondan değil benden bahsetmelisiniz.
İçi içini kemiriyordu insan kişisinin. Kendisinden kimse söz etmiyordu artık. Bahçesinde yetiştirdiği onlarca çiçek, çeşit çeşit ağaçlar hepsi ama hepsi bu asil kökün gölgesinde sönük kalmıştı. Mevsimsiz bir güzellikti Kök. Yılın her günü bütün dallarından cins cins meyveler fışkırırdı. Öyle ki bir dalında sadece kıpkırmızı olgun lezzetli elmalar varken, başka bir dalından salkım salkım iri taneli üzümleri sarkıtıyor, bir diğerinde ise güneş yavrusu gibi parlak ve turuncu portakallar iştah kabartıyordu. Üstelik sabah başka, öğlen başka, akşam bambaşka çiçekler açıyor, bu renk cümbüşüyle ona bakan gözleri büyülüyordu. Çok yönlü, çok verimliydi Kök. On dalında on marifet. Sürekli çalışıyor hiç durmadan sağlıklı besinler üretiyordu. Hatta bir keresinde insan kişisinin öksürdüğünü duydu, hemen bir dalını mis kokulu ıhlamurlar ile donattı. Bir toprağın verebileceği her şeyi anında sunabilecek kadar yetenekliydi kök.
Kök, uygun yükseklikte bir dalını ise sadece çocuklara ayırmıştı. Bu dalında küçük küçük oyuklar açmış yaprak şeklinde çekmeceler oluşturmuştu. Bu çekmecelerin her biri açıldığında içinden rengârenk kalemler, üzerine yazıldıkça renk değiştiren sihirli kağıtlar vardı. Simli saçaklarından bir halat örüp salıncak bile kurmuştu, ders sonrası çocuklar eğlenerek sallansınlar diye. Ancak eli benzin bidonlu adam çocukların neşeli cıvıltılarından o kadar rahatsız oluyordu ki sürekli kovalayıp duruyordu çocukları. Gel zaman git zaman çocuklarla baş edemeyince çareyi Kök’ün o dalını kesmekte bulmuştu.. Bir süre sonra çocuklar tamamen gelmez olunca çok üzülse de kök,” insan kişisinin vardır bir bildiği “ diyerek zoraki de olsa durumu kabullenmişti. Eli benzin bidonlu adam tüm yaptıklarında kendince haklılık payı buluyordu. Ayrıca bunu bir başarı olarak görüyor ve çok seviniyordu. Çünkü Kök, çocuklara ayırdığı zamanı, artık insan kişisiyle geçiriyordu.
Düşünüyordu Kök… Artık yer üstünde görülen hiçbir güzelliği kalmamıştı sakattı, yaralıydı, üstelik güneşsizdi. Kök’e göre her yaprağı, dalı, çiçeği, meyvesi onun çocuğu gibiydi. Şimdi insanlığa hizmet için yetiştirdiği bütün evlatlarından, emeğinden, çabalarından olmuştu. Ve insan kişisinin sevgisini kazanmak isterken, nefretini kazanmıştı.
Yeraltı dünyası bambaşkaydı. Öyle zayıf kalmıştı ki.. İpince salınıyordu toprak altında ve yavaş yavaş ilerleyebiliyordu Kök. Çok susuyordu. Bazen dayanamıyordu susuzluğa haftalarca uyuyor sonra gürleyen bir gök sesiyle uyanıyordu. Islandığını hissediyordu tenine kadar işleyen yağmur sularıyla. Kana kana içiyor, içtikçe kendine geliyordu. Ancak bir süre sonra yağmur diniyor ve tekrar susuz kalıyordu. Toprak altında mutlaka bir su kaynağı olmalıydı. Oraya bir ulaşsa doya doya içse, kuvvetlense… Yine dallanıp budaklansa yine çiçeklense… Yorgun bitap düştükçe o eski günlerini gözlerinin önüne getiriyor kendini motive ediyordu. Bu umutla biraz gücünü toparlayınca yeniden yürümeye başlıyordu. Hep derine daha derine inmek istiyordu. Öyle zordu ki bu yaşam mücadelesi, yer altı canlıları sürekli ondan beslenip gücünü tüketiyordu. Isırılmadık, kemirilmedik yeri kalmamıştı Kök’ün. Ancak yılmadı, mücadelesine devam etti.
Sonra bir gün bir koku, kılcal damarlarına kadar işleyen kötü bir koku… Eli benzin bidonlu adam en sonunda yapacağını yapmış, kazdığı çukurun içine benzini dökmüş ve kibriti çakmıştı. Bir an afalladı Kök. Bu nefret nedendi? Hâlbuki o, insan kişisi için elinden gelenin fazlasını yapmıştı. Halen çok gençti, bereketli ürünler vermeye devam edecekti. Hiçbir zaman nankörlük etmemiş, hem ona hem de çevresine faydası olmuştu.
Benzin ve duman kokusu iyice tıkamıştı Kök’ü, Doğru düzgün nefes alamıyordu, ölüm kalım savaşı verirken….
EbRuAsya//
YORUMLAR
Eli benzin bidonlu adam ağacı yakarken, kökün çiçeklerine hayranlıkla bakanları, cıvıl cıvıl çocuk seslerini, kuşları böcekleri en önemlisi de kökün yüreğini ateşinin ışığıyla aydınlatmaya çalışmış.. kökü aydınlattığıı sandığı ışığın, yakıp kavuracağının nasıl olur da farkına varamamiş.
Biz insanlarda böyleyiz. Bir bana ait olsun, kimse görmesin, kimse sevmesin diye alıp avuclarimizin arasında saklarız sevdiğimizi.
Sonra bir bakarız birilerinden sakinirken sevgimizle boğmusuz avuçlarimizin içindekini. Oysa o zaten senin. Boğulduktan sonra ise ne senin, ne de elin.
Hepimiz birer köküz ve eli benzin bidonlu adamlar etrafımızda geziniyor, çiçekler açıp güzel kokular saçmamamız için elindeki bidonunu sallayıp bize göz dağı veriyor.
Ne güzel bir hikâyeydi sevgili Ebru.