- 384 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Liyakatin Gücü
Liyakatin Gücü
Liyakat, "elimden gelenin en iyisini yaptım" mazeretini minimize eden önemli bir değerdir. Liyakatsiz olanlar, “bahaneyi mahmut ederler” Bahane en büyük sığınaklarıdır. Ayrıca yöneticiler, yaptıklarından olduğu kadar yapmadıklarından da sorumludurlar. İşi yapmama anlayışını da tahkim etmeye çalışırlar bir taraftan. Ama liyakat sahibi olan en baştan işin ehlidir. Liyakat sahibi bir insan, zekâ, bilgi, birikim, deneyim ve beceri kabiliyetlerini taşır. Bu değerleri göz ardı etmek, örselemek ikincil plana almak sonuçları kötüye götürecektir. Liyakat; uzmanlaşmayı, ilgili alanlarda odaklanmayı, örselenmemeyi ve kazanımların heba edilmemesini sağlayandır. Hak etmek, liyakat sahibi olmak önemlidir. Hak etmeyene hak etmediğini vermek büyük bir zulümdür. Herkesin her şey olabileceği bir ortamda, hiç kimse hiçbir şey olamayacaktır. Olsa olsa oyalanılacaktır. Bundandır ki yönetimlerin en büyük düşmanı iltimastır, kayırmacılıktır.
Liyakat, kifayet, meziyet, marifet anlayışlarının yanında, etik değer, sosyal olgu ve norm, liyakate dayalı meritokrasi* gibi günümüzün birçok argümanı ve anlayışı dillendirilmeye başlandı. Bu vetire içerisinde bütün bu kriterleri doğru bir şekilde uygulayan yönetimler kazanmakta ve devamlılığını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmektedirler. Biz de maalesef ki aksaklıklar fazlasıyla görülmektedir. Alev Alatlı’nın “iki yüz elli yıldır çözemediğimiz ağır bir liyakat sorunumuz var” dediği gibi bir problemle karşı karşıyayız. Alev Alatlı bununla birlikte; “sistem kendi başına bir değer değildir, değerini sistemi çalıştıranların liyakati belirler” demektedir. Tarihimizden gelen liyakate dayalı yönetimlerle başarıyı tatmış olan bir milletin torunları olarak bu doğruları uygulamamak, hayata geçirmemek büyük bir çelişkidir. Hani ağızlara pelesenk olan bir söz vardır; “layık olmadan devletin makamlarına atananlar, altındakileri ısırır, üstündekilere kuyruk sallar” sözünü biliriz, doğruluğunu da çokça kez tecrübe etmişizdir ama maalesef ki bu hâli çokça sık yaşarız. “Başkasının çıkardığı ağaçtan inemezsin, düşersin” denir. Ağaçtan kolay inebilmek için ağaca kendi çabamızla çıkmamız gerekmez mi? “Kaptanı usta olmayan gemiye her rüzgâr kötüdür” gibi birçok tecrübe edilmiş hâl, atasözlerine konu olmuştur. Hak edilmeyen makamlar, kendini aynada daha çok görmek isteyen, özne olmaya meyyal olan insanın gururunu fazlasıyla okşayacaktır vesselam.
Kutadgu Bilig’de yöneticilerde bilgi ve erdemi öncelikli meziyetler olarak görür. Hangi insanda erdem, bilgi ve töre bulunursa onun yönetici olabileceği söylenir. Yönetici ayrıca akıllı, bilgili ve adil olmalıdır. Cesur ve tedbirli davranmalıdır. Hayâ sahibi, yumuşak huylu, merhametli, gözü tok, sabırlı, alçak gönüllü, şefkatli, sakin tabiatlı ve erdem açısından üstün olan yönetici adaletli iş görmelidir. Kutadgu Bilig’de, yönetici özellikleri ayrı ayrı ele alınır. Mesela danışmanlara on özellik atfedilmiştir. Bunlar şöyledir. Keskin göz, iyi işiten bir kulak, geniş bir gönül, güzel bir yüz, temiz bir kıyafet, uzun boy, güzel konuşma, anlayış, akıl ve bilgidir.
Liyakati besleyen en önemli özellik tecrübedir. Yöneticilerin liyakatli ve tecrübe sahibi olmasına yönelik çok güzel sözler vardır. Mesela Will Rogers şöyle söylemiş. "Doğru kararlar tecrübeden gelir, tecrübe, yanlış kararlardan..." Liyakati, Hz. Mevlana şu şekilde ele alır. "Ey kardeş, inciyi sedefin içinde ara, mesleği meslek sahiplerinde iste" Başka bir yerde bir rubaisinde liyakatin, bilginin gerekliliğine şu şekilde ele alır. "Bilgisiz kişinin tedrisine taş at/ fakat zeki ve bilgilinin eteğine yapış/ ehil olmayanlarla bir an bile eğleşme/ çünkü aynayı su da bırakırsan elbet paslanır" İbn-i Haldun, hüner ve liyakat hakkında şunları söyler. “Öğretim, hüner ve sanat, insanların akıl ve fikirlerini aydınlatır ve geliştirir. Çünkü sanatın, insanı geliştiren tesir ve eserleri vardır” (Mukaddime, sayfa 344)
Çiçero’ya sormuşlar; "Roma İmparatorluğu nasıl yıkıldı?" "Bilgisizdik ve çok konuşuyorduk" demiş. Gorbaçov’a "En büyük hatanız nedir?" diye sorduklarında, "hatayı hep kendi dışımızda aramaktı" diye cevap vermiştir. Şu bir gerçektir ki, var olmak için ödenen bedel, ilerlemek için ödenen bedelden fazla olmamalıdır. Yanlış seçimlerin, yanlış kişilerin daima doğru dersleri verdiği gerçeğini yadsıyamayız. Tarihimiz tecrübelerle doludur. Büyük Selçuklu Sultanı Sencer, Harzemşahlara esir düştüğünde ona büyük devletinin nasıl dağıldığını sorarlar. O da şöyle der. “Büyük işleri küçük adamlara, küçük işleri de büyük adamlara verdiğim için yıkıldı” demiştir. Eskilerin, “ulemâ bozulunca din, ümerâ (yöneticiler) bozulunca devlet, fukara bozulunca ahlâk elden gider” Sözü, kötü gidişatın can alıcı bir örneği olsa gerek. Özellikle savaşlar, kötü eğitim sistemleri ve yanlış tercihler, toplumları -kaht-ı rical’e taşımaktadır.
Günümüzde uzun yılların tecrübe ve bilgi birikiminden doğan verilerle, nesnel kriterler ışığında seçimler yapmak zorundayız. Ortak gayret, ince ayar ve adanmışlık yöntemlerini de kullanarak yarışa hazır olmak ve yarışma kabiliyetinde olmak zorundayız. Seçimlerde etnik, sınıfsal ve ideolojik yaklaşımları geri plana almamız gerekiyor. Uygulanan her doğru hareket hayıflanmaları azaltacak ve amaca ulaşmanın kerterizini küçültecektir. Nesep ve irsiyet tercihlerinin yerine profesyonelliği tercih etmek gerekiyor. Dalkavuklukların önünü açmamak gerekiyor. Bir örnek verecek olursak; seçilecek bir yöneticinin okuduğu okul, başardığı işler, arkadaşları ile uyumu, işveren ile uyumu şeklinde bir değerlendirme de bulunulan bir seçimde her bir kriter objektif olarak puanlamaya tabi tutulmalıdır.
Zor kazanılmış birikimler; rasyonel olmayan yanlış tercihlerle akamete uğratılmamalıdır. Başarısızlıklar, liyakatsiz, kifayetsiz muhterislerin çoğunluğunda tekevvün ettiği bir gerçek. Kademelerdeki bazı ricali gördükçe bu temelsiz özgüveni nerelerden edinmişler diye sorguluyor insan. Haris bir bürokrat adayı hep daha çok üstlere tevessül edebilmektedir maalesef. Layık olunmadan elde edilen makamların sahipleri kendilerini geliştirmeden daha çok ilişkilerini geliştirmeye çalışırlar ki o makamlarda kalabilsinler. Bu da yıkımın, kaynakları heba etmenin sebeplerinden biridir. Hatta ehil olmamaktan kaynaklanan sorunlar, ahlaksızlıklardan kaynaklanan sorunlardan daha yıkıcı olduğu söylenir. Bu bağlamda yapılan işlerin heba olmaması için bütün makamlar hırsı, sevdayı, dalkavukluğu besleyen bir şakşakçılığı değil, layık olana verilmesi elzem olacaktır.
Liyakatsizlik; yalakalık ve dalkavukluk mekanizmalarını besleyen unsurlardandır. Liyakati olmayan bir makam sahibi hem kendisi olamaz hem de tutunamaz, sadece tabi olur. Mesela, bir müdür yardımcısı, çok başarılı olabilir. Zamanla müdürlüğe terfi ettirilebilir ama müdür yardımcılığı kriterlerine uygun olan müdürlük kriterlerine uygun olmayabilir. Aynı başarıyı müdürlükte gösteremeyebilir. Bu yüzden her makamın kendi kriterleri vardır. Aynı tür özellikler, bütün makamlar için uygun olmayabilir. Makam isteyenlerin, daha iyi, daha yüksek makamlar yerine kendisine daha iyi geleni tercih etmeleri elzem olacaktır. Liyakatin yanında, diğerkâmlık, iştiyak, idrak ve mutmainlik, başarının öncülleridir. Yönetimlerde adalet, ehliyet, istişare, emanet ve maslahat gibi ilkeleri öncelemek gerekiyor. Verilen değil kazanılan, bahşedilen değil hak edilen bir makam kıymetlidir, daha anlamlıdır. Hayatta hep öyle değil midir? Aile şirketlerinin üç dört nesil sonra batması, sonlanması hep profesyonel, nesnel yaklaşımların örselenerek daha duygusal, daha tarafgir yaklaşmanın bir sonucu değil midir?
İnsanların taşıdığı unvanların üzeri çizildikten sonra geriye çok şey kalmalıdır. Liyakat sahibi kendinden emindir. Aklını kullanır. Gücün yan etkilerini, zararlarını bertaraf etmede daha mahirdir. Güce tapmaz. Güce tapan insan daha çok güçleneceğini zanneder ama daha çok köleleşir. Köle ruhlu, dalkavuk, itaat müptelası, teslimiyet budalası gibi birçok olumsuz hâl, liyakatsizliğin sonucu olması kuvvetle muhtemeldir. Her ne kadar adanmışlığın olumsuz yanları olsa da davasına kendini adamak başka kayıtsız şartsız boyun eğmek başkadır. Güç, rehavetle beraber eyyamcıları da imal ediyor ne yazık ki. Toplumu kemiren yerine göre vahşileştiren bir sona taşıyabiliyor güç. Bu gücü kontrol edebilmek, olumsuz yanlarını bertaraf edebilmek için sistemler, anlayışlar, ahlâki umdeler gerekiyor. Mesela, Osmanlı Padişahları göreve getirdikleri devlet adamlarına şunları söylerlermiş; "başın sana gerek ise mukayyed olasın"
Her aşamada liyakat ödüllendirilmeli ve canlı tutulmalıdır. Marifet iltifata tabidir. Meziyet, karakter ve mizaçta liyakate dâhil olmalıdır. Bir toplumda istidraç ne kadar çoğalmışsa geri kalmışlık o kadar artmaktadır. Ayrıca liyakat sahibi birisi, liyakatsizlerin içerisinde değersizleşeceğini de bilir. Kısaca makam sahibi, işle alakalı her şeyi en iyi bilen değildir, yaptığı işi iyi bilenleri bir araya getirip onlarla ülfet edip, bir arada tutan ve onları uyum içerisinde çalıştırandır. Ömer Hayyam’ın anlamlı bir rubaisi ile yazımızı sonlandırayım. “Varsın hayat yalakalara şans tanısın/ ben onuruma fiyat biçmem/ yaşadığım kadar daha yaşasam asla/ tüküreceğim eli öpmem”
* Meritokrasi: Yeteneklilerin ve zekilerin hiyerarşik anlamda yukarılara yerleştiği, liyakate dayalı toplumsal düzendir.
İlkay Coşkun
11.02.2022
Kardelen Dergisi
Sayı 112, Bahar 2022
YORUMLAR
Hocam merhabalar.
Müsaadenizle ben liyakat kavramı hakkında narsisizm üzerinden birşeyler söylemek istiyorum.
Narsisistik kişilik bozukluğu yaşayan bireylerde; bencil, kibirli, riyakar, yalancı ve kıskanç bir maske kişilik ile bu maske kişiliğin suçladığı, hor ve hakir gördüğü bir gerçek kişilik birbirine geçmiş halde var olur. Özellik kişilik oluşum evresi olan 0-6 yaş aralığında ailesinden bir çocuk olarak hakkı olan yeterli onay, takdir, ilgi ve sevgiyi görmeyen, kendisine güvenilmeyen, duygu ve düşünceleri önemsenmeyen, huzursuz bir ortamda yetişmek zorunda kalan çocuklar; zaman içerisinde değersizlik, yetersizlik, aşağılık, yalnızlık ve suçluluk gibi duyguları yoğun bir şekilde yaşamaya başlarlar. Yaşadıkları bu duygular kimliklerinde bölünmeye yol açar. Bölünmeyi engellemek için bilinçaltı düzeyde, gayri ihtiyari kibir ve kıskançlık gibi duygular geliştirirler ve kendilerini olduğundan büyük göstermek adına, bir yandan kendilerini yüceltirken öbür yandan da başkalarını küçülterek hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.
Aslında gerçek kişilikte herhangi bir sorun yoktur. Çünkü o özdür, kişinin varlığına özgülük katan yanıdır. Ancak çocuğun ailesinden hakkı olan ilgi, sevgi ve onayı görebilmek adına, onlara yaranabilmek için geliştirmiş olduğu maske kişilik; onaylanmayan, ilgi görmeyen ve takdir edilmeyenin, yetersiz ve suçlu olanın gerçek kişilik olduğu zannıyla hareket eder ve gerçek kişiliği hor ve hakir görür. Ortada bir olmak istenilen, bir de olunan vardır. Olunan gerçek kişiliktir, olmak istenilen maske kişilik. Olunanla olmak istenilen birbirinden uzaklaştıkça maske kişilik gerçek kişiliğe duyduğu öfke ve nefretin dozunu artırır. Ayrıca gerçek kişiliği sürekli başkalarıyla kıyaslayarak ona yüklediği yetersizlik ve değersizliği pekiştirmeye çalışır ve için için de olsa insanlara kıskançlık besler ve bunu da sık sık tevazu kılıfına gizleyerek yapmaya çalışır. Çünkü haset genellikle hiçbir toplumda tasvip edilmeyen bir duygudur.
Peki bireyler narsisist olur da toplumlar olmaz mı? Pek âlâ olabiliyor. Asırlar boyu İslam'a sancaktarlık etmiş, üç kıtada at koşturmuş ve dünyaya hükmetmiş bir milletken; coğrafi keşiflerle birlikte Batı'nın zenginleşmesi ve sömürge faaliyetleri, ticaret yollarının yön değiştirmesi, ardı ardına kaybedilen savaşlar ve kaybedilen topraklar toplumsal bir kimlik bölünmesi yaşamamıza neden oldu. En tepedeyken aşağılara doğru gerilemek ve tırmanmak için gösterilen her çabanın yetersiz kalması yönetim anlayışında ve dünya görüşümüzde çatlamalar meydana getirdi. Buna bağlı olarak 19.asırla birlikte devleti yeniden toparlayıp, yeniden eski gücü kazanmak adına Türkçülük, Ümmetçilik, Turancılık, Batıcılık ve Osmanlıcılık gibi fikir akımları ortaya çıktı. Bence bu fikir akımlarının temel ortaya çıkış sebebi ortada bir "olmak istenilen" ve bir de "olunan" olmasıydı. Osmanlı'nın son elli yılında olmak istenilenle olunan arasındaki fark iyice açılmıştı ve narsisistik kişilik bozukluğunda olduğu gibi ikili bir toplumsal kişilik oluşuyordu. Gösterilen çabanın başarısızlıkla neticelenmesi, yönünü Batı'ya dönerek onlar gibi olmaya çalışanlarla özü muhafaza etmeye çalışanların arasını iyice açtı. Maske kişiliğimiz Batı'ya hayranlık beslerken gerçek ve hakir görmeye başladı. İki kişilik örgütlenmesi arasında süregiden bir pasif çatışma oluştu. Maske kişiliğimiz gerçek kişiliğimize atfettiği yetersizlik ve değersizliği kibir, riya ve haset gibi duygularla kamufle etmeye çalıştı, halen de aynı çabayı göstermeye devam ediyor.
Tabi asırlardır yaşanan toplumsal narsisizm hâli, toplumun bireylerine de sirayet etmeye devam ediyor. Tepedeyken aşağı itilmiş ve geriletilmiş bir toplumun bireyleri olarak Batı karşısında kibir ve hayranlık duyguları arasında gidip gelmekteyiz. Toplumsal manadaki kıskançlık, bencillik ve kibir gibi duygular bireysel kişilik yapılarımız üzerinde önce nefsim anlayışını hakim hâle getirdi ne yazık ki. Dolayısı ile nefsi arzularımızı ve özümüze atfettiğimiz yetersizliği makam, para ve mevki gibi dış etmenlerle giderme çabasına giriyoruz. Liyakatsizliği doğuran da bu olsa gerek. Önce insan, önce devlet ve önce adalet gibi kavramlar hem kişisel hem de toplumsal narsisistik yapımız yüzünden önce nefsim anlayışı karşısında yenik düşüyor.
Peki narsisizmin bir tedavisi yok mu? Var ama narsisist bir bireyin bile bütünüyle iyileşmesi yıllar alan bir süreçken toplumsal narsisizmin üstesinden gelmek sanırım asırlara mal olacaktır. Yahut da büyük bir toplumsal travma yaşamamız lazım. Bütünüyle kıtlık ya da yıkım ya da büyük bir savaş. Başka türlü yeniden kendimizi olduğumuz gibi kabullenmemiz ve maske kişiliğimizden kurtularak özümüzle barışmamız mümkün değil gibi. Aksi halde liyakat de adalet gibi dillerde kalmaya devam edecek.
Kaleminize sağlık. Selam ve dua ile.