- 196 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARANLIKLARIN EFENDİSİ
10 ocak 2000
Damarına kan doldu efsane kuyusunun!
Anahtarı büsbütün soktu kapının altına.
Tütsüsünü yaktı öykücü ve adak verdi çemberine!
Haşimin sarayı hemen dünyanın üzerinde bulunuyordu.
Öyle Olympos yolsuzluklarıyla dolu olmasada kral ve krallıklar mevla kerim der ayaklanmalara karşı delikanlıca yürürlerdi.
Öyle üzüm bağıyla gezen Sezar soyuna tükürmek istemeselerde insanlar hep insancıklarla boy ölçüşürlerdi.
Haşim halkın ferahlatılmak isteyen inancını sık sık ziyarete gelsede yinede görünmez olmayı tercih ediyor ve geleneksel bir dervişcesine haşmetli bir saraylıyı oynuyordu.
Haşimin kırk aşçısı kırk birde servis yapan garsonu vardı.
Günde üç öğün yemek yer her defasındada kırk çeşit olmasına özen gösterirdi.
Herkes günü birlik Haşimi doyurmakla yükümlüydü.
Bitmez tükenmez bir zerafete mahmur gözle baksada o yinede ak sakalına hüzün gözyaşları değdirmeyecek kadar nazımdı.
Donatılan yemek masaları etrafında dönen garsonlar Haşimin nefsini ağırlamakla yükümlüydü.
Bu kırk bir garsondan her birinin kendi servis masası vardı.
Masaya önce güzel bir örtü serer, mumları yakar çatal bıçağı ve bardakları marifetle yerleştirirlerdi.
Onlar yalan yere yemin etmezdi.
Haşimin yemeği soğuyup tadı kaçmasın diye sıcaklığı belirli bir seviyede tutan mumluğu yakar tabağını üzerine koyarlardı.
Her masada ayrı bir içki çeşidi bulunurdu.
Yaştan engin damaktan zevkli bir şey yoktu.
Haşim bu içkilerden istediği kadar içerdi.
Fındık ezmesi kadarda olmasa yinede erkekliğini balla serinletmek hoşuna giderdi.
Her sabah kahvaltısında hamamdan çıkmış dervişler kadar usluydu.
Haşimin böyle beslenmesinin nedeni onun çalışırken çok enerji sarfetmesinden ileri geliyordu.
Haşim kimseyle konuşmaz, görüşmezdi.
Yemeği yapan aşçılar ve garsonlarda işleri bittiğinde sessizce yemek salonunu terkeder kendilerine ayrılmış olan yerde dinlenmeye çekilirlerdi.
Sonra Haşim gelir yemeğini yer ve mirasında hanedan yoklaması yapardı.
İlk bakışta dikkati çeken Haşım´in hem yemek yemesi hemde dinlenmesiydi.
Boyu beş metre olup her metresi yüz kilo gelirdi. Aslan kadarda esirdi Hayyamın diline!
Benden senden evvel bir çok kadın, erkek yaşamış.
Bunların hepsi ufukların süsü olmuşlardır.
Çok yakında senin tenin toprak olacaktır.
Zira senin toprağın binlerce başka kimselerin teninden olmuştur.
Haşim ağlar endama.
Kemikleri sızlar şiir dilinde.
O evcil olamaz hiç bir zaman.
Elbiseleri çok çeşitli olmayıp bir kaftandan ibaretti.
Kaftanını sırtına geçirir öyle dolanırdı.
Zaman surlara kapalı olmadığından modayla nefse hatır olmazdı.
Oralarda pantolon, ceket, gömlek olmadığından sadece bir kaftan her şeye yeterdi.
Sıkışıp büzüşme olmadığından dolayı tüm organları serpilip boy atmıştı.
Etrafında kimse belirmese o tasla yıkanan bir erkekti.
Her zaman nerede ne yapacağını çok iyi bilir kafasına koyduğu her işi eksiksiz yapardı.
Doğruluğuna inandığı bir şeyi yapmaktan kimse onu alıkoyamazdı.
Yaşamdan alıntıya hiç gerek bile görmezdi çünkü geçmişte yaşayanlara özenti kemerini sıkmazdı.
Her derdin bir devası var diyerek kahır dolu günlere çaresizlikle bakmazdı.
Vakti zamanı gelmedikçe vede talep olmadıkça işe çıkmaz yer içer dinlenirdi.
Başladığı işi yarım bırakmaz kökten hallederdi.
Kimselerle görüşmediği için yapacağı yahutta yapabileceği işler ona arada gelip giden bir mesajcı tarafından bildirilirdi.
Postacı defteri iki defa kapar derler, bizimkisinin hayranları iki defadan az kıskanmazlardı erenleri!
Mesajları okuyan Haşim öncelik sırasına göre işlerini tek tek bitirirdi.
Yine böylesine bir günde bir hayli ilik kuruttu!
En üst sıraya koydu ricayı ve tıpkı Noel baba kadar merhametliyken o gün zamanını tek o işle yükümlendirdi.
Sarayın içinde çıt çıkmıyordu, uğursuz bir olaya alametti bu.
Sarayın büyük salonuna geçti. Tam ortada kaygan mermerden yapılma üç metre yüksekliğinde, on metre çapında yuvarlak bir masa vardı.
Etraftaki tüm pencereleri açtı ve masanın üzerine çıkıp oturdu.
Pencerelerin açılmasıyla müthiş bir rüzgâr esmeye başladı salonda.
Pencereler şakır, şakır açılıp kapanıyordu.
Haşim oturduğu masanın üzerinde birden bire bir toz yığını haline geldi.
Esmekte olan rüzgâr o toz yığınını açık pencerelerden savurup alıp götürdü.
Ortalıkta Haşim diye birisi yoktu.
O işine yoğunlaşmıştı bile.
Böylesi durumlarda aşçılarda, garsonlarda bayram ederlerdi, çünkü Haşim´in ne zaman geleceği belli olmazdı.
Yemek ve servis yapmaktan bıkmış olan zavallılarda bir sabit uyku için hemen dinlenmeye çekilirlerdi.
Dünyadakiler onlar estirmekteyken karalara bürünürlerdi.
Halk her ne kadar merasimlere düşkünsede yinede ters bir orantıyla Haşimin ay ışığına bürünmeyi tercih ederdi.
Toz halinde her bir parçasının bir atom bombası kadar gücü vardı.
Böylesi bir güce sahip olan her parça aynı zamanda akıllı bombalar gibiydi.
Milyonların arasından herkes düşmanını seçer bulurdu.
Bunun anlamı milim sapmadan hedefe tam isabetti.
İnsanoğlu kandan ağır şamar var derdi.
Dünya henüz hedefe bu kadar hızla yaklaşan bir bombayı henüz icat edememişti.
Haşimin bombaları görünmez bir şekilde yeryüzüne inerken dünyada başka şeyler oluyordu.
Kedi ciğere erişemeyince nesillerine dağıtır varını yoğunu!
Dünya zenginler fakirler diye ilk bakışta ikiye bölünmüştü.
Sınıfsal aksaklıklar her yerde müzisyenliğe bürünmüştü.
Zengin ve fakirler arasında atalardan yadigâr denen geleneksel günlerde olmasa yorgun düşecekti ahalinin varlığı.
Fakirliğin dahasıda bezginlikte duyulan sazlı sözlü duvarlardı.
Nitekim malikanelerde oturan güzeller arasında fidan boylu izciler vardı.
Onlarda zenginlerin kendilerine musallat ettikleri belalarla uğraşırlardı.
Bunlar gerek kendi babalarının kumarbazlığı gereksede halkın vurdum duymazlığı yüzünden beladan belaya sürüklenirdi.
Önce devletin kasasını boşaltan babalar ve öz evlatlar daha sonrada ülkeyi zenginlere el açar duruma getirince gümbürtü kopardı.
Önce bir kaos başlar sonrasında ümitsizlik, güvensizlik, yokluk, yoksulluk derken ülke uçurumun kapısına gelip dayanırdı.
Her kim açarsa aşkolsun der sonrada yalınayak yürümeyi öğrenirlerdi.
Bu durumdan kurtulmanın çareleride vardı elbet! Ödenmesi gereken bedeller herkesi öncelikle niyetinde manifest yapardı.
Ödenen bedellerden birisi vardı ki bu insanlık denen nesnenin insanlığını ayaklar altına alıyor onu bir hayvan kalıbına sokuyordu.
İşte güvence denen varlığa insanlığını hatırlatmak için toz haline getirmişti Haşim kendini!
Oraların çok güzel yemekleri vede zengin bir tarihi kültürü var.
Herkes gidip görmeli.
Zengin ülke turistleri fakir ülkeleri işgal ettiler.
Bu sarmaşıklığa giren halat gönüllü yapılan bir işgaldi.
İşgalciler turizm kafilesi adı altında tarihi ve kültürel yerleri görmeye gidiyoruz derlerdi ama yapılan bir şey vardıki her türlü olumlu ve güzelliğin üzerine kara bir perde gibi çöküyordu.
Bulut insanoğlunun tepesine bu pamuk turistlerin kendi cinsel arzuları uğruna kız erkek, çoluk çocuk demeden önlerine gelen yavrulara tecavüz etmeleriyle çöktü.
Turist adı altında fakir ülkeleri ziyaret eden sapıklar hem kendi ruhsal hastalıklarını hemde bedensel hastalıklarını o ülke çocuklarına bulaştırıyordu.
Oralardan edindiği bin bir türlü hastalığıda kendi ülkelerine taşıyorlardı.
Alışkanlıklar zihinle durulur.
Bilekler saltanatla düzelir.
Olgunluk kamberliktir.
Oralarda türlü rezilliği yapan bu ruh hastaları kendi ülkelerine döndüklerinde aynı hayatı yaşamak istiyor fakat yaşayamıyorlardı.
Çünkü kendi ülkelerinde uyulması gereken katı yasalar vardı.
Adamın kolunu keser hapishanelerde çürütürlerdi.
Toplum huzurundada rezil malamat olmaları cabasıydı.
İşte kendi ülkesinde kendi çocuklarını gerek yasalarla gereksede katı kurallarla korumaya alan bu zenginler kendi ürettikleri haydutları kafileler halinde değilde sürüler halinde yoksul ülkelere gönderiyorlardı.
Bunun anlamı şuydu:
Bu ülkede ben size birşey yaptırmam, şayet yapacaksanız buyrun gidin söğüt ağaçlarının darağacı olduğu ülkeleri seçin!
Solgun ilgiler hedefin aynasıydı.
Ne ayıptı nede günahtı onların yaptıkları!
Güpegündüz insan pazarlamacılarıydı hepside.
Gerek bu cinsi sapıkların yaptıkları gereksede onları yönetenlerin yaptıkları, zincire vurulmuş özgür insanın birden fazla kamçılanarak kan, keş içerisinde bırakılmasıydı.
Haşim insanlığın onurunu kurtarmak için yine seferberliğe imzasını sürgülemişti.
Haşimin toz haline gelen her bir parçası cinsel sapıkların olduğu bölgelere dağıldı. Her parça birisini esir aldı.
Amacı onların kafalarını paramparça edip onları yaptıkları yolsuzluktan alıkoymaktı.
Bir adam iki erkek çocuğunu yanına aldı ve onları sevip okşamaya başladı.
Çocukların utangaçlığına dokundukça garip bir haz duyuyordu.
Utanıyordu ama yinede gövdesinin beklentilerinden kendisini kurtaramıyordu.
Korkunç bir hazda kendi adından yakındıkça geliyordu.
Hiç bir zaman zevkin doruğuna çıkamamıştı kadınların yanında, homosexuel olmaktanda korkuyor kendisini sıktıkça sıkıyordu.
Her şeye hükmedecek kadarda zengin olduğundan kaybedecek bir şeyi yoktu.
Dünya hali dedi düşündü; insan özverisi olamazmıydı kendi içindeki kurda yalvarırcasına;
Herşey bugünden şimdiye kadar olan vergi dedi.
Yanıbaşında çocuk acıdan inledikçe evliyalarda bile yaşanmayan büyük bir açlığa girip kendisinin yargısına ağlıyordu.
Onu kimse sevmemişti.
Bu arada onun ülkesinin başbakanı bir diğer ülkenin başbakanına insan hakları üzerine ilginç bir söylev veriyordu.
Adam garip bir sitemle karşıdaki çocuğa kimlik hakkı olmadığını söylüyordu.
Ellerinin günaha düşkün kılıbıklığıylada kendini okşuyordu.
“Sizin ülkedeki insan haklarını hiç bir şekilde sineye çekecek değiliz.”
Dedi cumhurbaşkanı.
Bu arada çocuk diretiyordu adamın bağışını.
Diğeriyse yapacak hiç bir şeyi olmadığını aşağılanmadan tir tir titremesiyle yaşıyordu.
Bu bir hayalperestlikle donatılmış zalimlikti.
Ağız haykırmak istermi yabancılarla insan haklarını konuşunca?
Ödlek bir tavırmı bir yerde sürme çekip gözleri uyurgezer hale getirip yalan söylemeye itmek?
Liderler birbirlerini yargılarken halklarda sığınacak yuvalar aramakta.
Sapık orgazm peşinde koşarken vücuduna sahip çıkamayan devletlilerde davetlerden davetlere gidip çırıl çıplak soymaktalar halkının özgürlüğünü.
Çocuklar nefes nefese kurtulmanın endamına girmeye çalışıyorlardı.
Bugünde kendilerini sağ kurtarmışlardı.
Sapık artık kendini sahip gibi görüyordu. Satın almıştı onları!
Oda herkes gibi malını istediği gibi kullanma hakkına sahipti.
Fakir ülkenin başbakanı kendi ülkesine para yardımı için müracat etmişti.
Parayı alamadan ülkesine geri döndü.
Parayı vermeyense iyi bir ders vermenin gururunu yaşıyordu.
Bu o ülkeye daha fazla turist ve daha az dövizle gitmek demekti.
Oyunun koynundada ağlayan çocukların hacimlerinin sükunatı vardı.
Dayanıklı olamayanlar yüreklerini çiğnemekteler.
Daha ne acılara göğüs gerecekti yalanlar?
Tanrının adaletine sığınmak isteyenlerse gurbete gidiyorlarmış gibi acı çektiler.
Rabbin sağduyusu varmıydı diye merak etti çocuklar?
Birden sapığın üzerinde yatan çocuk ağırlaşmaya başladı.
Ağırlık kâbusa dönüştü.
Kalkmak istedi kalkamadı.
Sağa sola dönmek istedi dönemedi.
Kellesi koparılmış tavuk gibi çırpınıyordu.
Bir şey yapmak için geçti artık çünkü uzerinde yatan artık beş metre boyunda ve beşyüz kilo ağırlığında
Haşimin ta kendisiydi.
Adam korkunca çenesi kilitlendi ve bağırmaya bile yanaşmadı ahmak bedeni.
Ses çıkaramadı.
Boğulacağını sanıyordu ki nefes alıp sıçrayabildi.
Kendisine geldiğinde yapayalnız bir odada yatağının içinde buldu kendisini.
Bedeni elektrik şoku yemiş gibi titriyordu. Kanter içindeydi.
Tuvalete gittiğinde arkasının acıyla irkildiğini ve bütün bedeninin titrediğini farketti.
Çişini zorlukla yapıp şifonu çekecekti ki tuvaletin içinin kanla dolu olduğunu gördü.
Korktu. Yüreğine inme inecekti az daha.
Ocağa kahvesini sürdü. Şok içerisinde yatağı düzeltmek için yaklaştı ve yorganı kaldırdı. Yatakta kana bulanmıştı.
Doktor hastasını içeri aldı. Sabırsız ve tereddütlü iki çift gözü süzdü.
-Rica ederim rahatlayın ve bana nasıl olduğunuzu anlatın? Dedi.
-Doktor bey, kıçım kaşındıkça kaşıyorum ve acısınıda kaldıramayınca daha çok kaşıyorum. Çok canım yanıyor ki bunu söylemeye korkuyorum, cinsel bir hastalığa bulaşmış olmanın dayanılmaz bir korkusuna girdim.
Gel zaman git zaman bekledim geçmedi.
Şu sıralar yorgun düştüm!
Doktor hastasını mahkeme salonundaymış gibi sorguya çekti.
Amacı hastalığın başlangıcına gitmekti.
Adamsa bir türlü olayın başlangıcına girmek istemiyordu.
Doktor:
-Yurt dışına gittinizmi?
-Bu yaz tatilinde yurt dışındaydım.
-Doğuya mı?
-Hiç bir önemi olmayan bir ülkeye gezi düzenledik arkadaşlarla!
Bu ülkenin gövdesi titredi.
Doktorda algıladı acının kahredici sıcaktan gelmediğini!
Çokları öyle ülkelere gidip helal süt emmediklerini kanıtlamaktaydı.
Pek makbülde sayılmazdı onlarla uzun uzadıya hastalıklarını tartışmak.
Tam tersine sinir küpü oluyordu doktorlar böylelerine rastlayınca.
Onlar kuruntuların içinde gözyaşlarına sığamayan insancıklardı.
Memleketin vergi defterine bile imza atmakta zorlanan onlar halkın ödediği vergiyle yangına çarıkla gidenlerdi.
Oysa her şey sahte bir yalandı.
Çocuklar dişe diş ne demek olduğunu öğrenmek zorundaydı.
Rezillik içi ezik ciğerini söktü yoksulluğun!
İnsan haklarına değer veren başbakan konuştu:
-İnsanoğlu her kimse odur.
Bir ülke içerisinde soyutlamak boşuna.
Herkese aynı dili verdiyse yasalar herkeste aynı kazmayla kürekle yaşlanacak!
Kimseyi toplumdan dışlayamayız.
Onlara sahip çıkıp tedavi etmeyi temin edelim!
Böylece ülke dışındada bizim ne kadar akıllı olduğumuz bilinecektir.
Sokak fenerinin gözünü oyacak değiliz.
Yana yakılada yaşasak yinede karanfili suni koklayacağız, dedi.
Doktor mukayese etmek istemiyordu bile!
Öyle sık oluyordu ki aynı acıyla çığlık çığlığa gelenler.
Ölümcül bir hastalığın kuyusuna düşmüş gibi şuurları burnunda geziyordu sapıklar.
Kan örneklerine baktı ve alevlenen kızgınlığına yenik düştü.
Sonuçta teşhisini koydu.
Adam o meşhur önce süründüren sonrada alıp götürene yakalanmıştı.
Göğsüne boynuz taktırmıştı.
İşin bir garip yönü daha vardıki oda tüm ilaç fabrikalarının bu meşhur hastalığı yenecek ilacı bulabilmek için tam bir yarış halinde olmalarıydı.
Çünkü bu piyasada müthiş bir avanta vardı.
Bu ilacı bulacak doktor hemen ünlenecek, ilacı bulan yatırımcı ise dünyanın en zengini olacaktı.
Ayın kipriklerinin gölgesi düşmüştü hazin yalanlara!
Bu araştırmaları insanlığı zalim bir hastalığın pençesinden kurtarmak için yaptıklarını söylüyorlardı fakat bunlarınkisi boşuna çabaydı.
Bu hastalığın ilacı Haşimdeydi.
Haşimse ilacın kod numarasını kimsenin bilmediği bir kasada saklıyordu.
Bu kasa ise iç içe geçmiş kırk kasadan oluşuyordu, kırkıncısıysa en küçüğü olanıydı.
Emniyet açısından kırkıncı kasayı seçmişti.
Çok deneyenler oldu fakat kırkıncı kasaya ulaşamadan döndüler.
Haşim o ilacı bir gün insanlığa vermeye söz verdi.
Yalnız bir şartı vardı.
Artık bu konuda kendisine iş çıkarılmamasına söz verilmesiydi.
Şayet insanlar söz verip sözlerinin gereğini yerine getirirlerse ilaç onlarındı, aksi halde insanlık avuçlarını yalayacaktı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.