- 522 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
HAPŞU!
Bizde; “Hapşu!” diyene “Çok yaşa!” ya da yıkanıp çıktınızsa yunaktan; “Sağlık suları olsun!” demek âdettendir. Bu kadar da değil... Buna benzer durumlarda ifade edilen dilek ve duaları çoğaltmak da mümkündür. Çünkü hayatın içinde bunlar, genel kabul görmüş hazır kalıplarla söze, davranışa giydirilen alışkanlıklarımızdır. Nitekim bu kalıplara itiraz edildiği de pek görülmez. Hatta niyet ve düşünce olarak dahi bunları tartışmaya açmak, akıllardan geçmez çoğu zaman. Tam tersine, zemini ve zamanı uygunken onların yerli yerinde kullanılmaması, toplum gözünde yadırganır bir durumdur. Kısaca söylersek; bunlar ihtiyaç duyuldukça kuşaktan kuşağa, mevcut hâlleriyle kullanılır ve itirazsız benimsenirler.
Evet, bizim de neye ne zaman ne deneceği, nasıl davranılacağı bilinen toplumsal onaylarımız vardır ve bunlar sorgulanma gereği bile duyulmayan ön kabullerimizdir ama hangi yönelişlerle ortaya çıktıklarını araştırmaktan uzak değildir hiçbiri. Biraz mürekkep yalamış biri dahi bilir ki, toplumu çekip çeviren bütün töre, âdet ve alışkanlıklar; birden ortaya çıkmadıkları gibi, topluma kimliğini veren, onun tarihinden ve kültüründen bağımsız olgular da değildir. Elbette toplumun sadece kendi tarihinden ve kültür değerlerinden de bahsetmiyoruz, bunu söylerken. Kapsamlı ve etkileşime açık; toplumların arasındaki uyumlu veya zorunlu ilişkilerin tarihî süreç içindeki sonuçlarından da söz ediyoruz. Apaçık ortada: Yaşadığımız dünyada hiçbir toplum, dün olduğu gibi bugün de tek başına tarihini ve kültürünü var edemez, adı sanı bilinmedik bir kabile dahi olsa.
Kuşkusuz toplumlar kimliklerini, kader ortaklığıyla belirginleşen uzun bir süreçte kazanırlar. Bir arada yaşama kültürünü ve iradesini pekiştirip bunu aralarında yaydıkları sürede birbirleriyle kaynaşır, âdeta ‘et tırnak olur’ ve ‘millet’ hâline gelirler. Aralarında varsa farklar, aykırılıklar; bir arada yaşama kararlılığı sürdükçe zamanla törpülenir, çatışıp dönüşerek uzlaşılan kabuller biçimine girerler. Ortak dil ve din ise, bu oluşumun temel yapıcısı işlevini üstlenir, çoğunlukla.
Bu yüzden hem geçmişe hem geleceğe dönük olmak zorundadır, toplumun yüzü. Uzak yakın tarihle ve komşularımızla sürgit etkileşime açık bir etkinlik alanıdır, toplumsal yaşantı zaten. Ayrıca yurt topraklarını ‘vatan’ kılmaktan bahsediyorsanız öncelikle, bu coğrafyada varlığını sürdürmüş tüm kavimlerin birikimine sahip çıkmak zorundasınızdır. “Bizden öncekilerle biz, ayrı değiliz!” demenin bir yoludur, bu. Böyle davranarak; “Biz, birlikte tarihin yeni bir bileşeni olarak, o birikimin ta kendisiyiz!” demiş de olursunuz.
Anadolu sahası bu yönüyle, birbirinin üzerine gelmiş kültür ve uygarlıkların zengin bir karışımıdır. Biz, bu karışımın son hâli ve bütünü olarak varız bugün, bu vatan coğrafyasında. Ne Orta Asya’dan geldiğimiz ve salt getirdiklerimizle ne de ilk geldiğimiz hâlimizle... Yeni, yepyeni, bugünkü kimliğiyle üstüne koya koya, karışa buluşa, karışıp buluştuklarıyla terkipler oluşturarak... Bu koşullarda kimsenin kesintisiz akış ve oluş hâline itiraz hakkı da kalmamıştır, ortak tarih yazılırken...
Bir “hapşu” diyene “çok yaşa” demenin ucu nerelerden çıkar, böyle bir coğrafyada öyle kolay kolay bilinemez, bu nedenle.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.