Kırmızı Kareli Battaniye
Vakit yine şaşmadı. Kırmızı kareli battaniyemin örttüğü kanepenin köşesinde, bir zamanlar hevesle satın alıp sonrasında yüzüne bakmadığım, televizyon koltuğu pufundan uydurma sehpanın üstündeki telefon, yine tam saatinde çalmaya başladı.
Telefonu salona taşımakla iyi mi ettim bilmiyorum. Koridordaki dresuarın üstünde çalarken, telefona yetişmek için koşturuyor, böylelikle tüm günü kırmızı kareli battaniyemin örttüğü kanepenin üzerinde televizyon izleyerek geçiren bedenim az da olsa hareket ediyordu.
Neredeyse iki aydır işe gitmiyordum, ki gidecek bir işim de zaten yoktu. Ofisten çıkarken, yüzlerindeki küçümseme ve alaycılığı yapmacık bir kederle gizlemeye çalışan mesai arkadaşlarıma– hayır onlar arkadaşım değildi – seninle artık çalışmak istemiyoruz diyen empati yoksunu idari işler müdiresine duyduğum nefret ve öfkenin tadını, kanepede uzanmış dudaklarımı hırsla ısırırken dilimin ucuna sıvanan kanımda taptaze hissediyordum.
Şu sıralar uzun zamandır kendime itiraf edemediğim bir gerçeği kabullenmenin ferahlığını yaşıyorum. Kendim dışında kimseyi sevmiyor, güvenmiyor ve sanki diğerleri, bana özel yaratılmış bu dünyada acı çekmem için kurgulanmış senaryoyu iyi oynayan figüranlar gibi geliyor. Kalabalık caddeden geçerek köşedeki markete uğrama düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Oturduğum apartmanda neyse ki bu işleri yapan bir görevli var.
Halit Efendi ile son birkaç haftadadır konuşmuyoruz. Konuşmuyoruz dediysem küs değiliz. Otuz yaşına gelmiş eşek kadar ben, birde işinde gücünde bir adamla mı küssün? Olacak iş mi? Bazen onunla da konuşmayı istemiyorum. Fakat sanırım buna cesaret edecek gücüm de kalmadı. Kapı pervazına koyduğum paradan ve birkaç saat sonra vurulan iki tokmak sesinden ibaret bütün iletişimimiz. Hepsi bu. Ha birde eskiden olduğu gibi istediklerimi not yazıp bırakmıyorum. Halit Efendi her gün aynı siparişleri getire getire, kapının eşiğinden parayı alıp hızla ayrılıyor. 3 simit, üçgen peynir, sigara ve su.
Bir gün onu kapı deliğinden izlemiştim. Eğilip parayı almış, geri dönüp giderken duraksayıp kapıya yönelmiş, sonra vazgeçip gerisin geri merdivenden inmeye devam etmişti. Şimdi düşünüyorum da kapıyı çalmasını ve benimle konuşmasını ne çok isterdim. Belki biraz bekler sonra açardım kapıyı, belki de hiç açmazdım bilmiyorum.
Her gün aynı saatte çalan telefonum bugün yine çalıyordu işte. Yattığım kanepeden doğrulup, öncekilerden farklı olacağını umarak ahizeyi kaldırdım.
Yine sessizlik. Telefonu açar açmaz karşımda bulduğum bu derin sessizlik. Merak ve hayretle karşı tarafın daha ne kadar böyle sessiz kalabileceğini düşünüyordum. Bu durum canımı sıksa da, hani beni heyecanlandırmıyor da değildi. Heyecanımı gizlemeye çalışıyor fakat kendimi yine tutamıyordum. Ruhumun derinliklerinde füzyonlara neden olan bu gerilimin bağımlısı haline geldiğimi hissediyordum. Suskunluğun ıstırabına daha fazla dayanamayarak, sessizlik oyununu bozan yine ben oldum:
- Tam bir haftadır her gün aynı saatte arayıp, sessizce beni dinliyorsun. Bak bu işi artık netliğe kavuşturalım. Hiç bir şey konuşmayacaksan telefonu bir daha açmayacağım.
Bu blöfü ilk aradığı günden beri yaptığımı fark ettiğimde utandım. Eminim karşı tarafta her gün aynı şeyleri duyduğunda artık bana gülüyordur. Ne kadar ciddi olduğumu fark etmesini sağlamalıydım:
- Böyle sessiz kalacaksan kapatıyorum!
Ahizeyi sinirle kapattım. Haklı duruşumun hazzı, kısa sürede yerini pişmanlık ve üzüntüye bıraktı. Uzandığım kanepeden durup durup ardıma dönerek telefona bakıyor ve gizemli yabancının tekrar aramasını deliler gibi istiyordum. Fakat o gece bir daha aramadı.
Sabahın kızıl rengi gözlerimi kamaştırmaya başladığında perdeyi kapatıp, uyumaya çalıştım. Biraz sonra yerimden aniden fırlayarak yatak odasını gittim. Komodinin çekmecesinden biraz para alıp, dış kapının pervazına koymayı neredeyse unutuyordum. Kapıya ancak birkaç sefer daha koyacak kadar param kaldığını fark ettiğimde içimi yine o bilindik çaresizlik hissi kapladı.
Cadde ki arabanın ani fren sesi ile yerimden sıçrayarak uyandım. Ardı sıra gelen küfür ve bağrışmalar arasında ayılmaya çalışıyordum. Salonun kalın perdesinden vakti anlamak zor olsa da, işçileri evlerine taşıyan otobüslerin kulakları yırtan egzoz sesinden, akşam olduğunu anlayabiliyordum. Yerimden zorla doğrulup paketten çıkardığım ilk sigarayı kokladım, ki bunu yapmaktan epey keyif alırım. Dudaklarımın arasında tuttuğum izmariti daha fazla nemlendirmeden sigarayı yakmak istedim ama sanki kaybolmak üzere icat edilmiş çakmak yine ortalıkta görünmüyordu. Kendi kuyruğunu kovalayan kedi yavrusu gibi etrafımda dönüp ararken, kayıp çakmağı fark ettim. Yattığım yerde, kırmızı kareli battaniye örtülü kanepenin kenarında duruyordu.
İlk dumanı içime çekerken pencereye doğru adımladım. Bazen bu pencere kenarında dinelerek, cadde boyunca geçip giden insanları uzun uzun seyrederim. Hızla yürüyenlerin telaşının, ağır aksak yürüyenlerin yorgun, isteksiz adımlarıyla karıştığı o dağınık ritmi görüp, burada olmanın onların safında olmaktan daha iyi olduğunu düşünürüm.
Yapılacak onca işim, yetişemeyeceğimden korktuğum planlarımın olmaması; özgür yaşamak için köleleşen bu insanlara kıyasla, şuan ki yaşamımın daha özgür ve daha huzurlu olduğu gerçeğini, derinlerden akseden bir ferahlıkla kabullenmemi sağlıyor. Bir dairenin içinde sessizce günleri geçirmek ve gelecekte her ne olacaksa mütevekkil tavırla karşılamak; var güçleriyle yaşamlarını değiştirmeye çalışarak bir ömür koşturan bu insanlara kıyasla daha iyi bir şey olsa gerek.
Vakit yaklaştıkça televizyonun sesini biraz kıstım. Yine her akşam aynı saatte arayacak gizemli yabancı için, evime gelecek misafire hazırlık yaparcasına ortamı ayarlamaya çalışıyordum. Bir göz saate baktım, birkaç dakika içinde çalmasını umduğum telefonun sesiyle irkildim. Biraz bekledim, belki de açmamalıydım. Bir önceki net tavrımın ardında durup, ona güzel bir ders vermeyi düşünüyordum. Merakın bedenimi saran dikenli elbisesi, ben direndikçe canımı daha fazla yakıyordu. Ya bir daha aramazsa! Ya onu tamamen kaybedersem? Belki yarın tekrar arardı ama bu gizemli arkadaştan bir gün daha ayrı kalma düşüncesi beni fazlasıyla korkutmaya yetmişti. Bu düşünceler kafamdan geçerken, endişe ile ahizeyi kaldırdım:
- Anlaşacağımız konusunda kendime güveniyorum. Fakat senin de biraz adım atmanı bekliyorum.
Karşı tarafın bilindik sessizliği sürüyordu.
- Ne yapmaya çalıştığın hakkında hiçbir fikrim yok. Tamam gizemli kalmak her insanın bir şekilde hoşuna gider, ısrar etmeyeceğim. Fakat sessizliğin boşluğuna atılan kelimelerin ziyanlığına katlanamıyorum. En azından bir tepki versen. Su kuyusuna atılan bir taş gibi, dibini görmesem de kelimelerimin bir yerde biriktiği hissi bile beni fazlasıyla mutlu edecektir.
Sözlerim bittiğinde derin bir nefes aldım. Karşı tarafa yüreklice meydan okumuş, haklı olmanın gururuyla kendimi mağrur bir sessizliğe bırakmıştım.
Günler sonra telefondan gelen o ilk ses sayesinde gizemli arkadaşım nihayet benimle iletişime geçmişti:
- TIK
Ahizeden gelen ‘tık’ sesi, uzun zamandır bulunduğum yalnızlık mağarasına giren gün ışığı gibi, ruhumu kamaştırmıştı. Ahizeyi, elimin titremesinden neredeyse yere düşürüyordum. Heyecanımı bastırmaya çalışsam da bunda başarılı olamıyordum. Derin bir nefes daha alıp devam ettim:
- Pekâlâ, şimdi seninle yeni bir anlaşma daha yapalım istiyorum. Gizemli kalmak istediğine göre konuşmasan da, iletişim kurabiliriz diye düşünüyorum.
Biraz duraksayıp cevap gelecek mi diye bekledim fakat yine ses yoktu. Devam ettim:
- Bu şekilde nasıl olacak bilmiyorum ama elimizdeki imkânlar dâhilinde; ahizeye, yanıtın ‘evet’ ise bir kez, ‘hayır’ ise iki kez tıklatırsan anlaşabileceğimizi düşünüyorum.
Gizemli yabancı benimle anlaşma yapacak mıydı? Kalbimin gümbürtüsünü boğazımda hissediyordum.
- TIK
Haftalar sonra benimle iletişim kuran birine sonunda kavuşmuştum. Bunca zaman suskunluktan sonra insan neyden, nereden konuşacağına şaşırıyor. Karşı tarafı daha fazla bekletmeden, aklıma ne geliyorsa anlatmaya başladım.
Çocukluğumu; okuldan eve geldiğimizde, çantaları bir köşeye fırlatıp deniz kıyısına doğru olta takımlarımızla koşturduğumuz o günleri anlattım. O anları anlatırken, genzimi yakan tuzlu suyun kokusunu hissediyordum. Bizim denizin kıyısında pek kum olmadığını, kıyı boyunca, deniz suyunda yıkanmış parlak taşların her adımda çıkan şakırtısıyla yürüdüğümüzü, bir keresinde bu taşlardan keskin kenarlı olanın ayağımı nasıl kestiğini, sağ ayak bileğimdeki dikiş izine ne zaman baksam, o kesiğin acısını aynı tazelikle hissettiğimi anlattım.
Ona annemden, ben kırmızı kareli battaniyem ile uyurken, söylediği ninnileri nasıl özlediğimden bahsettim. Babamın tayini nedeniyle kasabadan ayrılırken, otobüsün camından deniz kaybolana kadar geriye nasıl baktığımı; havası kuru, kışı soğuk ve siyaha boyalı şehirde geçen kederli zamanları anlattım. Yine bu şehrin benden aldıklarını, trafik kazasında kaybettiğim babamı, yaşadığı üzüntüyle felç geçiren annemi, geçtiğimiz aya kadar tam dokuz yıldır şimdi uzandığım bu kanepede ona bir bebek gibi nasıl baktığımı, iş çıkışı arkadaşlarımın davetlerine neden katılmadığımı, her akşam koştura koştura geldiğim evde, anneme refakat eden bakıcıdan nöbetimi devralışlarımı anlattım.
Sevdiğim kadınların, beni sevemeyeceklerine nasıl inandırdıklarını, buruk gülüşlerimi, vazgeçişlerimi, sessiz ağlamalarımı anlattım.
Yanağımdan süzülen yaşlar ahizeye düşerken, parçalanan her damla ruhuma şarapnel gibi saplanıyordu. Ciğerlerimdeki tüm havayı boşaltarak bağırmak istiyordum. Çiseleyen gözyaşım, şimdi birbiri ardına dökülen kelimelerin sağanağında sel olmuş, ruhuma çektiğim setleri yıka yıka geliyordu. Tüm bedenim titriyor, kelimelerim anlaşılmaz boğuk haykırışlara eviriliyordu.
Ahizeyi bir kenara fırlatıp, kendimi kırmızı kareli battaniye örtülü kanepeye attım. Bacaklarımı karnıma çekerek nefesim kesilircesine bağıra bağıra ağladım. Kimseye aldırmadan, her şeye herkese meydan okurcasına, boğazım ağrıyana kadar ağladım. Ağlamalar yerini heceleyen hıçkırıklara, onlar da kendini karanlığın sessizliğine bıraktı. Dizlerim üzerine doğrulurken ıslak yanaklarıma yapışan saçlarıma aldırmıyordum.
Derin bir nefes alıp, yere fırlattığım ahizeyi kaldırdım:
- Bundan sonra aramana gerek yok. Görevin bitti. Teşekkür ederim.
**********************
’’Bir Hafta Önce’’
Halit Efendi, asansörü olmayan bu apartmanda aşağıdan yukarıya çıkarken, nefes nefese kalıpta siparişleri karıştırdığından; her gün yaptığı gibi bu sabah da üst katlardan başlayarak, aşağı katlara doğru iniyordu.
Geçtiğimiz ay yatalak annesini kaybeden adamın dairesine geldiğinde, zili çalmadan, artık ezberlediği siparişlerin parasını almak için kapının pervazına doğru eğildi. Her zamankinden farklı olarak, bu sabah paranın yanında bir zarf duruyordu. Doğrulup zarfı açarken meraklanmıştı. İçinde bir miktar para ve not yazılı bir kâğıt vardı. Halit Efendi, nota yazılandan önce parayı saymaya başladı.
- Amma da çok para, bu parayla bir aylık alışveriş yapılır. Kim taşıyacak şimdi bu kadar malzemeyi? Diye kendi kendine söylenirken aşağı katlara inmek üzere merdivene yöneldi. Yürürken alışveriş listesi olduğunu düşündüğü notu isteksizce okumaya başladı. Umduğu gibi çıkmayan notu okurken hayli şaşırmıştı.
Bir an duraksayıp ardına dönerek dairenin kapısına yöneldi. Sonra vazgeçip gerisin geri merdivenden inmeye devam etti. Elindeki garip nota şaşkınlıkla tekrar baktı.
‘’Halit Efendi, her akşam saat 9’da aşağıda yazılı numaradan beni arar mısın? Sadece ara, hiç bir şey demeden, tek bir kelime etmeden. Ben telefonu kapatana kadar.
Bu hizmetin karşılığında zarfın içinde yer alan parayı alabilirsin. Bunu senden başka isteyecek kimsem yok.’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.