- 480 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Musikimiz Üzerine Söyleşi
Muhammed Mavuş ile Musikimiz Üzerine Söyleşi
1. Ana akım dışındaki müziği takip eden, müzik icracılığı ve arşivci yönleri daha çok baskın görünen genç kardeşimiz Muhammed Mavuş ile sohbetimize buyurunuz. Müzik icracısı Muhammed Mavuş bu yetisini nasıl kazanmıştır? Yol güzergâhından ve beslendiği kaynaklardan bahseder misiniz?
Öncelikle size kendimden kısaca bahsedeyim. 1994 yılında Yozgat’ın Kadışehri ilçesinde doğdum. İlk ve ortaokul eğitimimi Kadışehri ilçesinde tamamladım. 2009 yılında lise eğitim için Çankırı, Tarım Meslek Lisesi’ne devam ettim. 2013 yılında Çankırı Tarım Meslek Lisesinden mezun oldum. 2014 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünü kazandım. Burada tarih eğitiminin yanı sıra belediye konservatuarı emekli Türk Halk Musikisi Öğretmeni Ahmet Dökmetaş’tan Türk halk musikisi icra ve külliyat eğitimi aldım. Cumhuriyet Üniversitesinde, “70. Yılında Yurttan Sesler” konulu konferans ve konseri hazırladım. Bu konsere İclal Akaplan, Ali Gürlü ve Ahmet Turan Şan gibi kıymetli radyo sanatkârları türküleri ile Yurttan Sesler kültürünü anlatmışlardır ve yine Sivas Belediyesinden Muzaffer Sarısözen’i anma gecesinin düzenlenmesinde katkıda bulundum. Cumhuriyet Üniversitesi İletişim Fakültesi bünyesinde kurulan radyoda “Neşriyat Saati” adlı Türk musikisi külliyatı programlarını sundum. Hocam Ahmet Dökmetaş için “40 Sanat Yılında Ahmet Dökmetaş” adlı halk musikisi konseri düzenledim. Üniversiteden 2018 yılında mezun oldum. Yozgat, Kadışehri Halk Eğitim Merkezinde bir dönem Osmanlıca kursu açtım ve Osmanlıca öğrettim. Kadışehri Çok Programlı Lisesinde 1 yıl tarih öğretmenliği yaptım.
Ben şahsen kendimi Türk musikisi arşivcisi ve araştırmacısı olarak görüyorum. Müzik icracılığı noktasına gelince günümüzde gerek kurumsal olarak gerek özel olarak çalışmalar yapılıyor. O yüzden artık musiki icracılığı çok aleladeleşmiş ve eski ehemmiyetini yitirmiş olarak görüyorum. Hele ki günümüzde popüler müziğin ve arabeskin piyasa tarzı okuma tekniğinin yaygın olduğu dönemde yeni nesil sağlıklı olarak aslına uygun şekilde icracı olamıyor ne yazık ki. Bu da dönemimizin en büyük sıkıntısıdır. Musikiye nasıl başladığıma gelince: Küçük yaşlarda ailem TV izlerken, Fatma Girik’in, Türkan Şoray’ın köy filmlerinde izlemiş bulunduğum türkü okunan sahneler sayesinde ilk aşinalık ve alaka başlamış oldu. Fatma Girik’in “Toprak Ana” filminde Seha Okuş’un seslendirmiş olduğu -Duman duman olmuş karşı ki dağlar- uzun havası gibi veya -ekin ektim gül bitti- türküsünü seslendirmesi gibi ve yine Fatma Girik’in, “Boş Beşik” filminde Nurettin Çamlıdağ ve Nurten İnnap’ın karşılıklı okudukları türküler sayesinde ve yine Fatma Girik’in “Kuma” filminde Seha Okuş’un -Aktaş Diye Belediğim- türküsünü dinlemem sayesinde ve yine Türkan Şoray’ın “Mahpus ve Dönüş” filmlerinde Seha Okuş’un birbirinden güzel türkülerini ve güzel sesini dinleyerek oluşan bu alaka Cüneyt Arkın’la, Fatma Girik’in Köroğlu filminde Hasan Mutlucan’ın o muazzam sesini dinleyerek, Türkmen düğünü adlı birkaç bölümlük eski bir dizide Ülkü Beşgül’in sesinden dinlediğim o güzel türküler sayesinde halk musikisine karşı bir alakam sevgim doğdu ama bu alakayla çok büyük bir ilerleme kaydedemedim o yıllarda. Çünkü Yozgat’ın Kadışehri ilçesinde dünyaya gelmiştim. İnternet vesaire gibi imkânlarla daha tanışmamıştım o günlerde. Sadece bu filmler denk geldikçe oradaki türküleri büyük bir alaka ile dinleyerek büyüdüm. Onun dışında küçük bir hatıratım var size anlatmak istediğim. İlkokul yıllarında bilgisayar dersi konmuştu. Ders hocamızın yanına giderek utana sıkıla hocam bilgisayarınızda dinlediğiniz türküler varsa size bir CD getirsem bana bu türkülerden kopya edebilir misiniz CD’ye kaydeder misiniz? dedim. Bunu söylerken dahi utancımdan kıpkırmızı olduğumu hatırlıyorum. Dersin hocası da sağ olsun beni kırmamış, aşağı yukarı otuza yakın ses kaydını CD’ye doldurmuş ama CD seslerinin hepsi günümüzde piyasada kendilerince Türkü okuyan isimlerdi ama o günün şartlarında dahi bilgisayar öğretmenimin doldurmuş olduğu CD’deki türküler ve sesler beni bir türlü tatmin etmemişti. Bugün beni ne için tatmin etmemişti diye düşündüğüm vakit, şu kanıya vardım. Bana verilen CD deki ses kayıtlarının hepsi beste formunda ortaya koyulmuş türkülerdi. Birkaç adet anonim türkü olsa da çoğunlukla beste formunda olmalıydı. Bunları okuyan beyler ve hanımların hepsi de günümüzde piyasada çok meşhur isimler lakin benim aradığın sesler ve türküler bambaşkaydı. Ama o dönem bu alandaki bilgimin yetersizliği sebebiyle meramımı kimselere anlatamadım tabi. Allah razı olsun bilgisayar öğretmenim beni kırmamıştı. 2009 yılı Eylül ayında Çankırı Tarım Meslek Listesini kazanmamla birlikte Çankırı’ya gittiğim aylarda internetten filmlerde duyduğum bu türküleri kimlerin okuduğunu araştırmak nasip oldu ve o günden sonra halk musikisinin geçmişi, akabinde eski sanatçılar ile alakalı araştırmalar yapmaya başladım. Daha 13 yaşında bir çocukken, Muzaffer Sarısözen, Nezahat Bayram, Yıldız Ayhan, Ahmet Gazi, Ayhan Mesut, Cemil Bey, Tamburi Cemil Bey, Necla Erol, Nurettin Çamlıdağ, Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Nida Tüfekçi, Neriman Altındağ Tüfekçi, Fahire Fersan, Refik Fersan, Halil Bedii Yönetken, Seha Okuş, Hasan Mutlucan, Nurten İnnap, Cemile Cevher, Ali Ekber Çiçek, Turhan Karabulut, Muzaffer Akgün, Ali Canlı, Ahmet Üstün, Darülelhan Mahmut Ragıp Gazimihal, Sadi Yaver Ataman, Denizkızı Eftelya, Zehra Bilir ismini daha sayamayacağım halk musikisi ve klasik Türk musikisi adına pek çok kıymetli sanatçının seslerini dinlemek ve onların sanatlarını araştırmak merakına o günlerde eriştim. Ve bir gün yine lisede coğrafya derslerimize giren Ahmet Tayyar Can öğretmenimin türkü dinlediğini fark ettim. Kaldığım lisenin yurdunda nöbetçi olduğu bir gün kapıyı çalarak öğretmenime durumu anlattım, ricada bulundum. Sağ olsun o da “ben de birkaç bir şey var Muhammed bunu nerede dinleyeceksin?” deyince ben de hocam birkaç gün sonra bir MP3 çalar alıp yanınıza gelsem bana kayıt kopya edebilir misiniz dedim. O da kabul etti. İlk MP3 çalarımı Çankırı’da lise yıllarında 1. sınıf talebesi iken edilmiştim. Sağ olsun hocam bana elindeki kayıtları verdi ama onlarda içlerinde bir kaç adet anonim Türkü olup yine çoğunluğu beste formunda olan ezgilerden oluşan malzemeler olduğu için çok kullanmak, dinlemek nasip olmadı. İşte o günden sonra internette yetersiz gelmeye başladı. Çünkü o dönemde İnternette de çok fazla ses sanatçılarının okuyup çaldıkları ezgiler yoktu. Olanlarda sınırlıydı.
Kendime bir arşiv kurma fikri bu dönemde başladı. Çankırı’daki kaset ve CD satan bütün dükkânları teker teker gezmeye başladım ve o dükkânlarda gördüğüm eski sanatçılara ait kaset ve CD’leri toplamaya başladım. Hatta bir kısmını dijitale aktararak MP3 çalarımda da devamlı olarak dinledim ve böylelikle arşivciliğin ilk adımlarını da atmış oldum.
2. Halk müziğimizin, diğer folklor ürünleri içerisinde müstesna bir yeri olduğu muhakkak. Nida Tüfekçi’nin "Balkanlardan Çin Denizine kadar her alanda gittiğiniz yerlerde Türk Halk Musikisinin çalınıp söylendiğini görebilirsiniz" dediği gibi siz de, İstanbul, Ankara, Sivas ve Yozgat başta olmak üzere ülkemizin birçok yerinde, musikimizin izinde yol alıyorsunuz. Arşivlik materyaller topluyorsunuz. Bu gezileriniz hakkında neler söylersiniz? Karşılaştığınız ilginç bir anınızı anlatabilir misiniz?
Koleksiyonerlik ve arşiv materyali toplama amacıyla yapmış bulunduğum gezilere 2013 yılı itibari ile başladım ve halen de devam etmekteyim. Konuyla alakalı bir de anımı anlatayım. Sivas’ta bulunduğum yıllarda Ankara’ya gitmek için tren istasyonundan saat gece 23 sularında bilet aldım. Malum öğrenci olunca maddi imkânları kısıtlı oluyor insanın bu imkânlarla da bir şeyler yapabilmek için de bol bol tasarruf yapmak gerekiyor. Ben de bu yüzden üniversite yıllarında bol bol tren ile seyahatler gerçekleştirdim. Biletimin günü gelince akşam saatlerinde istasyona gittim. Güney Ekspresi geç kalmış, görevli memura ne zaman gelecek diye sorunca o da birazdan gelir diyerek cevap vermişti. Yine bir hayli bekledikten sonra tren geldiği halde tekrardan memura giderek bileti gösterip Güney Ekspresi mi? diye sordum. Memurda “hadi hadi acele et fark etmez” dedi. Sen biletteki koltuğa geç diye cevap verdi. Ben de memurun bana verdiği cevaptan dolayı herhalde doğru tren diyerek numarası yazılı olan vagondaki koltuktaki yerime geçtim. Tren hareket etmiş Kayseri merkeze gelmiş, sonrasında Kayseri’yi geçerek dağlık tepelik bir mevkide durmuş. O sırada bilet kontrolü yapılıyordu. Bilet kontrolü yapan memur; “sen yanlış trene binmişsin” deyince ben de “nasıl olur” istasyondaki memur “acele et bu trenle gideceksin” dedi. Kontrol memuru “bu kadar da olur mu? “Çocuğu yanlış trene yönlendirmiş” diyerek o memura kızmaya başladı. “Delikanlı seni burada indirmem lazım, aksi takdirde ben sıkıntıya gireceğim” dedi. Ben de tamam diyerek trenden indim. Geç saat 01 sularında Kayseri’de bir dağın başında, sadece yolcuların oturabilmesi için 1 adet bankın dışında hiçbir şey yoktu. “Gecenin bu saatinde kaldık mı bu dağ başında” diye kendi kendime söylemekteydim. Başka bir şey de yapamadım açıkçası. Bekleme noktasında benden başka hiç kimse yoktu. Sadece memurların görev değiştirme saati için kaldıkları betonarme bir kulübenin dışında hiçbir şey yoktu. Oda kilitliydi. Saatler ilerliyor trende bir türlü gelmek bilmiyordu. Ama ben yine de ümitli idim. Elbet saatinde gelecek, ne de olsa devletin resmi treni. Saat gece 3.00’da nihayet geldi. Resmi kıyafetli iki tane makinist benim olduğum tarafa doğru gelmiş ikisi de emeklilik dönemi yaklaşmış ellili yaşlarda demiryollarının eski kulağı kesik memurlarından olsa gerek, “evladım gecenin bu saatinde senin burada ne işin var?” diye sordular. Ben de başımdan geçenleri anlattım. İkisi de söylenmeye başladılar. “Yahu bu kuş uçmaz kervan geçmez yer de seni niçin bıraktı bu cahiller. Yanlış trene yönlendirmiş olsalar dahi seni bu noktada indirmemeleri gerekiyordu. Kurt kuş ve benzeri yabani hayvanlar var buralarda. Allah göstermesin. Biz dahi araçsız gelmiyoruz. Fazla beklemiyoruz buralarda. Bir tane delikanlıyı idare etmek uygun bir vagondaki koltuğa yerleştirmek çok mu zor? Kendi hatalarını kapatmaktan aciz bu yeni yetmeler” diye kızmaya başladılar. “Hiç değilse bir sonraki normal bir istasyonda indirselerdi seni. Yok kardeşim yok. Bu yeni yetme alınan memurlar da iş yok gerçekten” dediklerinde trenin ışıkları uzaktan gözükmeye başladı. Nihayet tren durdu ve bende biletimde yazılı olan koltuğa geçtim. Ankara seyahatim kaldığı yerden devam etti ve sabah saat 10.30 sularında Ankara tren istasyonunda indim. Sonrasında Sıhhiye’de bir simit ve bir çay eşliğinde sabah kahvaltımı yaptım. Saat 11 olduğunda Saman Pazarı, İtfaiye Meydanı olmak üzere sıra ile plak ve eski kitap satılan yerleri dolaşmaya başladım. Gecenin geç saatlerinde uğraştırıcı olarak başlayan yolculuğun sonunda Münir Nurettin Selçuk’un, Müzeyyen Senar’ın, Perihan Altındağ Sözeri’nin, Anadolulu Hayriye hanımın, Hafız Burhan’ın, Neyzen Tevfik’in, Safiye Ayla’nın, Hamiyet Yüceses’in, Hadiye Hanım’ın, Zehra Bilir’in, Hafız Ahmet Bey’in, Ahmet Gazi Ayhan’ın, Suzan Yakar Rutkay’ın birbirinden değerli taş plaklarını farklı yerlerden bulup satın alma şansına eriştim ve yine birkaç adet sahafı dolaşım. Mahmut Ragıp Gazimihal’in, Halil Bedii Yönetken’in, Muzaffer Sarısözen’in, Sadi Yaver Ataman’ın yazmış oldukları birtakım kitapları da o gün içinde satın aldım. Sonrasında cennet makam hocamız Nida Tüfekçi’nin yetiştirmiş olduğu, benim de çok değer verdiğim 1966 sınavında radyoya girerek Yurttan Sesler ve çok kıymetli hizmetlerde bulunmuş bir ses sanatkârı ile röportaj yapmak için bana verdiği adresin yolunu tuttum. Şimdi yazıyı okuyanlar, “yahu birkaç parça plak için, bir türkü iki şarkı için veya kitap için değer mi bu?” diyeceklerdir ama benim için değer çünkü her yola çıktığımda hedeflerime bir adım daha yaklaşıyorum. Bu da beni çok mutlu ediyor.
3. Sizin perspektifinizde bir müzik insanı nasıl olmalı? Notaya sadık kalınması hakkında neler söylersiniz? Özellikle TRT, emektar musikişinasları başta olmak üzere, müzik ve sanat insanlarıyla söyleşiler yapıyorsunuz. Ses kayıtlarını ve bulabildiğiniz birçok materyali arşivliyorsunuz. Bu çalışmalarınızı örnekleyebilir misiniz?
Nota, musikinin yazıya geçirilmiş halidir yani bir ezginin deşifre edilebilmesi için mutlaka gerekli ve çok önemlidir. Adeta bir kalıp gibidir en iyi yolu gösteren musiki ilminin anahtarıdır. Yalnız musiki teorisini çok iyi bilmek, iyi bir notist olmak icracının yükünü hafifletir ama çok iyi derecede bir sanatçı olacağının da %100 kanıtı değildir. Örnek veriyorum, bir solist televizyonda cennet mekân Nida Tüfekçi hocanın yıllarca muazzam sazıyla ve üslubuyla seslendirmiş olduğu “sabahınan esen seher yelimi” adlı sürmeli çeşit derlemesini piyasa ağzı arabesk popüler tarzda okuyorsa veya değiş okur gibi okuyorsa işte o zaman icracının iyi nota bilse de aldığı eğitim ile icrasının ne kadar çarpık olduğunu gösterir. Bir solist notayı iyi okuyor ise aynı zamanda okuduğu türkünün duygusunu da verebiliyor ise ve yine tavırlı okuyor ise işte o zaman iyi bir solist olduğunu gösterir. Günümüz solistlerinin pek çoğunda olan bir sıkıntı var. O sıkıntı ise dinleme eksikliğidir. Yanlış kaynaklardan yanlış kişilerden eseri dinleyerek o kişilerin tesiri altında kalarak türküleri seslendiriyorlar. Eski ses sanatkârlarının hepsi türkü dinleme, kültürüne hâkim insanlar idi. Yani kendilerinden önce kadim olan ses sanatçılarını dinleyerek yetişmiş sanatçılar idi. Cennet mekân hocam, Yurttan Sesler’in kurucu ses sanatkârlarından Turhan Karabulut ile yaptığım röportajda bana şunu anlatmıştı. Yurttan Sesler’i kurdukları dönemde Muzaffer Sarısözen kendisine Orta Anadolu türkülerini solo olarak okutması için verdiği vakit, Ürgüplü Refik Başaran’ın plaklarını dinlemesini söylemiş. Kendisi de Ürgüplü Refik Başaran’ı dinleyerek onun okuduğu Orta Anadolu türkülerinin çalışmış ve radyoda en iyi şekilde yıllarca seslendirmiş. Bir türkü icracısı veya şarkı icracısı bir eseri önce notadan çalışmalı sonrasında ise örnek veriyorum eser taş plağa okunmuş ise taş plak kaydını da dinlemeli. Hayır, Radyo bandına eski sanatçılardan birisi okumuş ise mutlaka onu da dinlemeli. Çünkü eski ses sanatçıları usta-çırak ilişkisiyle meşk geleneği ile yetiştirildikleri için ve çok sıkı bir disiplin ile denetlenerek icralar yaptıklarından dolayı hep sağlıklı doğru, abartıdan, hatalardan uzak icralar yapmışlardır. Gelenek geleceğe ışık tutar. O yüzden daima kadim olana yönelmeli. Çünkü kadim olan her zaman için doğru olandır. Benim kanaatimce bir müzik insanı evvela alanını iyi belirlemeli, yapacağı çalışmaları bir plan program dâhilinde yapmalı. O yüzden Klasik Türk Musikisinde yetişen büyük üstatlarımı hep büyük bir hayranlık ile takip ediyorum. Çünkü onlar gerçekten çok verimli çalışmalar yapıyorlar. Gelecekle günümüzü birleştiren çalışmalara destek veriyorlar ve çevrelerinde yetiştirdikleri talebelerini de bu şekilde yönlendiriyorlar. Bu biraz da Klasik Türk musikisinin Karahanlılar’dan Selçuklulara, Selçuklulardan Germiyanoğulları’na, Osmanlı’ya kadar devamlı olarak devlet ricalinin ve üst sınıf tabakanın da desteklemesinin çok büyük katkısı olduğunu da düşünüyorum tabii ki. İşte bu yüzden Klasik Türk Musikisinde oturmuş bir nizam oluştu. Musiki teorisi nazariyat ve külliyat alanında çok kıymetli insanlar yetişti ve bu yüzden icra yönünden ve icracılık yönünden de ortaya koyulan çalışmaları daha nizamlı buluyorum. Türk Halk Musikisi’ne gelince cennet mekân Üstat Muzaffer Sarısözen, Sadi Yaver Ataman gibi hocalar zamanında koro nizamını oluşturarak, halk musikisinin kurumlaşmasına, devlet ricali önünde değer kazanmasına çok büyük katkılar sağlamışlar. Sanatkârları yetiştirirken mahalli sanatçılar ve kurumsal radyo sanatçısı olmak üzere halk musikisinde iki çeşit sanatkârın sınıflamasına çok büyük önem göstermişlerdir. Bunun sebebi ise bir radyo sanatkârı Yurttan Sesler seansında ağzına yakışmak şartı ile her yöreden türkü okumak mecburiyetindedir. Hatta rahmetli Muzaffer Sarısözen, Halil Bedii Yönetken, Mesut Cemil Bey gibi üstatlarımız radyoya Yurttan Sesler topluluğuna ses sanatçısı alırken imtihanlarda buna çok dikkat etmişlerdir. Her yöreyi okuyabilecek yeterlilikte ki sanatçıları Yurttan Sesler sanatkârı olarak yetiştirmek üzere kuruma almışlar ve bu sayede Neriman Altındağ, Nezahat Bayram başta olmak üzere pek çok kıymetli ses sanatkârı Halk Musikisine hizmet etmiştir. Bununla birlikte sadece kendi yöresini okuma yeterliliği olan sanatkârların ise şefin belirlediği takvime göre Yurttan Sesler seanslarında ve radyonun diğer seanslarında türkü çalıp çağırma izni verilen kişiye ise mahalli sanatçı denir. Örneğin Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Diyarbakırlı Celal Güzelses, Karslı Âşık Kurbanı Kılıç, Davut Sulari, Bünyanlı, Adnan Türközü, Ürgüplü Refik Başaran gibi isimler mahalli olarak radyoda belirli zamanlarda çalıp söyleme hakkı kazanmışlar ve radyoda en iyi şekilde örnekleri verilecek programlar yapılmış. Lakin bu durum günümüzde bir hayli değişmiş radyo sanatçılığı ile mahalli sanatçılık adeta birbirine karışmış durumdadır. Bir radyo sanatkârı tek bir yöreye bağımlı kalarak, sadece o yörenin türkülerini okuyorsa o yörenin dışına çıkmıyorsa, işte o vakit radyo sanatkârın taşıması gereken özellikleri yitirmiş olur ve sanatçının icrada yetersizleşmesine sebep olur. İşte bu da rahmetli Üstat Muzaffer Sarısözen’in amaçlarından uzaklaşmasına sebep olur. Çünkü Yurttan Sesler, Rum Elinden Azerbaycan’a, Kırım’dan Kıbrıs Halep’e, Telafer’e kadar olan sahayı kapsadığı için buna dikkat etmek elzemdir. Örneğin, Nezahat Bayram’ın repertuarına baktığınız zaman Rumeli, Orta Anadolu, Akdeniz, Karadeniz, Kerkük, Azerbaycan, Ege, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, her yöreden türkü okuduğunu biliyoruz. İşte bir sanatçı istediği zaman ne kadar özverili çalışabileceğini ve ne denli icralar yapabileceğinin en doğru Örneği Nezahat Bayram. O mahalli tavır ve icra yönünden yeterli olmayan halk musikisi icracıları, radyo üslubuyla eski sanatçıların okuduğu şekilde türkü icra etmeleri daha doğrudur. Çünkü mahalli sanatçı coğrafyanın baskın kültürün altında yoğrularak yetiştiği için sonradan zorlayarak olsun diye çabalayarak yapılan icralar yapmacık kalır. O yüzden yeni nesil icra çalışması yapan kardeşlerimize bunun anlatılması lazım.
4. Her geçen gün daha da zenginleştirdiğiniz arşivinizde ve koleksiyonunuzda daha başka neler var?
Arşivcilik açısından şunu söyleyeyim. Başlangıçta da belirttiğim gibi Çankırı’da küçük çapta CD kaset toplayarak başladığım bu yolculuk 4 yıllık lise hayatım boyunca devam etti. Sonrasında üniversite eğitimi için 2013 yılında Sivas’a gittim. O yıllarda Sivas’taki birkaç ahbaptan, Sivas’ta taş plak kültürünün eskiden çok yaygın olduğunu duydum. Bu beni çok heyecanlandırdı ve Sivas’taki arkadaşlarıma plak aradığımı, yakınlarından plaklar bulurlarsa bana getirmelerini rica ettim. Özellikle Sivas’ın Zara ilçesinden çok plak gelmeye başladı. Ve birkaç arkadaşla birlikte Sivas, Zara ilçesine plak aramaya gittim. Yolda gördüğümüz teyzelere, amcalara plak soruyoruz. İnsanlarda bizi takip edin evladım diyerek evlerine kadar götürüyorlar ve kimisi çatılardan hatta yer yer bodrum katlarından toz pas içinde kalmış taş plakları, 45’lik plakları yer yer poşet içinde yer yerde bir kutu içerisinde bize getirenler oldu. O sayede Sivas’ın Zara ilçesinde bir hayli plak topladım. Sonrasında Sivas’ta bitpazarı kurulduğunu öğrendim ve hemen pazarın yolunu tuttum. Pazara gider gitmez başta Sevim Tanürek’in taş plakları olmak üzere, Nezahat Bayram’dan Neşet Ertaş’a, Celal Güzelses’e kadar pek çok 45’lik buldum. Hepsini de o gün satın aldım. O vakitler Sivas’ta 1 lirayla 20 lira arasında plak satın alma imkânımız oluyordu. Ben de öğrenci harçlığımı biriktirerek bu plakları alıyordum. Bu şekilde kısa zamanda çok büyük bir taş plak, 45’lik plak, long play plak arşivi edindim. Devamlı tanıdıklarından taş plaklar, 45’lik plaklar geliyordu. Zamanla bunların dışında da farklı arşiv materyalleri olmalıdır diyerek yeni araştırmalara koyuldum. Ve evvelce kurumlarda seslerin makara bantlara kaydedildiğini öğrendim. Ve Ankara yolunu tuttum. İtfaiye Meydanı’ndan Her zaman gittiğim bir dükkâna girerek makara bant var mı diye sorunca. Yaşlı amca bana makara bantlarını olduğu kutuları gösterdi ve içlerinden seçerek birer birer taramaya başladım. Aman yarabbi neler yoktu ki. İsmet İnönü’nün 50’li yıllarda verdiği bir röportaj, Makbule Atadan’ın Atatürk’ü anlattığı özel röportajı, Safiye Ayla’nın, Nezahat Bayram’ın, Müzehher Güyer’in, Ekrem Güyer’in, Hacer Buluş’un, Saniye Can’ın ve Halk Musikisi, Sanat Musikisinden nice ismini sayamayacağım ses sanatçısından bantları bir kolinin içindeydi. O vakitlerde tanesi bir kaç liradan bir kaç koli makara bandı satın aldım. Tabii bu harcamadan sonra cebimde trene vereceğim ücretin dışında bir kuruş bile kalmamıştı. İtfaiye Meydanı’ndan Ulus’taki tren garına kadar kolilerde ki makara bantları taşımak için torbaya koyulmuş vaziyette tren garına kadar yürüdüm ama değdi. Böylelikle ilk makara bant arşivimi de edinmiş oldum. Yine Sivas’ta üniversiteden yakın arkadaşım, “Muhammed bizde de demin dinlediğin kasetler var. Uzun zamandır açıp dinleyen yok. İstersen bunları sana verelim gel al” deyince ben de hemen gidelim dedim. Gittiğim vakit 600 parça kadar kaset vardı. Kasetlerin bir kısmı Türk yerli basımı bir kısmı ise Almanya basımı idi. içlerinden kimler yok ki Ali Ercan’dan Hacı Taşan’a, Neşet Ertaş’a, Nezahat Bayram’a, Müzeyyen Senar’a, Zeki Müren’e kadar pek çok değerli ses sanatçısının doldurmuş oldukları kasetler vardı. Böylelikle kaset arşivimi de edinmiş oldum. O yıllarda tam manası ile bir arşivi edinmiş oldum. Her gün bu arşivi dinliyordum o günlerde ama şu duyguya da eriştim eğer ben bunları severek dinliyorsam benim gibi bunları dinlemek isteyen nice insan vardır diyerek bunları bir yerde yayınlamayı düşündüm. Ve böylelikle Muhammed Mavuş adlı YouTube kanalı mı kurdum. Ve 2014 yılı itibariyle bu arşivimden dijitale aktarıp kayıtları yayınlamaya başladım. Yayınladığın kayıtlarda şunlara dikkat ediyordum. Öncelikle Osmanlı dönemi taş plak icraları sonrasında 1940’lı yıllardan 80’li yıllara kadar radyoda türkü ve şarkı okuyan ses sanatkârların kayıtlarını yayınlıyordum. Zaten buradaki amacım da sadece eski ses sanatçılarının kayıtlarını yayınlamak ve eski ses-saz sanatçılarının geçmişteki icralarını tekrardan halka hatırlatmaktı. Ve zamanla çok ilginç dönütler aldım. Bir vakitler hayranlıkla dinlediğim ses sanatkârları birer birer bana ulaşmaya başladılar. Örnek vereyim. Yıldız Ayhan, Turhan Karabulut, Ülkü Beşgül, Talat Baydar, Nevzat Eke, Seha Okuş, Kemal Koldaş, Şahin Gültekin, Rıfat Balaban, Güven Yapar ve ismini sayamayacağım halk musikisinden, sanat musikisinden nice değerli üstatlar bana ulaşarak “evladım benim gençlik döneminde okuduğum türkülerimi yayınlar mısınız? Çok teşekkür ediyorum. Bana gençlik yıllarımı tekrardan yaşattınız.” Demeleri benim için hayatımda aldığım en büyük ödüldü. Ve bu gün nerede yukarıda ismini sayıp hatta yer yer de şu an hatırlayamadım pek çok üstadımla aramda bir gönül Köprüsü oluştu. Ve zamanla hepsi “evladım seni artık görmek istiyoruz. Ne zaman görüşeceğiz” demeye ve beni davet etmeye başladılar. Ve artık bu üstatlar ile tanışmak amacıyla Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere pek çok şehre röportaj için yollara koyuldum. Gerçekten de arşivime düzenli olarak materyaller bekleniyor. Anadolu’nun dört bir yanından beni seven pek çok ahbabım, büyüklerim benim arşivimde olmasını istedikleri birbirinden kıymetli arşiv materyallerini posta kargo ile bana yolluyorlar. Yer yerde bizatihi gidip kendim alıyorum. Yukarıda sanatkârlara yapmış olduğum röportajlardan da bahsetmiştim. Röportaj amaçlı gittiğim yerlerde birbirinden değerli üstatlar benim yaptığım çalışmayı çok önemsediklerinden dolayı ve bana verdikleri değerden dolayı ellerindeki sanat eserlerini, hayatlarına dair ve kendilerinden önceki büyüklerinin sanat hayatlarına dair sesli yazılı görsel pek çok malzemeyi de yer yer bana hediye etmişlerdir. Örnek vereyim, cennet mekân hocam Turhan Karabulut’un arşivini hocamın vefatından sonra kıymetli eşi Kudret Hanım tamamen bana teslim etti. Ve bu arşivin içinde rahmetli Muzaffer Sarısözen döneminde yazılan el yazması nota defteri, bununla birlikte Mesut Cemil döneminde yazılan Klasik Türk Musikisi usulleri ve birtakım notaları devraldım. Bununla birlikte rahmetli Turhan Karabulut hocamın musikiye dair tuttuğu bir takım notları ve musikiye dair arşivinde bulunan kitaplarını, bununla birlikte Turhan Karabulut hocamın makara bantlarını teslim aldım. Ve bununla birlikte Turhan Karabulut hocamın fotoğraf arşivi de bendedir. Ve yine örnek vereyim. Yıldız Ayhan hocamın plakları, fotoğrafları, repertuar defterleri hatta gazinolarda yaptıkları mukabeleleri plak şirketleri ile yaptıkları mukabeleleri, radyo müdürlüklerine vermiş oldukları birtakım dilekçe örnekleri hatta günlük hayatta yazdıkları mektupları dahi bugün benim arşivimdedir. Çok ilginçtir röportaja gittiğim yerlerde yer yer Osmanlı dönemine dair fotoğraflar el yazması kitaplar matbu Osmanlıca kitaplar, erken dönem Cumhuriyet basımı kitaplar, plaklar ve Cumhuriyet dönemi, Adnan Menderes, Celal Bayar başta olmak üzere pek çok devlet adamına dair özel fotoğrafları teslim aldım. Bununla birlikte erken Cumhuriyet dönemi tiyatrocuları ve sinema oyuncularının fotoğrafları da arşivimde mevcuttur. Düzenli olarak bitpazarlarına, antika pazarlarına gittiğim için erken Cumhuriyet dönemi basılan dergiler, edebiyat, tarih, sanat, kültür konulu kitaplar ve dergiler arşivinde mevcuttur. Hatta siyah beyaz sessiz sinema filmleri de arşivimde mevcuttur. Bir adet de eski sinema cihazı arşivinde mevcuttur.
5. Yozgat, Kadışehrili biri olarak, Yozgat ve Kadışehri kültürünün dünü ve bu günü hakkında neler söylersiniz?
Öncelikle geçmişinden başlayayım. Kadışehri; Danişmentli Gümüştekin Ahmet Gazi’nin fethi ile alınmış bir bölgedir. İlk defa ihtida hareketleri de bu dönemde başlamış ve bölgeye gelen Türkmen göçleri de bu dönemde başlamıştır. Gümüştekin isminde de bir köy mevcuttur. Köyün Camisi’nin de Danişmentliler döneminde yapılmıştır. Zamanla Selçuklu hanedanının yönetimi tamamen ele alması ile birlikte bölgede Kadışehri artık bir kent salahiyeti kazanmış. Müslüman Türk halkının yanında ilçe merkezinde Ortodoks Rumlarına ait bir adet manastır, Musevi cemaatinin bir adet havrası ve Gregoryen Ermeni Kilisesi mevcuttur. Özellikle Sultan Alaaddin döneminde Kadışehri merkezde 1 adet medrese, imarethane, zaviye bununla birlikte Mevlana Celaleddin Rumi’nin de tavsiyesi üzerine Sultan Alaaddin’in fermanıyla Kadışehri’ne 1 adette Mevlevihane kurulmuş. Malumunuz, ilçenin adından da anlaşıldığı gibi ilçede medrese gibi kurumlarında oluşmasıyla Anadolu’nun çeşitli yerlerine kadı yetiştirmek ve tayin etmek için Selçukluların özellikle teşkilatlandırdığı bir ilçe konumundadır. Hatta bugün ilçeye çok yakın olan Akçakale köyünde mevcut bulunan kalede Kadı Burhaneddin mahkûm olarak bir süre kalmıştır. Ve yine bu dönemde Kadışehri ile Saraykent’i birbirine bağlamak amacıyla Çekerek Suyu [Kadışehri Suyu] Kesikköprü ve Han inşa edilmiştir. Bununla birlikte Selçuklu döneminden 1940’lı yıllara kadar Kadışehri merkezde de 4 tane han olup bu hanlarda, Sulusaray yönünden ve Kesikköprü yönünden gelen kervanların Kadışehri’nde dinlenmesi için yaptırıldığı da kaynaklarda mevcuttur. Ve yine Selçuklular zamanında gelen kervanların temizlik ihtiyacı için bir adet de hamam inşa ettirilmiştir. Bu hamam yetmişli yıllara kadar ayakta kalmıştır. İşte bu şekilde Ortaçağ’da Kadışehri bir kent silueti kazanmış. Fatih Sultan Mehmet Han devrinde Sultan Alaaddin’in yaptırmış olduğu bu Mevlevihane’nin tadilatı için Fatih Sultan Mehmet Han’ın da Hatt-ı Hümayunu mevcuttur. Klasik Dönem Osmanlısında adeta bir vakıf medeniyeti vardı. Devletin bütün ihtiyaçları, halkın ihtiyaçları vakıflar yoluyla karşılanırdı. İşte Kadışehri’nde de bu medrese Mevlevihane, hamam, kervansaraylar, hanlar, tekke zaviye ve benzeri resmi yapılar içinde vakıf arazileri yine kayıtlarda mevcuttur. Bu arazilerin dışında Kadışehri merkezdeki arazilerin bir kısmı da Mescid-i Haram Vakfı’na bağlıydı. Yani arazilerin gelirleri Mescid-i Haram’a aktarılıyor idi. Şu konuya da değinmek istiyorum. Osmanlı dönemi maliye, vergi, nüfus, Şer’iye sicilleri başta olmak üzere pek çok kurum arşivinde Kadışehri’ne dair 1400’lü yıllardan itibaren arşiv vesikaları mevcuttur. Hatta bu vesikalar da yer yer Kadışehri bölgesi için Kadı Burhaneddin’e, Danişmentlilere, Selçuklulara, Sultan Alaaddin Keykubat’a atıflar yapılarak kayıt altına tutulmuştur. Bu da Kadışehri tarihinin ortaçağ’dan, klasik dönem Osmanlı kayıt usulüne yansıdığını en büyük örnektir. Tapu ve tahrir defterleri ve çeşitli vergi kayıt defterleri hatta padişahlara, valide sultanlara halk tarafından yazılan evrak-ı metruke’ler de göze alındığında Kadışehri bölgesinin tarihinin ne kadar eski olduğunu bir kere daha gösterir. Bugün Kadışehri’nin yerli aileleri Kadıoğlu adı altında nüfus defterlerinde kayıtlıdır. Selçuklulardan günümüze kadar Kadışehri’nden ayrılmayan mevcut haneler vardır. Kadışehri bölgesi, Babai İsyanlarında, Moğol istilasında, Celali İsyanlarında yer yer hasar görse de 20. yüzyıla kadar bütün kurumlar ayakta kalmış. 1904 yılında ilçe yapılmış. Erkek çocukları için ve kız çocukları için ayrı ayrı 2 adet rüştiye yapılmış. Bu dönemde hem karakol hem de hükümet konağı olarak kullanılmak üzere, hem de alt kısmı da hapishane olarak kullanılmak üzere bir bina inşa edilmiş. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşlarla yıpranmasının bir sonucu olarak coğrafyanın her köşesinde olduğu gibi Kadışehri’nde de çöküş dönemi, bakımsızlığı ve atıl kaldığı da görülmektedir. Ama buna rağmen yine de şer’i hukuk için halen kadılar bu dönemde hizmet vermekte idi. Medrese, rüştiye ve Mevlevihane, Kadışehri halkına hizmet vermekte idi.
Milli Mücadele Döneminde ise yurdun her yerinde olduğu gibi Kadışehri’nde de halk gücünün yettiğince destek vermiş. Her evden Kuva-yi Milliye’ye gönül erleri çıkmıştır. Yalnız 93 Harbi, Balkan Harbi, Çanakkale cephesi, Sarıkamış Harekâtı başta olmak üzere devamlı olarak asker çıkaran bir bölge olduğu için halk içerisinde fakirlik hat safhaya ulaşmıştır. Kadışehri bölgesi, Deveci Dağları asker kaçaklarının meskeni haline gelmiş. O dönemde Aynacıoğulları isyanı başta olmak üzere bölgede özellikle Katil İlyas olarak da bilinen çete reisinin yaptığı bir takım faaliyetler özellikle Kadışehri bölgesinin, Ankara hükümeti nezdinde yanlış anlaşılmasına sebep olmuş. Bu kargaşa döneminde Kadışehri’nde nasibini almış. Ne yazık ki kurunun yanında yaş da yanmış. Cumhuriyetin ilanından sonra maarif nezaretinin Kadışehri bölgesine yollamış olduğu müfettiş, Kadışehri bölgesinde Selçuklu, Osmanlı başta olmak üzere pek çok mimari açıdan ilginç eserlerin bölgede bulunduğunu notlarına yazmış. İlerleyen yıllarda resmi makamlarca aniden alınan bir kararla Kadışehri bölgesindeki medrese, Mevlevihane, zaviye, imarethane, rüştiye gibi yapıların yıkılma mevzu resmi yazı ile Kadışehri bölgesine iletilmiş. Dönemin Kadışehri eşrafının önde gelenleri o dönemdeki resmi makamlara giderek bu yapıların yıkılmayıp mektep gibi, öğretmen lojmanı gibi, misafirhane gibi kullanılması konusunda ricacı olmuşlar. O dönemdeki resmi makamlar kati bir suretle reddederek yapıların hepsini ne yazık ki yıkmışlar. Bugün bu yapıların kitabeleri, Vakıflar Genel Müdürlüğünde mevcuttur. Bilgileri de Cumhurbaşkanlığı Osmanlı arşivlerinde mevcuttur. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun olduğum yıl Kadışehri’nde uzunca bir saha araştırması yaptım. Yukarıda bahsettiğim medrese, Mevlevihane, zaviye, rüştiye gibi kurumların yerlerini tespit ettim. Ne yazık ki bugün kurumların yerlerini ruhsuz betonarme yapılar işgal etmiş durumdadır. Sonrasında bu Medrese’nin müderrisi ve talebeleri kimlerdi? Mevlevihane’nin şeyhleri kimlerdi? O dönemki kadıların bugün aileleri halen ilçede mi? Peki kızlar ve erkekler için yapılan rüştiyede okuyan talebeler kimler şeklinde uzunca bir araştırmaya giriştim. Bu konuda Kadışehri eşrafının önde gelen kıymetli büyüğüm Mahmut Zeybek Amca ile irtibata geçtim. Mahmut Zeybek, Medrese’nin son müderrisi olan Davut Karadavut Efendi’den dersler almış. Aynı zamanda Mahmut Zeybek’in babaannesi ve annesi Osmanlı döneminde Kadışehri’nde yukarıda bahsettiğimiz rüştiyede eğitim görmüşler. Mahmut amcanın bana anlattığına göre kendisi Müderris Davut Efendiye gitmeden evvel babaannesi ve annesinde edebiyat-tarih, matematik, geometri, halk edebiyatı, Divan Edebiyatı, fıkıh, kelam, tefsir, siyer başta olmak üzere birçok dersi öğrenmiş. İlk hocaları olarak babaannesi ve annesini söylerdi. Mahmut Zeybek Amca çok ilginç bir belleğe sahipti. Tarih Bölümü okunmadığı halde İbn-i Haldun Mukaddime’sini okumuş. Bununla birlikte İbni Esir, ibn-i Kesir, Ömer Hayyam, İbni Sina, Hacı Bayramı Veli, Hacı Bektaşi Veli, Aşıkpaşazade, Kâtip Çelebi, Koçibey, Lütfi Paşa, Naima, Peçevi İbrahim Efendi başta olmak üzere pek çok değerli ilmi kaynakları, vakayinameleri okumuş aynı zamanda bir Yeniçağ tarihçisi ayarında, tapu defter kayıtlarını, beratları eski 1840 nüfus kayıt evraklarını çok iyi derecede okuyan bir Bey’di. Ben ondan çok şey öğrendim. Kendisinin birebir şahit olduğu bir hatırayı da şöyle anlatırdı. Yukarıda bahsettim Selçuklu ve Osmanlı döneminde Kadışehri’nde ticaret hayatının canlılığı konusuna bu şekilde değildi. 40’lı yıllara kadar Kadışehri kervanların durak noktasıydı. O günlerde Selçuklular ve Osmanlılardan kalma Kadışehri merkezde tam 5 tane han varmış ve bununla birlikte Sulusaray’dan gelen kervanların dinlenip temizlik ihtiyacını karşılaması için Selçuklu döneminden kalma 1 adet hamam var imiş. 70’li yıllara kadar ayakta kalmış hamamın yanında 1 adette han varmış. Gelen kervanlar eşyalarını bırakıp hamamda temizlik ihtiyaçlarını karşılarlar. Akabinde Kadışehri merkezdeki hanlara birer birer yerleşip o günü Kadışehri’nde geçirirlermiş. Oradan da Zile yönüne yolculuk ederlermiş veya bir diğer yön olan Kesikköprü yönüne doğru yönelirlermiş. Yine bir adet handa bugün de ismini de almış olan Hanözü köyünde mevcuttur. Bu köy, Deveci Dağlarının eteklerinde olduğu için kervanlar hava kararma saatine yakın bu köye vardıklarında burada adı geçen handa dinlenirlermiş. Ertesi sabah ise Zile’ye yolculuk başlarmış. Ve yine aynı şekilde bu Rüştiye konulu araştırmalarıma devam ettim. Kapı komşumuz olan Muzaffer Topuz ve hanımı Munise Topuz ile konuyla alakalı bir görüşme yaptım. Muzaffer Topuz amcamın annesi benim de çocukluğum da gayet net hatırladım kapı önündeki sandalyesinde güneşlenmek için oturduğunda bizi yanına çağırarak leblebi şeker vesaire verir sonra da bizlere bol bol şiirler okurdu. Ama o günkü algımla bu şiirlerin ne olduğunu bir türlü seçemedim. Sonrasında Muzaffer Amca ve eşi ile yaptığı röportajda Muzaffer Amca, Kadışehri merkezde, Zileli anne olarak bilinen validesinin rüştiyeden mezun olduğunu ve burada iyi derecede bir eğitim aldığını; edebiyat, tarih, matematik ve dini ilimleri iyi derecede hıfz ettiğini anlattı. Meğerse küçükken bize okuduğu o şiirlerde Fuzuli’nin gazellerinin sözleriymiş. Hatta büyük Halamın eşi Ali Bey yine Medrese’nin son müderrislerinden dersler almış, onun validesi ve büyük annesi de aynı şekilde rüştiyeden mezun olmuşlar. Büyük halam hala gülerek anlattığı bir hatırası da şöyledir. Eniştem, askere gittiği vakit kayınvalidesi mektupları el yazısı Rika Usulüne göre yazmış. Tabi o dönemde askeriyede mektuplar okunduğu için tabur komutanı eniştemi yanına çağırarak, “evladım bu mektup sana gelmiş ama validen bir hayli zeki bir hanımmış okuyamayalım diye eski yazıyla Osmanlıca yazmış mektubu” diyerek gülüp mektubu Enişteme vermiş. “Ne yazmış oku bakalım” demiş. Yukarıda anlattığım insanların çoğu belli bir kuşaktan oldukları için bu insanlar vefat ettikçe bu kültürde ne yazık ki Kadışehri’nde zamanla yok olmaya yüz tutmuştur. Günümüzde orta Anadolu’nun ve Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Kadışehri’nde de insanlar pek fazla meşgaleleri olmadıkları için birbirleriyle uğraşmaktan asılsız mitolojik dedikodulardan başka bir şeye vakit bulamıyor. 90’lı yıllarda rahmetli Özal’ın ilçe yapmış olduğu Kadışehri; ilim kültür trenini çoktan kaçırdığı için bizler ne yazık ki eski günleri yâd ederek günümüzde etrafımızdaki tanıdıklarımıza kadim geçmişimizi örnek gösterebiliyoruz. Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim. Kadışehri, tarihsel kültürel bağları açısından Bozok Sancağı ile pek fazla alakası yoktur. Kadışehri daha ziyade Diyar-ı Rum dediğimiz Sivas ve Zile bölgelerinin kültürel ve tarihsel bağları ile birbirine sıkı sıkı kenetlenmiştir. Hatta yer yer Yozgat’ta oynanan oyunlar halaylar ve Kadışehri’nde oynanan folklorik oyunlar halaylar, ezgiler dahi birbirinden bağımsızdır. Zaten yakın zamana kadar da Kadışehri Yozgat genelinde pek bilinmiyordu. Tarihsel kültürel olarak ele aldığımız zaman birbirinden çok farklı iki bölgedir.
6. Musikimizdeki irfanî derinlik, hikmetli bakış ve insanlığın evrensel değerlerine götüren kapsayıcılığı da içine alan güçlü bir gelenektir. Dinlendirirken düşündürmesi, eğlendirirken eğitmesi, hatta ve hatta ağlatırken dahi içsel dinamikleri harekete geçirmesi ile bilinir. Bu bağlamda özellikle bir asır önce yaşamış olan Yozgatlı Gazelhan Hafız Süleyman’ın plakları ve musikimize etkileri yönüyle neler söylersiniz?
Yozgatlı Hafız Süleyman’a gelince. TRT repertuarında Süleyman Dereli olarak geçer ismi. Yozgat’ın özbeöz yerlisidir. Üstelik de Yozgat eşrafınca eskiden çok sayılıp sevilen önde gelen büyüklerindendir. Malumunuz 1900’lü yılların başından itibaren tüm dünyada başlayan taş plak doldurma merakı dönemin Osmanlısında da başlamış. Tamburi Cemil Bey’in, Nezihe Darga Hanım’ın, Lale Nergis hanımların, Hafız Burhan’ın, Hafız Sami’nin, Birsen Hanım’ın ve daha nice adını sayamayacağım kıymetli üstatların plak doldurduğu yıllarda Hafız Süleyman’da “Sahibinin Sesi” Victor Polidor gibi şirketlere plaklar doldurmaya başlamış. Ve bu doldurduğu plaklar Osmanlı’nın hâkim olduğu Rumeli, Anadolu başta olmak üzere birçok yere kadar uzanan geniş bir sahada rağbet görmeye başlamıştım. Hatta Hafız Süleyman’a “Sahibinin Sesi” şirkete 1 adet gramofon ve bir çanta dolusu taş plak hediye etmiş. Yozgat’ın eski Mevlevi Şeyhlerinden Salih Dede başta olmak üzere değerli hocalardan Musiki dersleri almış. Yozgat, Sivas, Elazığ başta olmak üzere çeşitli illerde müderrislik yapmış. Hatta Sivas’ta öğrenim gördüğü sırada Hafız Süleyman’ı tanıma şansına erişmiş olan bir hayli yaşlı emekli bir muallim ile tanışmıştım. Sivas, Ulu Cami de Hafız Süleyman’ın okuduğu mevlit ve ezanı şeriflerin çok meşhur olduğunu anlatmıştı bana. Atatürk, Yozgat’a geldiği vakit, Atatürk’e Kur’an-ı Kerim okumuş. Bununla birlikte taş plaklara okumuş. Bozlak türkü ve şarkılardan eserler okumuş. Rahmetli Süleyman Bey görev icabı Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunması hasebiyle sadece Yozgat türkülerini öğrenmemiş. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde öğrendiği türküleri de plağa okumuştur. O dönemde kulağa hitap eden eserleri seçmiş ve halk tarafından da bir hayli beğeni almış. Ne yazık ki genç yaşta Yozgat’ta vefat etmiş. Bugün Yozgat Merkez’de Hafız Süleyman Bey’i tanıyan birkaç aile var bu bizim için çok önemli. Geçtiğimiz yıllarda Hafız Süleyman Bey’in torunları ile de tanışma şerefine eriştim. Gerçekten çok kıymetli insanlar ve dedelerinin hatıraları ile yaşıyorlar.
7. Sanatın bütün dallarında olduğu gibi musikide de dünden aldığımız değerleri bu gün işleyerek yarına daha güzel aktarmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bu minvalde ülkemizde müzik yapımını ve dinleyicilerini değerlendirmek ve geçmişle günümüz arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün mü?
Son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda ve erken Cumhuriyet döneminde sanat ve sanatsal faaliyetler çok önemliydi. Özellikle Osmanlı döneminde İstanbul, İzmir, Konya, Diyarbakır gibi kentlerde klasik kültür çok hâkimdi ve musiki cemiyetleri mevcuttu. Bu cemiyetler sanat hayatını derinden etkiliyordu. Gerek sarayda gerek devlet ricali içerisinde sanata ve musikişinaslara verilen kıymet büyüktü. Tarihe bakıldığında, mehteran takımı; ordunun vazgeçilmezlerindendi ve yine mızıkayı hümayun, devlet içerisinde sanatsal bir kurum niteliği taşıyordu. Ve yine Darülelhan heyeti, musikinin resmi bir okul niteliği, konservatuar niteliği kazanmasına sebep olmuştu. Son dönem Osmanlısında kıraathanelerde ve halk önünde yapılan küçük çaplı dinletiler de çok önemli bir dinleyici kitlesi oluşturmuştu. Son dönem Osmanlısında, taş plak, gramofon hızla kentlerden köylere kadar yayılmış. Örneğin Hafız Burhan’ın, İbrahim Efendi’nin, Hafız Sami’nin, Münir Nurettin Selçuk’un ve Deniz Kızı Eftalya Hanım gibi pek çok önemli musikişinasların plakları gelir gelmez adeta kapışılıyordu. Çünkü dinleyicileri onları canlı dinlemedikleri zaman plaktan dinleyerek büyük mutluluk duyuyorlardı. Hatta zaman geçtikçe insanlar toplu halde taş plak dinlemek için gramofonu olan evlere giderlermiş. Bir kişi gramofonun zembereğini çevirmek için ve plakları değiştirmek, iğneleri yenilemek için daima gramofonun başında o gece bitene kadar görevini ifa edermiş. Taş plak koyulduğunda ise hiç kimseden çıt çıkmaz, huşu içinde dönemin sanatçıları dinlenirdi. İstanbul’da Deniz Kızı Eftalya Hanım’ın ve musikişinasların İstanbul Boğazı’nda canlı meşk ederek sandallarla yaptıkları o musiki nümayişleri dahi görmeyenlerin, dinlemeyenlerin diline pelesenk olmuştur. Cumhuriyetin erken dönemlerinde ise gazinoların yayılması, halkın sevdiği seslerin bu gazinolarda birer birer sahne almasına sebebiyet veren halk ise sevdiği sanatçıları dinlemek için o gazinolara akın ederdi. Gerek Osmanlı dönemi gerek Cumhuriyet dönemi dinleyicileri gazino veya çeşitli dinleti etkinliklerinde gittikleri zaman sanatçılara makam bilgilerini sunup karındaş makamlardan şarkılar icra etmelerini söylerlerdi. Bakın bu çok önemli bir olaydır. Dinleyiciler müzisyen olmadıkları halde musikideki makamların karındaş olanlarını dahi birbirinden ayırt edecek derecede bilgiye vakıf olmuşlardı. 30’lu yıllarda İstanbul ve Ankara’da Radyo evlerinin kurulmasıyla birlikte radyo kültürü bütün Anadolu’yu sarmış. Her evde köşe başını radyolar doldurmaya başlamış. İnsanlar, radyo dinleyebilmek için radyosu olan evlere akın etmişlerdi. Klasik Türk Musikisi ve halk türkülerinden oluşan Yurttan Sesler ve neşriyatlarının günlerini hafsalarına kaydetmişlerdi. Halkımız görmeden, sesini duyarak Turhan Karabulut’u, Nurettin Çamlıdağ’ı, Nezahat Bayram’ı, Müzehher Müyer’i, Ekrem Güyer’i, Behiye Aksoy’u, Muzaffer Sarısözen’i, Mesut Cemil Bey’i, Radife Erten’i, Semahat Özdenses’i, Sıdıka Çandarlı’yı, Azize Töze’yi, Melek Tokgöz’ü, Nuri Nisa Toksöz’ü, Sadi Yaver Ataman’ı, Nevin Akoğlu’nu, Yıldız Ayhan’ı çok takdir ederler ve o gün radyoda duydukları şarkıları türküleri hafızalarına kaydedip sabahına okurlardı. İşte bu denli kaliteli bir dinleyici kitlesi geçmişimizde bizler için büyük bir gurur kaynağı idi. Televizyonun ve sosyal medyanın yaygınlaşması ile ne yazık ki dinleme kültürümüzü toplum olarak kaybetmiş bulunmaktayız. Milli sanatçılarımızdan, kültürümüzden uzaklaşarak, insan kulağını zihnini kalbini yoran, kirli nağmeleri sanattan, maneviyattan, kültürden uzak, abesle iştigal sözler içeren şarkıları dinleyen, kendi kültürüne yabancı olarak yetişen bir nesle doğru gitmekteyiz. Lakin bununla birlikte halen eski radyo ve plak kültürüne gönül vermiş, yediden yetmişe dinleyici kitlesi az olmakla birlikte varlığını sürdürmektedir.
8. Sanatta zarafet, kültürümüzden gelen büyük bir değerdir. Bu günümüzde toplum, zarafeti unuttu mu? Ne dersiniz? Sanatta zarafet nasıl olmalı?
Sanatta zarafet ile alakalı sorunuz gerçekten çok önemli bir bahis. Size bu konuyu şöyle anlatayım: Türk musikisi, meşk usulüyle ustadan çırağa öğretilerek geçen bir musikidir. Yani birebir rahleyi tedrisattan geçmeden, kişilerin kendi başına ortaya koyacakları bir musiki değildir. Sanatta saygı ve zarafet bir temeldir. Bu temeli korumak sanatçıdan ve sanata gönül vermiş olanların musikiyi öğrenmek isteyenin ve musikişinas olanın en büyük vazifesi olmalı. Örnek vereyim: Bizim musiki kurumlarımızın en eskisi Mevlevihanelerdir. Selçuklulardan günümüze değin ulaşmış ve kalıplaşmış, oturmuş bir nizama sahiptir. Musiki de meşk usulü ve usta çırak usulü ilk defa Mevlevihaneler de resmi olarak uygulanmıştır. Bir musikişinas, kendinden kıdemli olan ustasına her daim saygılı olmalı, zarafeti elden bırakmamalı. İşte bu böyle hanelerde çok nizami bir şekilde ilerlemiştir. İşte o yüzden Klasik Türk Musikisinde toplu icra kültürü başlamış. Günümüze değinde büyük bir ustalık kat ederek gelmiştir. İnsanlar toplu icrada birbirine saygı göstererek, birbirinin ses vüsatını aşmaya pek çok eserleri kendi aralarında ve usullerine göre taksim ederek, yer yer sazlara paylaştıkları toplu teganni kültürünü ortaya koymuşlardır. İşte bu da sanatta zarafeti ortaya koymuştur. Zamanla Mevlevihanelerden, Selçuklu Sarayı’na ve oradan da Germiyanoğlu, Osmanlı Sarayı’na bu musiki kültürü ve sanat zarafeti yerleşmiştir. Böylelikle devlet ricalinden sanatı, sanatçıyı koruma ve yüceltme kültürü gelişmiştir. Anadolu’ya baktığımızda ise aynı kültür Kürsübaşı gecelerinde oturaklarda, yaren gecelerinde, danışık eğlencelerinde, ferfene gecelerinde, sanata sanatçıya saygı toplu icra ve sanatın zarafeti aynı şekilde görülmektedir. Örneğin bir sanatçı tek başına çalıp okuyorsa veya toplu olarak bir ezgi çalınıp okunuyorsa halk tamamen susar ve sanatçıları dinlerdi. Bu o sanatçıya ve sanata verilen değeri gösterirdi. Bu hareketleriyle o sanatın ne kadar yüce olduğunun yanında bir taraftan da o toplumun ne kadar duyarlı olduğunun bir göstergesidir. Bugün ne yazık ki bu kaidelerin hiçbirisi geçerli değil. İnsanlar bir konsere ya da başka bir sanatsal etkinliğe gittiklerinde, sanatçıyı sessiz bir şekilde izlemek yerine kendi aralarında lakırdı etmekteler. Tabii bir de şu var: Sanatçının kendinden kıdemli olan yaşça büyük olan sanatçıya da saygısı kalmadı ne yazık ki. Sanatçıların birbirlerini desteklemesi gerekirken ilk ayrışma günümüzde sanatçılar arasında oluyor. Bir de şu da kısas ediliyor bazen mektepli, alaylı sanatçı, bazen de hiç mektep medrese yüzü görmeden kendini çok iyi derecede geliştirmiş bu sanatı koruyarak geleceğe aktarmayı vazife edinmiş öyle sanatçıları tanıyorum. Bu insanlar pek çok musiki mektebi bitiren sanatçılardan daha makbuldür benim gözümde. Bu musikinin geleneksel yapısını, kalıplaşmış yapılarını bozarak garp musikisine özenerek veya popüler musikiye özenerek, milli musikimizi; milli sanatımızı düzenleme adı altında Batı Musikisi sazlarıyla dejenere ediyorlar. İşte bu mesele çok önemlidir ki bizim musikimizdeki meşk kültürüne, usta çırak kültürüne kesinlikle uymamaktadır. Ve bizim musikimizin özelliklerini de yansıtmamaktadır. Hiçbir Avrupalı müsteşrik, müzikolog Türk musikisini kendi sazlarıyla dinlemek istemez ve bunu da kabul etmez. Çünkü onlar batı sazlarıyla kendi musikilerini en iyi şekilde icra ediyorlar. Bizim musikimizi ise milli sazlarımızla dinlemek isterler. Bela Bartok başta olmak üzere pek çok Avrupalı musikişinas bizim musikimizi derleme çalışmaları adı altında kayda almış ve Avrupa’da bu konu üzerine pek çok yazı yazmışlardır. Sanatta şahsi çıkarlar hiçbir zaman için gözetilemez. Çünkü önemli olan sanattır.
9. Gerek sanatınızı icra ederken gerekse de arşiv çalışmalarınızı yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?
Arşiv çalışmamı yaparken kendi kurduğum plan ve programa çok dikkat ederim. Eğer bir çalışma yapmaya niyetlendiysem çevremden bir tanıdığım, yakınım bana bu çalışma hakkında olumsuz görüşlerini iletse de sonucu ne olursa olsun bu çalışmaya ara vermeksizin devam ederim. Örneğin plak arşivi yapmak isteyenlere tavsiyemdir. Taş plak, 45’lik plak, long play plak alırken, plakların kondisyonuna yani dinlenebilirlik özelliğine iyi bakmalı. Bir plak alacaklarsa mutlaka gündüz saatlerinde alınmalılar. Çünkü gece plaktaki hasarlar gözükmeyebiliyor. Gündüz iyi ışık alan bir ortamda plağın üzerindeki ses dalgalarının silik olup olmadığına bakmak gerekiyor. Plak çatlak, kırık çivi izi, derin çizikler renginde dolma varsa kesinlikle o plak alınmamalı. Çünkü aldığınız plak aşırı derecede hışırtılı olabilir ve ses çok düşük gelebilir. Bu da kısa bir süre sonra onun dinlenemeyeceği manasına gelir. Çünkü bir vakit sonra dinlenebilir özelliğini kaybedecektir. Üzerindeki kırık çatlak, derin çizikler ise devamlı olarak takılma yapacaktır. Bu yüzden plakları alırken buna çok dikkat etmeniz gerekir. Bir de plak alırken fiyat mevzu çok önemlidir. Günümüzde plak pazarlarında orantısız fiyatlar mevcuttur. Eğer çok uçuk derecede bir fiyat biçiliyorsa kesinlikle o plağı almayınız. Çünkü karşıdaki satıcı sizi amatör olarak görmüş olabilir ve günün karını sizden çıkarma peşindedir. Elinizdeki miktarla bir plak almaktansa birkaç adet plak almak her zaman için daha mantıklıdır ve mutlaka plak satıcısı ile pazarlık yapmanızı tavsiye ederim. Örnek veriyorum bir plağı uygun fiyata bulmuş iseniz o plağı daha önce piyasada hiç görmemiş iseniz mutlaka o plağı alınız. Çünkü nadir plak olma ihtimali çok yüksektir.
Örneğin arşivime kitap alacağım vakit, mutlaka sahaflardan ikinci el basımını almayı tercih ediyorum.
Bunun sebebi ise kendi döneminde basılmış olmasıdır. Kendi arşivimi yaparken bir başka arşivciden kesinlikle arşivinizi bana satın? Arşivinizin tamamını bana verin? Gibi küstahça bir tavır hiçbir vakit takınmadım ve arşiv yapmak isteyen arkadaşlara buradan tavsiyemdir. Bu tarz uygulanan hareketler her zaman için çok menfi sonuçlar doğurur. Arşivcilik, çıkar menfaat üzerine değil, sevgi ve zevk üzerine kurulan bir mecradır. O yüzden maddiyat ikinci sırada geliyor.
10. TRT Radyo başta olmak üzere radyo programları, radyo program yapımcılıkları yapmaktasınız. Bunlarla birlikte yeni çalışmalarınız ve projeleriniz hakkında başka neler söylersiniz?
Öncelikle TRT ile alakalı sormuş olduğunuz bu soru beni bir hayli memnun etti. Çünkü bu konuda çoğu zaman yanlış anlaşılmalar doğuyor. En azından buradan birtakım yanlış anlaşılmalara da cevap vermek istiyorum. TRT Türkü’de 2020 yılı, ocak ve eylül ayları arasında “Bir Zamanlar Radyo ve Geçmişten Gelen Sesler” adı altında 2 tane programı dış yapımcı olarak hazırlayıp anten yayına sundum, “Bir zamanlar Radyo Programı”nı ise bizatihi kendim sundum. Bu iki programda kullandığım, yayınladığım bantların tamamını şahsi arşivimden hazırladığım. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu arşivi 2009’dan günümüze kadar aralıksız olarak üstüne koyarak bizatihi kendim oluşturdum. Hiçbir kurum ve kuruluşun şahsi arşiv çalışmalarım ile alakaları yoktur ve hiçbir kurum ve kuruluştan da yararlanmadım. Eylül ayı başında kendi isteğim üzerine program akdimin dolması ile TRT ile bütün bağlarımı kesmiş bulundum. Sonrasında ise aynı ay içerisinde askerlik Vazifemi yerine getirmek için Ankara’daki birliğime teslim oldum. Askerlik vazifesi sonrası bir takım özel TV kanallarına, Türk musikisi konulu belgesel çekimleri yaptım. Bu belgeselleri bizatihi kendim sundum.
Şu an yeni olarak üzerinde çalıştığım bir takım projeler mevcut ama projeler sonuçlanmadan açıklamak pek sağlıklı olmaz. Bunun bir nedeni de bu tarz yapılan çalışmalarda emek hırsızlığı olduğu için çok fazla detaya girmek istemiyorum. Bu güzel sohbet köşesini bana ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi
Sayı 72, Ocak Şubat 2022
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.