GÜN BATARKEN (1)
Evin terasında çayını yudumlarken Hüseyin Nihal Atsız’ın ’’ Bozkurtlar Diriliyor’’ romanını okuyordu. İki gün olmuştu romanı eline alalı. Gençlik yıllarında bir kaç kez okusa da, tekrar okumak gelmişti içinden. Belki de eski günleri yad etmek istiyordu. Kolay değildi; hayatı hiç istemediği zoraki kavgalarla doluydu. Üniversitede rahat okumak istemesine rağmen düşünceleri başkalarını rahatsız etmesi onun huzurla okumasına mani gibi bir şeydi. Defalarca ’’Ben kavgadan uzağım, davamda uzak! Biz her yaratılanı severiz Yaradan’dan ötür!’’ dese de kâr etmiyordu gönlünü emparyalizme kaptırmış okuldaki bazı gençlere. Her gün okula giderken gazete bayisinden aldığı Hergün gazetesini koltuğunda gören art niyetli öğrenciler ona sataşmadan edemezdi. ’’Faşistlere bu okulda yer yok! Burası bunlara mezar olmalı!’’ gibi tehditlerle laf atmaları karşısında başını önüne eğer, sessizce sınıfına girerdi.
Bir gün okula giderken yolların çok tenha olduğunu gördüğünde çok şaşırmıştı. Hiç bir arkadaşını görememesi onu kaygılandırmıştı. Korktuğu; ’’arkadaşlarımın başına bir iş mi geldi*’’ düşüncesi kalbinin atışlarını sıklaştırmış, bir eli cebinde, diğer sağ elinde not defteri ve gazetesi vardı. Yavaş adımlarla giderken, akasya ağacının ardına gizlenmiş, ellerindeki demir çubuklarla ona saldırmışlar, başını yararak hemen oradan uzaklaşıp gitmişlerdi. Cebinden çıkardığı mendille kanayan başına pansuman yapa yapa okuluna gitmişti. Bir arkadaşına okulun revirinde karşılaşınca sormuştu arkadaşlarının neden olmadığını. Aldığı yanıt ise; sınıfındaki arkadaşı Hakan’ında okula gelirken evlerinin yakınlarında bir grup öğrencinin saldırısına uğrayarak acilen hastahaneye kaldırılışını duyan arkadaşlarının hepsini hastahaneye gitmesi olmuştu. O gün örgütlü bir saldırı vardı. Kendisinin bu saldırıdan çok ağır darbe almadığına Allah’a şükretmişti.
Kargaşalı bir dönemde okulunu zorlukla altı yıl içinde bitirebilmişti. Matematik öğretmeni olduğunda Türkün şehri, Ziya Gökalp’in memleketi Diyarbakır’ın Kulp ilçesine tayini çıkmış ve o ilçenin lisesinde matematik öğretmeni olarak görevini ifa etmişti. İlçede kaldığı sürece hiç bir olumsuzluklarla karşılaşmamış, aksine ilçe halkı, öğrencileri onu bağrına basmıştı. Ayrılıkçı zihniyet taşıyanların olumsuz tavırlarına sevgi ile yaklaşıyor, insani yardımlarını onlardan esirgemiyor, sorunları olduğunda canla başla yardımcı oluyordu. Sınıfındaki öğrencilerine milli duyguları anlatarak onların yanlış yollara sapmamalarına gayret ederdi. Cuma günleri dersinde bir boşluk olduğunda Cuma namazına gider, cami çıkışında halk ile bütünleşerek Ozan kahvehanesinde çayların eşliğinde sohbet eder, onlara ziraat, hayvancılık, bahçecilik, besicilik konularında fikir vermeye gayret ederdi. Halka kendini sevdirmişti. İlçede yalnız yaşadığı için onu evlerine yemeğe götürürler yağ, yoğurt, süt, köy ekmeği verirlerdi almamaya ısrar etse de. Zorla eline tutuştururlardı. O da almak mecburiyetinde kalırdı onları üzmemek adına.
İlçede bir kız vardı. Adı Zeliha idi. Evinin karşısındaydı evleri. Her sabah kalktığında o kızı penceresinin önünde oturur bulurdu.. Zeliha ilçenin en güzel kızlarından sayılırdı. Uzun boylu, endamı dolunay görünümlü, yeşil gözleri baharı, saçlarının kıvrımları dağların görkemli yollarını andırırdı. Gülüşlerinden kuşlar gökyüzüne süzülür, ırmaklar coşkuyla akar ta Ötüken’de toynaklar tozu dumana katarlardı. Yürüdüğü yollarda menekşeler açar, leylaklar misk_i amber kokardı.. Her sabah kalktığında onu pencere önünde görmesi kalbinde bir bahar uyanışı, nevruz şenliklerinde bulur kendini ve yaylaklarında mavi kelebekler uçuşurdu Oğuz Kağan’da. Yanlış anlaşılır düşüncesi ile ona bakmamaya özen gösterse de, kaşının altından süzerdi onu. Aklına takılan; genç kızın ’’neden okula gitmediği?’’ kafasını kemiren soruydu. Mutlaka öğrenmeliydi bu durumu.
Zeliha bir hafta sonu Cumartesi sabahı pencerenin önündeki kırmızı açmış sardunya çiçeğini iki avucunun arasına alarak, Oğuz Kağan’ın pencere önünde ona kaçamak baktığını görünce öptü, kokladı. Okşadı sardunyanın yeşil yapraklarını. Hafif işveli cilveli gülümsedi. Oğuz Kağan, Zekiha’nın ani hareketini görünce nutku tutuldu, nasıl karşılık vereceğini bilemedi. O da ona karşı gülümsedi başı ile selam vererek. Gülümsemeyi gören Zeliha saçlarını arkaya attırarak mutfağa koşar adım gitti. Oğuz Kağan ’’acaba beni yanlış mı anladı’’ diyerek oturdu pencerenin kenarına, düşünmeye başladı. Kötü düşünceler kafasına bir ok gibi saplanıp kalsa da; tatlı hülyaları gönlüne ferah pompalıyordu. İyimser, hoşnuttu Zeliha’nın hallerinden.
Zeliha mutfaktan oturma odasına gelirken elinde iki çay vardı. Pencere önündeki masaya çayın birini koyarken diğer çayı elinde Oğuz Kağan’ın penceresine bakıyordu. Bunu gören Oğuz Kağan, mahcup mahcup baktı ona. Zeliha elindeki ve masadaki çayı göstererek çayından bir yudum aldı kırmızı yanaklarının tebessümünde. Göz göze geldiklerinde kirpikleri sıklıkla açıp açıp kapamıyordu. Oğuz Kağan, Zeliha’nın hareketini görünce anladı ki; dünya güzeli kızın kendisine karşı bir sevgisi vardı. Aslında Oğuz Kağan’ın ilk geldiği günlerde onu gördüğünde kalbine bir sıcaklık düşmüş, durumu zamana bırakmıştı. ’’Tanrı yazmışsa olur.’’ diye içinden geçirmişti.
Yarınlara ılık bir güz güneşinin doğacağı düşlerini kurmaya başlamıştı Oğuz Kağan... İçi içine sığmıyordu. Ay gibi doğmuştu gün ona. Okuluna giderken yollarda ’’ Efkarlıyım’’ türküsünü ıslıkla çalabilirdi artık...
Devam edecek
Zafer Direniş
...
Bir sevda yangını
YORUMLAR
Çok güzel bir öykü
Vatan için ölmekse kaderim
Böyle kaderin ellerinden öperim
Oğlumun okul defterinde H. Nihal Atsız
Yazıyordu
Yüreğinize sağlık kaleminiz daim olsun Abicim
direniş
Devamı gelecek öykünün
Ülkücülüğün içini boşaltanlara sitemler gelecek...
saygı ve selamlar abim
Güzel bir öykü okudum. Yüreğinize sağlık Direniş Hocam.
Devamını bekliyorum...
Saygılarla...
direniş
Devamı gelecek inşallah
sevgi ve saygılar şiir yüreğine