- 558 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
mefisto ve Nü
Ben Tanrı’ya isyan etmiş ve onun yolunu terk etmiş, onun yarattığı her şey ve herkes için muharebe ilan etmiş bir meleğim.
Yahudilikte, Hristiyanlıkta, ve İslamiyet’te dünyadaki kötülüğün baş failiyim.
İblis sözcüğü de çoğu zaman Şeytan ile aynı anlamda kullanılır. Yeryüzündeki birçok dinde ve mitolojilerde Şeytan, genellikle doğaüstü güçlere sahip, sürekli insanları dinden, dolayısıyla yaratıcısının emirlerinden iyilik ve yardımlaşmak gibi şeylerden uzaklaştırmaya çalışan bir varlık olarak düşünülmüştür. Bunun yanı sıra Şeytan’a tapan veya Şeytan’ı yücelten inançlar ve akımlar da mevcuttur. Bu akımlardan en yaygın olanı Satanizm’dir
Latince’de "Diábolus, Diaboli", İspanyolca’da "Diablo", Yunanca’da "Diabolos", "Karanlıkların Efendisi," "Beelzebub" (Sinek Kral), "Belial", "Mephisto" ya da "Lucifer", Rusça’da "Satana", eski Türkçede "Yek" ya da ’Albız ’olarak geçer. Kabbala felsefesinde "Samael" olarak geçer. Ancak Yahudi inanışında Samael başka bir melektir. İslam’da "İblis" (Arapça: إبْلٍيسْ) olarak da bilinir. Şeytan ayrıca "Azazil" olarak da anılmıştır.
İnsanlar işlediği her günahtan sonra bana sığınır.
Benim yüzünden günah işlediklerini düşünürler.
İnsanlar beni nasıl tanımlar peki ?
Sözlükte “uzaklaşmak, haktan ve hayırdan ayrılmak, muhalefet etmek” anlamındaki şatn (şütûn) veya “öfkesinden yanıp tutuşmak” mânasındakişeyt kökünden türediği ileri sürülen şeytân kelimesi (çoğulu şeyâtîn) “hayırdan ve rahmetten uzaklaşmış yaratık; yanıp helâke mâruz kalmış varlık” demektir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şṭn” md.;Lisânü’l-ʿArab, “şṭn” md.). Kelimenin İbrânîce’deki karşılığı olan satanın “düşmanlık etmek, suçlamak, karşı gelmek” mânasındastn veya “gezinmek, hareket etmek, rahatsız etmek, yoldan çıkmak; sadakatsiz/inançsız olmak” anlamlarında sut/sth kökünden türediği kabul edilmektedir (Koehler – Baumgartner, III, 1312, 1316-1317). Bazı dilciler, şeytan kelimesinin Arapça kökenli olup teolojik anlamlarını yahudi-hıristiyan geleneğinden aldığını iddia ederken bazıları İbrânîce’denArapça’ya geçtiğini, kelimenin yahudi geleneğinde “cin”, İslâm öncesi Araplar’ında “insan üstü varlık” mânasına geldiğini ve İslâm’da bu iki anlamın birleştirildiğini söyler (Jeffrey, s. 187-190; EI, IV, 286). Şeytanı ifade etmek için kullanılan iblîs bir kısım dilcilere göre “ümit kesmek, pişman olmak, söyleyeceği bir şey olmayıp şaşırıp kalmak” anlamındaki iblâs kökünden türemiştir (Lisânü’l-ʿArab, “bls” md.); nitekim kelime bazı âyetlerde bu anlamda geçmektedir (el-En‘âm 6/44; el-Mü’minûn 23/77; er-Rûm 30/12, 49). Batılı dilciler arasındaki yaygın kabul, iblîs kelimesinin “en büyük şeytan” mânasındaki Grekçe diabolostanArapça’ya geçtiği yönündedir (Jeffrey, s. 47; EI, II, 351). Kelime bir kısım dilcilere göre de İbrânîce’denArapça’ya geçmiş olup Allah’a isyan etmeden önceki adı Azâzîl idi (Kāmus Tercümesi, “şṭn” md.; Elmalılı, I, 320; ayrıca bk. AZÂZÎL). Şeytan karşılığında tâğūt, cân, ifrît gibi kelimeler kullanıldığı gibi “mârid” (alabildiğine inatçı) ve “garûr” (aldatan) kelimeleriyle de nitelendirilir. CâhiliyeArapları’na göre yaratılmışların en çirkini olan şeytan ateşi mesken edinen habis bir ruhtur. Onun göklerden haber aşıranına mârid, bu hususta fazlasıyla mâhir olanına ifrit denir. Her şairin kendisine ilhamda bulunan bir şeytanının (cin) bulunduğuna inanılırdı (Râcî el-Esmer, s. 85).
Kur’ân-ı Kerîm’de on sekizi çoğul olmak üzere seksen sekiz yerde şeytan (on bir yerde iblîs) kelimesi yer almaktadır. Âdem’in yaratılışının ardından meleklerden ona secde etmelerinin istendiğine dair dokuz âyetteiblîs, Âdem ile eşinden üreyip çoğalan insan türüne düşmanlık ederek onları çeşitli hile ve desiselerle aldattığını bildiren âyetlerde şeytan kelimesi geçmektedir. Kur’an’da şeytanla insan türü arasındaki ilişkiye veya mücadeleye temas eden birçok âyet bulunmaktadır. Âdem’e melekler secde ettiği halde şeytan kibirlenip ilâhî emre karşı çıkmış, gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem’in çamurdan yaratıldığını ileri sürmüştür. İlâhî iradenin Âdem’in zürriyetine bütünüyle iyi ve bütünüyle kötü arasında takdir ettiği konumun bir gereği olmalıdır ki Cenâb-ı Hak hayırdan ve rahmetinden uzaklaştırdığı şeytana insanoğluna vesvese vermeye, çeşitli hile yöntemleriyle bâtılı hak gibi gösterip insanları doğru yoldan saptırmaya izin vermiştir. Allah’ın uyarmasına rağmen Âdem ile eşi Havvâ şeytanın aldatıcı sözlerine kanarak yasak meyveden yemiş, bunun cezası olarak cennetten çıkarılmış, böylece dünyada kıyamet gününe kadar devam edecek olan insan hayatı başlamıştır. Bu hayatta hak yoldan çıkanları adaletiyle cezalandıran Allah’ın koyduğu çeşitli kanunlar (sünnetullah); hayır ve şer çerçevesinde bütünüyle hayrın temsilcisi melekler, bütünüyle şerrin temsilcisi şeytan, ayrıca hayra da şerre de yönelebilen, ancak aklı, selim fıtratı ve iradesiyle vahyin aydınlattığı yoldan Allah’a ulaşma imkânına mazhar kılınan insan vardır. Selim fıtratı bozulmayan insan kelâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Allah nezdinde meleklerden de üstündür. Bunun yanında aklı olduğu halde gerçekleri anlamazlıktan gelen, gözü olduğu halde hakikati görmeyen, kulağı olduğu halde ilâhî beyanları duymayan ve Kur’an’ın ifadesiyle şuursuz canlılar sürüsü gibi olan (el-A‘râf 7/179) insanlar da bulunmaktadır. Kur’an’da iblîs ve şeytan kelimelerinin geçtiği âyetlerin dışında kalan birçok âyette de insanın bu konumuna ve mücadelesine temas edilmektedir. Çeşitli âyetlerde şeytanın azgın, sinsi, yanıltıcı ve kışkırtıcı olduğu haber verilmekte, hile ve aldatmalarına dikkat çekilmekte, ondan uzak durulması emredilmekte, şerrinden Allah’a sığınmanın gereği vurgulanmaktadır. Bu arada önceki peygamberler döneminde yaşayan insanlara yönelik mânevî tahribatı da anlatılmaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “iblîs”, “şeyṭân” md.leri).
Şeytan kelimesi pek çok hadis rivayetinde yer almaktadır. Bu rivayetlerde de insandan sâdır olabilecek her türlü kötü davranışta şeytanın etkisine işaret edilmekte, onun özendirici ve aldatıcı oyunlarına dikkat çekilmektedir. Şeytan insanı kötülük işlemeye teşvik ettiği gibi onun Allah’a yaklaştıracak fiilleri gerçekleştirmesine de engel olmaya çalışmakta veya yerine getirmeye çalıştığı ibadeti bozmaya gayret göstermektedir. Meselâ Kur’an’da zekât ve infak emredildiği halde şeytan malın karşılıksız verilmesi fedakârlığını önlemeye çalışır ve kişiyi bu tür harcamaları yüzünden muhtaç duruma düşmekle korkutur (el-Bakara 2/268). Ezan okunduğu zaman bundan hoşlanmayıp kaçan şeytan (Buhârî, “Eẕân”, 4; Müslim, “Ṣalât”, 17, 19) bir süre sonra geri dönüp namaza başlayan mümine vesvese vermeye çalışır (Müsned, III, 12, 50, 51; EbûDâvûd, “Ṣalât”, 92). Hz. Peygamber şeytanın şerrinden Allah’a sığınmış ve her müslümanın ondan Allah’a sığınmasını emretmiştir. Resûlullah ayrıca şeytanın kötülüklerinden korunmak için kelime-i tevhidi söylemeyi, başta Âyetü’l-kürsî ve Haşrsûresinin son üç âyeti olmak üzere Kur’an okumayı tavsiye etmiştir (Müsned, V, 415; Buhârî, “Vekâlet”, 10, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 11; Müslim, “Müsâfirîn”, 212; Tirmizî, “S̱evâbü’l-Ḳurʾân”, 22; bk. İSTİÂZE).
Varlığı ve Mahiyeti. Şeytanın gerçek bir varlığa ve bir bedene sahip bulunup bulunmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Onun cinlerden olduğunu (el-Kehf 18/50) ve ateşten yaratıldığını bildiren âyet ve hadisleri (el-A‘râf 7/12; el-Hicr 15/27; Müsned, VI, 153, 168; Müslim, “Zühd”, 60) esas alan kelâm ve tefsir âlimleri şeytanın kendine has bir varlığının bulunduğunu kabul etmektedir. İbn Abbas’a göre Kur’an’da geçen “minmâricinmin nâr” ifadesi “yalın ateş”, Mücâhid b. Cebr’e göre “yükselen sarı ve yeşilimsi alev” (Taberî, XXVII, 126), ŞehâbeddinMahmûd el-Âlûsî’ye göre “dumansız saf alev” (Rûḥu’l-meʿânî, XXVII, 105) mânasına gelir; “nâr-ı semûm”dan maksat da zehirleyici ateştir (Taberî, XIV, 30). Bazı âlimler söz konusu ateşin bilinen ateşten yetmiş kat yoğun ve çok etkili olduğunu söylemektedir (Elmalılı, V, 3059). Şeytanın gerçek bir varlığı bulunduğunu kabul edenler bedene sahip olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüş, çoğunluğunu Mu‘tezilîler’in teşkil ettiği kelâmcılar bedensiz hayatın mümkün görülmediğini, ayrıca kendisine nisbet edilen faaliyetleri gerçekleştirebilmesi için şeytanın bir bedene sahip olmasının gerektiğini belirtmektedir. EbûUbeydeMa‘mer b. Müsennâ, İbnSînâ ve Muhammed Esed gibi müfessir, düşünür ve sûfîlerin oluşturduğu gruba göre ise şeytan cisim veya cisme hulûl etmiş bir varlık olmayıp mücerret nefisten (ruhanî cevher) ibarettir. Şeytanın gerçek varlığının bulunduğunu kabul edenlerden bazıları onunla cinler arasında asıl-fer‘ ilişkisi kurmuştur; Hasan-ı Basrî bu görüştedir (Mâtürîdî, IX, 70; Kurtubî, I, 294-295; İbnKesîr, IV, 396). Genellikle cinlerin atası sayılan cân ile İblîs’in aynı varlık olduğunu kabul edenler Hz. Peygamber’in herkesin bir şeytanının bulunduğunu belirten hadisine dayanmaktadır (Müsned, VI, 115; Müslim, “Münâfiḳīn”, 70). Kur’an’da meleklerin Âdem’e secde ettiğini bildiren bir âyette (el-Kehf 18/50) “cinlerden olan İblîs” istisna edilmekle birlikte başlangıçta onun melek olup olmadığı bilinmemektedir. Buradaki istisnayı muttasıl (aynı cinsten olanlar arasında) kabul edenler şeytanın daha önce melek olduğunu ileri sürmüş, istisnayı münkatı‘ (ayrı cinsten olanlar arasında) kabul eden müfessirler onun melek değil meleklerin arasında bulunan bir varlık (cin) olduğunu belirtmiştir. Bunlara göre şeytan meleklerden olsaydı isyan etmez, emredilen her şeyi yerine getirirdi (et-Tahrîm 66/6). İbnTeymiyye şeytanın sûret itibariyle meleklerden, asıl itibariyle cinlerden sayıldığını kaydetmektedir (Mecmûʿufetâvâ, IV, 235, 346). Kur’an’da şeytanın yandaşları ve ordusundan (el-A‘râf 7/27; eş-Şuarâ 26/95), zürriyetinden (el-Kehf 18/50) ve dostlarından (en-Nisâ 4/76; el-En‘âm 6/121; el-Hac 22/4) söz edilmekte, yine Kur’an’da ona baş (es-Sâffât 37/65), hadislerde ise boynuz (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 11; Müslim, “Müsâfirîn”, 290) nisbet edilmektedir. Bu kelimelerin lafzına bağlı kalındığı takdirde şeytanın gerçek varlığının bulunduğunu söylemek mümkündür. Katâde b. Diâme gibi bazı âlimlere göre şeytana izâfe edilen zürriyetten maksat İblîs’in soyundan gelen şeytanlar olup bunlar üremek suretiyle çoğalır (Taberî, XV, 262). Ebü’l-Muîn en-Nesefî, İblîs’in evliliği ve zürriyeti hakkında ayrıntılı bilgiler verir (Baḥrü’l-kelâm, s. 28). Bazı âlimlere göre şeytanın zürriyetinden maksat insanlardan ve cinlerden onun yolunu izleyenlerdir, aslında şeytanın gerçek anlamda zürriyeti yoktur (Âlûsî, XV, 295).
Diğer ruhanî varlıklar gibi şeytanın da görülüp görülemeyeceği hususu tartışmalıdır. Şeytanın latif cisim olduğunu kabul eden Ehl-i sünnet kelâmcıları, onun çeşitli şekillere bürünüp (temessül) insanlara görünmesi için bir engelin bulunmadığı kanaatindedir (Tehânevî, I, 264-265; Elmalılı, VIII, 5389). Bu âlimler Kur’an’da ve hadis rivayetlerinde şeytanın Hz. Âdem, İbrâhim, Mûsâ, Süleyman ve Hz. Muhammed’e göründüğünün haber verildiğini, Bedir Gazvesi sırasında Sürâka b. Mâlik’in sûretine girerek müşriklere önce cesaret verdiğini, sonra da sırt çevirdiğini delil olarak zikrederler (el-Enfâl 8/48; İbnKesîr, III, 332-334). Şeytanın ve meleklerin hem gerçek hem temessülî varlıklarının olduğunu söyleyen Gazzâlî gerçek şekillerinin ancak nübüvvet nuruyla görülebileceğini, temessülün ise insanlar tarafından da müşahede edilebileceğini belirtir (İḥyâʾ, III, 27). “Şeytan kendi grubu ile birlikte göremeyeceğiniz yerden sizi görür” meâlindekiâyetten hareketle (el-A‘râf 7/27) Mu‘tezile âlimleri onun hiçbir zaman görülemeyeceğini ileri sürmüştür (Zemahşerî, II, 98). Naslarda şeytana ait bazı maddî tasvirlerin yer aldığı bilinmektedir. Bu tür ifadeleri hakikat mânasına alan âlimler bulunduğu gibi mecaz kabul edenler de vardır. Ancak bütün âlimler şeytanı kendi sûretiyle görmenin mümkün olmadığı kanaatindedir. Bir şekle bürünmüş halde görülmesi ise teorik olarak mümkünse de fiilen söz konusu değildir, çünkü bir peygamberin tasdiki bulunmadan görülenin şeytan olup olmadığı bilinemez. Şeytanın mahiyeti hakkında ileri sürülen telakkiler içinde Gazzâlî’yenisbet edilen görüş isabetli görünmektedir. İslâm akaidinin -melek ve cin gibi- sem‘î bahisleri içinde yer alan şeytan hakkında naslarda ve özellikle hadislerde yer alan beyanlar onun hem gerçek hem mecazi-temsilî varlığının bulunduğunu kanıtlar niteliktedir.
İslâm dini, Seneviyye’de olduğu gibi şeytanın insanlar üzerinde mutlak mânada hâkimiyeti bulunduğu ve onlara istediğini yaptırdığı şeklindeki bir anlayışı reddeder; çünkü Kur’an’da şeytanın gücünün sınırlı, hile ve tuzaklarının zayıf olduğu haber verilmektedir (en-Nisâ 4/76). Şeytanın bütün mahareti insanları tahrik etmek ve kendi yoluna çağırmaktan ibarettir (İbrâhîm 14/22), ona uyup uymamak ise kişinin elinde olan bir şeydir. İblîs’insâlih kişiler üzerinde bir etkisi bulunmamaktadır (el-Hicr 15/39-40, 42; el-İsrâ 17/65; Sebe’ 34/21); dolayısıyla insanların yaptıkları kötülükler için şeytanı bahane etmeleri gerçekçi olmadığı gibi Allah katında da herhangi bir değere sahip değildir. İbnTeymiyye, ribâ yiyenlerin şeytan çarpmış gibi kalkacaklarını bildiren âyetle (el-Bakara 2/275) şeytanın insanın vücuduna kanın dolaşması gibi nüfuz ettiğini bildiren hadisi (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 11; Müslim, “Selâm”, 23-25) delil göstererek cinlerin insanın bedenine girip onu etkilediğini ileri sürmüştür. İbnTeymiyye gibi düşünen âlimler sara vb. hastalıkları şeytana nisbet ederken (Taberî, III, 101; Ateş, s. 236) Ebû Ali el-Cübbâî, Cessâs ve Muhammed b. Ali el-Kaffâl gibi âlimler bu görüşe karşı çıkıp cin ve şeytanın insanın fiziksel yapısı üzerinde herhangi bir etkisinin bulunmadığını söylemiş (Ömer Süleyman el-Eşkar, s. 62-63, 156-162) ve şeytanın Kur’an’da geçen, “Benim size karşı etkili bir gücüm yoktur” sözünü (İbrâhîm 14/22) delil kabul etmişlerdir (Âlûsî, III, 49; bk. İĞVÂ).
Kur’an’da inkârcıların şeytanlarla beraber haşredileceği (Meryem 19/68) ve dünyada bir arkadaş gibi onunla birlikte hareket eden kişinin kıyamet günü, “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı” diyeceği ifade edilir (ez-Zuhruf 43/36-38). Kıyamet gününde hesap görülüp cennet ve cehennem ehli yerlerine gönderilince şeytan cehennem ehline hitap ederek dünya hayatında Allah’ın gerçek vaadlerine karşılık kendisinin boş vaadlerde bulunduğunu, ancak çağrı yapmanın ötesinde insanlar üzerinde bir etkisinin olmadığını, nefsânî arzularına uyanların yaldızlı vaadlerine kandıklarını belirtecek, onların kendisini değil kendi nefislerini kınamalarını söyleyecek, ne kendisinin onları ne de onların kendisini kurtarabileceğini ifade edecek, dünyada iken kendisine taparcasına boyun eğdikleri yolundaki iddialarını reddettiğini bildirecektir (İbrâhîm 14/22).
Siz insanlar farkında değilsiniz ama tanrı ile satranç oynayan benim.
Kutsal kitaplarda benden uzak durmanız size tavsiye edildiği halde hep beni merak edersiniz.
Goethe ruhunu bana satan bir doktorun yaşamını kaleme alır.
İçinizde bana tapanlar gizli tapınaklarda ayinler düzenler.
İtiraf etmelisiniz ki; Tanrının buyrukları sizi herr zaman sıkar ve yaşam enerjisinizi alırken ben sizi hayata bağlarım.
Eşiniz ile birlikte olduğunuz zaman beni tutarsınız zina yaptığınız zaman yada evli olan mesai arkadaşınızın bacaklarını süzerken…
Edebiyatta bana hayat veren sizlersiniz.
Pek çok edebi metin bünyesinde çeşitli hayal kurgularına yer verir. Doğası gereği edebiyat, bu durumu sağlamak ve sürdürmek durumundadır. Geçmiş dönemlerde yazılmış metinlere baktığımız zaman temel hikâye içerisinde okuru dünyadan biraz daha uzağa çeken, aynı zamanda mevcut uzaklıkları da metnin iç dinamiğine yerleştiren kurgularla karşılaşmamız mümkündür. Zaten yazınsal metinlerin tamamındaki matematik bu şekilde işler.
Şeytan, bir karakter olarak birçok edebi metinde karşımıza çıkar. Bir isim olarak ya da esinlenme olarak kendi içerisinde çeşitlendirilebilir. Asıl amaç saptırmak ya da ezber bozmaktır.
Edebiyat dünyasında ilk yer aldığım eserFAUST’tur.
Faust, Alman oyun yazarı Goethe tarafından kaleme alınan şiirsel bir metindir. Faust’un yazım süreci ise Goethe’nin yaşamı boyunca üzerinde çalıştığı bir disiplinle ilerletilmiştir. Eser, aynı zamanda Goethe’nin bütün yapıtlarının toplamı olarak nitelendirilmektedir. Şeytan karakteri olarak kaleme alınan Mefistofeles, temelde Şeytan’a yenilmeyen bir insan karakterini, yani Goethe’yi temellendirmek istemiştir. Yazarın bu hikâyeyi İncil’deki Eyüp meselesine dayandırdığı ve oradan hareketle kaleme aldığı düşünülmektedir.
ikinci olarak JacquesCazotte tarafından kaleme alınan “Aşık Şeytan” eserini ele alabiliriz.
Eser, 1719-1792 yılları arasında Fransa’da yaşamış olan fantastik öykü yazarı JacquesCazotte tarafından kaleme alınmıştır. 1772 yılında yayımlanan eser, bir adama aşık olan Şeytan’ın kadın kılığına girerek onu cezbetmeye çalışmasını işlemiştir. Yazar Cazotte, Fransız devrimine karşı çıktığı gerekçesiyle giyotinde idam edilmiştir.
Ve ünlü yazar Charles Baudelaire
Onu unutmamız gerekir.
Şeytan’a Dualar, Baudelaire tarafından kaleme alınmış bir tür şiirdir. Fillen şiirde yer almasa bile dolaylı olarak hemen hemen her anlam kıvrımında kendisiyle karşılaşmak mümkündür.
Ey bütün Meleklerin en bilge, güzeli, sen,
Yazgısı dönük tanrı, yoksun tüm övgülerden,
Sen,ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
Ey sürgünler prensi,haksızlığa uğrayan,
Yenildiğinde bile,güçlü, doğrulup kalkan,
Sen,ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
Her şeyi bilirsin sen ve tüm yeraltılarının
Kralı,sıkıntıyı dindiren otacısın,
Sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
Bütün cüzamlılara, lanetli paryalara
Şifayı öğretirsin sen,cennetin aşkıyla,
Sen,ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
Ölüm adlı o eski ve güçlü sevgilinden
Umudu, çılgın kızı sen doğurtacaksın, sen!
Sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
İdamlık, ölümünü görmeye gelenlere
Sakin, tepeden bakar senden aldığı güçle,
Sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
Toprağın altındaki o değerli taşları
sen bilirsin, nereye sakladı kıskanç tanrı,
sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
kefenlenip uyuyan madenler nerededir,
derinlikleri gören keskin gözlerin bilir,
sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
atların çiğnediği sabahçı bir ayyaşın
yaşlı kemiklerini korur, yumuşatırsın,
sen,ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
sen öğrettin dindirmek için sızılarımı
kükürt, güherçileyi karıp merhem yapmayı,
Sen,ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
Kurnaz ortak, damganı ustalıkla sen vurdun
alnına o acımasız ve alçak Karun’un.
Sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
kızların gözlerine, kalbine sokmadın mı
yıkımdan zevk almayı, paçavralar aşkını,
Sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
sürüngenlerin değneği, mucitlerin lambası
asılıp ölenlerin, suçluların papazı,
Sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
baba tanrının, kızıp yeryüzü cennetinden
kovduğu insanların o üvey babası, sen,
Sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!
Ve hepinizin ilkokulun ilk yıllarında severek okuduğunuz yaramaz TomSAWYER’in yazarı Mark Twain.
Gizemli Yabancı isimli eserinde o da bana yer vermiştir.
Mart Twain’in diğer eserlerinden farklı bir üslup ve anlatımla kaleme aldığı Gizemli Yabancı, kimilerine göre yazarın ölümünden önceki buhran dönemini hissettiren bir metindir. Yazımı 1910 yılında tamamlanan eser Mark Twain’in ölümünden sonra yayımlanabilmiştir. Kitaptaki Şeytan karakteri, yazarın incelikle işlediği bir karakter olarak karşımıza çıkar.
“Hiçbir zaman haklı bir savaş, onurlu bir savaş olmadı -savaşı başlatan taraf açısından… O bağırgan bir avuç insan -her zaman olduğu gibi- savaş çığlıkları atacaktır. Vaiz kürsüsü de -isteksiz ve tedbirli bir tutumla- buna itiraz edecektir – başlangıçta; ulusun o büyük, kocaman, aptal çoğunluğundan oluşan kesim, uykulu gözlerini ovuşturacak, neden savaş olması gerektiğini anlamaya çalışacaktır; ciddi ve içerlemiş bir havayla, ‘bu haksız ve onursuz bir şey, üstelik bunun için zorunluluk da yok.’ diyecektir.”
Ve gelelim bir doktorun anılarının yazarına…
En sevdiğim yazarlardan biridir.
Usta ile Margarita ‘nın yazarı Mihail Bulgakov da bana yer vermiştir.
Bulgakov tarafından kaleme alınan eser, 20. yüzyılın en önemli yapıtları arasında gösterilmektedir. Fantastik kurguyu toplumsal eleştiriyi gerçekleştirmek ve geliştirmek için kullanan yazar, 1966-1967 yılları arasında SSCB’de tefrika olarak yayımlanmıştır. Kitaptaki Şeytan karakteri, insanların iki yüzlülüklerini gözler önüne sermekte ve bunu göstermekten geri durmamaktadır. Kitap, Stalin’in baskıcı politikaları sonucunda yasaklanmıştır.
Benimle ilgili olan bir diğer kitap Sandman isimli eserdir.
Yazar NeilGaiman’dır.
Sandman, 1988 ile 1996 yılları arasında yayımlanan ve 10 ciltten oluşan bir çizgi roman serisidir. Eser, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük çizgi romanlar arasında gösterilmektedir. Kitapta karşımıza çıkan Şeytan ise pek çok Şeytan karakterinden oldukça farklı ve ezber bozan bir tavır içerisinde işlenmiş.
Buraya kadar geldikten sonra Stephan KING’ten söz etmemek olmaz.
Mahşer, isimli eser Stephen King tarafından ilk olarak 1978 yılında yayımlanmıştır. RandallFlag karakteri, yazarının şimdiye kadar herhangi bir açıklama yapmamış olmasına rağmen insanlık yok olduktan sonra iyilikle savaşan bir Şeytan’ın kişileştirilerek karaktere dönüştürülmüş hali olarak kabul edilmektedir.
Sekizinci kitap önerim Şeytan isimli eserdir.
William Peter Blatty
Tarafından yazılmıştır.
Aynı zamanda filme de uyarlanan eserin hikâyesinin 1949 yılında yaşanan gerçek bir olaya dayandığı söylenmektedir. Hikâyenin başlangıcı Şeytan’ın dört kişinin yaşadığı evi ziyaret etmesiyle birlikte başlar ve mevcut düzen bir anda başkalaşır. Filme uyarlandığı sırada set çalışanlarının başına da benzer şeyler geldiği söylentiler arasındadır.
Dokuzuncu olarak Kayıp Cennet isimli eserden söz edelim .
Eserin yaratıcısı John Milton’dur.
Kayıp Cennet, 17. yüzyılda İngiliz şair John Milton tarafından kaleme alınmış epik şiirdir. Eserdeki Şeytan karakteri, klasik anlamda dini anlatılarda da geçen Şeytan’ın Adem ve Havva’yı kandırmasını ve Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasını anlatmaktadır.
Ve kapanışı en ünlü eserle bitirelim.
“ İlahi Komedya – Dante”
İlahi Komedya, Dante tarafından 14. yüzyılın ilk yarısında kaleme alınmış epik bir şiirdir. Aynı zamanda dünya edebiyatının başyapıtları arasında gösterilmektedir. Hikâye, ölüm sonrasında sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennette geçen seyahati konu almaktadır ve yazarın kendi ağzından dile getirilmektedir. Dante, bu şiirinde Şeytan karakterini buzun içerisine hapsedilmiş vaziyette resmetmiştir.
Bu kadar çok eserde benden söz edildiğine göre insanların ilgisini çektiğimi söyleyebiliriz.
Ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
Ben topraktan yaratılan insanoğluna saygı duymadığım için tanrı ile bir iddiaya tutuştuk.
Bu amaçla kainat yaratıldı.
İddianın sonunda evren tek noktaya büzüşecek ve sonuç açıklanacak.
Asırlar boyunca insanlık sadece bir inatlaşma için mi yaşadı?
Hiç birinizin aklına bu dünyadan dersler alıp öğrendiğimiz bilgiler ve edindiğimiz deneyimler ile sonraki hayatımıza hazırlandığınız gelmedi.
Her yaşam ona adanmıştır ve her yaşamda insanoğlu ona biraz daha yaklaşır.
Ben bu yaklaşmayı yavaşlatırım.
Kimi zaman insanlar hırs uğruna Tanrı’ya yaklaşmak yerine benimle yoldaş olmayı seçer.
Doktor Faust sevgilisine kavuşmak için benimle anlaşıp genç ve yakışıklı olduktan sonra kızı kandırmayı başarır.
Fiziksel tezahüre neden olan yıkıcı enerjilerin beyaz ışığa dönüşmelerini ve uyum içine girip,
yaratıcı bir biçimde evrene geri dönmelerini isteyin. Bu şekilde, orada bulunan herkes oradaki
hastaların şifa bulmalarına yardımcı olmuş olur. Enerji yok edilemez, ama o olumsuzdan
olumluya dönüştürülebilir. İsteyen herkes bu beyaz ışık piramidini yaratıp kendini onunla
kuşatabilir. Eğer bu şekilde yaratılırsa, bu piramide yaklaşan yıkıcı enerjiler yaratıcı ve yapıcı
enerjilere dönüşmek üzere evrene geri döndürülecektir. Piramidin içindeki yıkıcı enerjiler ise bu
beyaz ışıkla yıkanacak ve otomatik olarak uyumlu ve yaratıcı enerjilere dönüşecektir. Tüm
piramidin bu beyaz ışıkla sarıldığını ve dolduğunu imgeleyin, içerideki tüm yıkıcı enerjiler
ışıktaki karanlık olarak imgelenebilir. Işığın karanlığı aydınlattığını, ışığa dönüştürdüğünü
görün. Işığa dönüşen karanlık artık yıkıcı değildir, artık o yaratıcı enerjiye dönüşmüştür ve
yapıcı amaçlarla evrene döner. Herkes çevresinde bu beyaz ışık enerjisini yaratma yeteneğine
sahiptir. Onlar buna inanmak için bunu gerçekten istemeliler. Çünkü eğer kişi arzu ettiği şeye
kesinlikle inanmıyorsa bu konuda sınırlı bir başarı elde edebilir.
Faust gibi benimle antlaşma yapan birinin öyküsünü anlatacağım size.
Ünlü olmak uğruna cehennemde kalıcı olmaya razı olan, hayattaki hedeflerinin hiç birine ulaşamayan biri.
Gençlik yıllarında yazdığı romanın basılmış olmasına rağmen satılmaması , orta yaşa geldiğinde akademik kariyer hayallerinin suya düşmesi ve yaşadığı platonik aşkın etkisi ile kurtuluşu bende bulan bir adam.
İsminin yaşının ve nerede doğduğunun sizler için bir önemi yok, sıradan bir vatandaş.
Onu kütüphanenin tozlu raflarına gömüldüğü bir gece tanıdım.
Uzun koridorun sonunda beni gördüğünde uykusuzluk probleminin bir neticesi olarak halisünasyon gördüğünü sandı.
Uzun kuyruğuma kırmızı gözlerime toynaklarıma bakmak yerine üstte kalın altta ince olan ereksiyon halindeki aletlerime bakmaya başladı.
Öyküye başlarken size anlatmıştım.
İnsanlar benim çift aletli olduğumu bilir, bana kurban edilen kızların bekaretini kalın aletimle yırtarken alttaki ince aletim o zavallıların anüsünü zorlar.
Ah zavallı körpe yavrular!
Altımda nasıl çırpınıp çığlıklar atarlar.
Arkadaşlığımız ilerledikçe neden özel bölgeme odaklandığını anlayacaktım.
Korkudan sesi kısılmıştı zavallının, çığlık atmaya çalışıyor ancak muvaffak olamıyordu.
Çalışma masasında binbir zorlukla bastırdığı romanı vardı.
“Kibutz ve travma”
Romanının büyük kısmında matematikte çözülemeyen problemler sıkıcı formüller vardı.
Kitabın neden satılmadığını anlamıştım.
Bana Tanrı tarafından lanetlendiğini söyledi.
Kutsal kitapta iki erkeği iş üzerinde yakalarsanız hemen öldürün dendiğini anlattı.
Newton’un da hemcinslerine ilgi duyduğunu oda arkadaşı ile ateşli geceler geçirdiğini söyledi.
Gözleri bana alışmıştı artık.
Bir kadın olmayı ve vajinası ile kalın aletimi anüsü ile ince aletimi sarmak istediğini söyledi.
Ben de ondan namaz kılmasını istedim.
Kabe’nin tam aksi istikametinde iki rekat . .
Selam vermeden önce kovulmuş Şeytan’a sığınıyorum demeyi unutma!
Bu ritüeli tek kişilik çalışma odasına girerek kısa sürede gerçekleştirdi.
Kadınların özgür olduğu bir ülkede genç ve güzel bir üniversite öğrencisi olup kısacık eteği ile tüm bakışları toplamak istediğini ve kendisini terk eden erkek arkadaşının karşısına çıkıp
“bundan sonra sen benim peşimden koşacaksın” demek istiyormuş.
Bir kadın bile ne kadar güzel ve çekici dahi olsa erkeğin sadık kalmasını sağlayamıyorsa sen erkek halinle erkek sevgilinin sana sadık kalmasını nasıl sağlayacaksın?
Onlar mümkün olduğu kadar çok kadını döllemek ister bunu en iyi senin bilmen lazım.
(Ben konuşurken gözü sürekli aletlerimin üzerindeydi)
Sana olacakları anlatayım sevgili dostum hemen burada bu sefil hayatına veda edeceksin ve dünyaya dilediğin gibi bir dişi olarak yeniden geleceksin.
Elbette ki ;gittiğin ruhlar aleminde bazı aşamalardan geçeceksin.
Bazı insanların Mesih adına korunma istemeniz gerektiğini söylediklerini duydum. Bu da o
kadar etkili midir’?
Evet. Aslında burada aynı prensip iş başındadır, sadece bu prensip farklı biçimlerde ifade
edilmektedir. Bu enerji -kişinin dini inançlarına göre- birçok şekilde yönlendirilebilir. Ancak,
birçokları belli bir tarza daha çok uyumlanırlar. Bu sadece bir uygunluk ve kişisel tercih
meselesidir.
Siz çevrenizde sizin tarafınızdan yaratılmış şeyleri bulursunuz. Bu yüzden, bulduğunuz şey
gerçektir, hatta imgelediğinizi söylediğiniz şeyler bile. Çünkü imgeleme gerçekte sizin
yaratımlarınızın paleti-fırçasıdır; bundan dolayı, imgeleyebildiğiniz şey gerçektir. O ister
fiziksel, ister zihinsel bir doğaya sahip olsun, o gerçektir. Bu kötü dediğiniz yaratıklar, onları zihinlerinde yaratanlar için gerçektir. Böyle şeylere inanmayanlar vardır, bundan
dolayı da onlar var olmazlar. Ancak, onların var olduğuna inanan kişiler için onların gerçek
olmadıklarını söylemek yanlış olur, çünkü onlar gerçektir. İstediğiniz şeyi yaratma yeteneğiniz
şimdi eskisine göre daha önemlidir. Bu gücün farkına varmanız esastır. Çünkü böylece sizin
için olumlu ya da olumsuz olanı yaratma seçeneğine sahip olursunuz.
Biz sizinle böyle iletişim kurabilmekten zevk alıyoruz. Bir zamanlar gezegeninizde bizim şimdi
yaptığımız gibi herkes özgürce konuşabiliyordu. Ancak, sonra o Düşüş (insanın bilinç olarak
düşüşü) yaşandı. Kimse bu Düşüş’ten kurtulamadı. Biz de sizin gibi bu Düşüş’ün kurbanlarıyız.
(Sıkıntılı bir ciddiyet) Ve neden söz ettiğimizi bildiğinizi hissediyoruz.
(Hristiyanlar, "Düşüş" terimini daima, melek Lusifer’in Tanrı tarafından Cennet’ten
kovulmasıyla ilişkilendirirler. Bunun ona Dünya üzerinde hükümranlık verdiği ve Şey-tan’a ve
kötülüğe olan inancı yarattığı varsayılır.)
Bu, bilginin kaybolup bilincin Yer küre’ ye çevrildiği ve artık bu yüksek enerji katının
önemsenmeyip dışlandığı bir zamandı. Böylece, bir benzetme yaparsak, bilinç yüksek kattan
daha düşük Dünya katına düşmüştü. Bu Düşüş vuku bulduğunda büyük bir kötülük dalgası
mevcut değildi. Sadece, insanların dikkati yüksek katlardan düşük katlara çevrilmişti.
Düşüş’ ten kastedilen şey budur. Bu bir doğru ya da yanlış yargısı değildir. Bu sadece bir
olgudur. Böylece, siz kim ve ne olduğunuzla ilgili anlayışınızı yitirirseniz, o zaman, insanlığın bu
gezegende binlerce yıldır yaptığı gibi, yolu şaşırarak dolanıp durursunuz. Bu sadece, gerçek
kimliğin unutuluşuydu. Bilinçte bir düşüş yaşanmış ve bütünün bir parçası olduğumuz
unutulmuştu.
Sanırım, burada önemli olan insanlara bu cennet ve cehennem fikrinin ardındaki gerçeğin anlatılması, bu konudaki yanlışların düzeltilmesidir.
Bu zor bir görev olur. Çünkü insanların bu konuda beyinleri epey yıkanmış durumda.
Başlangıçta İncil’de bu kavramlar var mıydı?
Hayır. Kullanılan bir referans, İsa’nın,
Gehenna (Museviler’in cehenneme verdikleri isim) ve ateş gölü hakkında verdiği tariftir. Oysa
İsa, olumsuz etkilerle kuşatılmış olarak spiritüel âleme geçtiğinizde içinde bulunacağınız
durumu tarif etmeye çalışıyordu. Ama, onu dinleyen insanlar bunu gerçek olarak aldılar ve
onun gerçek bir yerden söz ettiğini sandılar. İsa, çarmıha gerildiği gün ise, " O gün beni
cennette göreceksiniz," demişti. Burada o, insanların öldükten sonra yaşamın spiritüel yanına
geçeceklerini ve bunun o "cennet" denen kat olacağı gerçeğine atıfta bulunuyordu.
İncil’de bir bölümde, cehennemde bulunan bir ruhtan söz edilir. Ve o, bir başka varlıktan
onu kurtarmasını istemektedir. (O anda hazırlıksız olduğum için bu paragrafı hatırlamakta
zorlanıyordum.) Burada ruh, "Eğer dudaklarıma bir yudum su değdirirsen..." diyordu.
Evet, o ruh fiziksel kattaki ateşe benzetilebilecek bir durum yaratan bir zihinsel işkence
içindeydi. Bu ayrıca, belli olumsuz enerjilerin o ruhu kuşatmış oldukları anlamına da gelir. O,
söz konusu varlıktan, dudaklarına bir yudum suyla dokunmasını isterken, aslında bu olumsuz
enerjileri dağıtmasına yardımcı olacak bir nebze bilgelik istiyordu.
Böylece, o bu durumu anlayıp ondan kurtulabilirdi. Kiliselerin İncil’in bu bölümünü birkaç
kez gündeme getirip, bunun onun kurtulamayacağı kalıcı bir durum olduğunu söylediklerini
biliyorum. Onlar bunu cehennem ateşinde yanmanın bir örneği olarak kullanıyorlardı.
Evet, ama bu kalıcı bir durum değildi. O ruh o sırada zihinsel bir kısır döngü içinde bulunuyor ve bundan kurtulup olumsuz enerjileri dağıtamıyordu.
Bu yüzden o, bu durumdan çıkış yolunu görmesine yardımcı olacak bir parça bilgelik diliyordu.
İsa’nın incil’in herhangi bir yerinde cennetten söz edip etmediğini hatırlamaya çalışıyorum.
Bir yerde, "Gök ve Yer sona erecek, ama benim sözüm hep var olacak,"
der. Şu anda aklıma gelen sadece bu.
Orada İsa fiziksel evrenden söz ediyordu. O, öğretisinin, bu evren yıkılsa da var olacak
yüksek katlarla ilgili olduğunu söylüyordu.
Bence, insanların bunların gitmek zorunda oldukları gerçek yerler olmadığını anlamaları çok
önemli. Bu çok sınırlayıcı ve çökertici bir kavram gibi görünüyor.
Sen bu kavramla küçük kafanı yorma dostum.
Bu arada sana nasıl hitap etmem gerek?
Bana “nü” diyebilirsin Lücifer.
Hayalindeki yaşama kavuşacaksın bay Nü!
Kendini ölüme hazırla!
İlk kez ahiret kapısına rastlayıp bir "ölü" ile konuştuğum o anı hâlâ hatırlarım. Bu , senin gibi varlığını bana adamış bir cin ile geçmiş-yaşama-dönüş çalışmamız sırasında oldu; cin bir anda öldüğü ana gitti ve bu o kadar çabuk ve spontane bir biçimde oldu ki ben hazırlıksız yakalandım. Neler olup bittiğinin tam anlamıyla farkına varamamıştım. Bir cin ölüm deneyiminden geçtiğinde neler olabileceğini bilmiyordum. Ve dediğim gibi, bu o kadar hızlı bir biçimde oldu ki onu durduracak zaman bulamadım. Hipnoz altındaki cin bedeninden çıkmış, aşağıda yatan bedenine bakıyordu ve onun kendisine herhangi başka bir ceset gibi göründüğünü söylüyordu.
kişiliğinin kesinlikle olduğu gibi, sağ salim kalmasına, hiç değişmemesine çok şaşırmıştım. Bu önemliydi. Bu bazı insanların sahip olduğu bir korkudur: ölüm deneyiminin, bir biçimde, onları ya da sevdikleri kişileri farklı, yabancı ya da tanınamaz bir şeye dönüştüreceği korkusu. Yine, bu bilinmeyene karşı duyulan bir korkudur. Yoksa neden hayaletlerden ve ruhlardan o kadar korkarlar ki?
Lucifer öte alem hakkında araştırma yaptım. Dedi bay Nü.
öte âleme geçiş sürecinin, bir biçimde onları, bildiğimiz o sevgili insandan yada cinden kötü ve korkutucu bir şeye dönüştüreceğini düşünürüz. Ama, ben kişiliğin aynı kaldığını keşfetmiştim. Bazı durumlarda geçici bir karmaşa yaşasa da o hâlâ, temelde aynı kişidir. Öldükten sonra bir cinle yada bir insanla konuşabilme şokunu ve şaşkınlığını yendikten sonra merakım ağır basmış ve kafam daima merak ettiğim sorularla dolup taşmıştı. O zamandan beri, daha derin trans haline girebilen bir kişi bulduğum her seferinde bu soruların bazılarını sormayı adet edindim. Dini inançları bu insanların bildirdikleri şeyleri hiç etkilemiyor görünüyordu. Onların yanıtları her seferinde temelde aynıydı. Farklı sözcüklerle dile getirseler de hepsi aynı şeyi söylüyordu ki bu başlı başına bir fenomendi. Bu konuda çalışmaya başladığım yıldan bu yana yüzlerce insanı ölüm deneyiminden geçirdim. Onlar akla gelebilecek her biçimde ölmüşlerdi: kaza geçirerek, vurularak, bıçaklanarak, yanarak, asılarak, boyunları vurularak…
Onlar ayrıca kalp krizleri, hastalık, yaşlılık gibi doğal nedenlerle veya uykularında huzur içinde ölmüşlerdi. Bir hayli çeşitlilik olmasına karşın, her seferinde belli kalıplar ortaya çıkıyordu. Ölüm tarzı farklı olabilirken, ölümden sonra olanlar daima aynıydı. Böylece, ölümden korkmak için hiçbir neden olmadığı sonucuna vardım. Biz, bilinçaltı düzeyde, neler olduğunu ve orada bizi neyin beklediğini biliyoruz. Bilmemiz gerekir, çünkü bu konuda çok fazla pratiğe sahibiz. Daha önce defalarca ölüm deneyimini geçirdik. Böylece, ölüm incelememde ben yaşamın kutlamasını buldum. O ürkütücü ve marazi bir konu olmanın çok uzağında, son derece büyüleyici bir öte dünya idi. Ölümle birlikte bilgelik de gelir. Fiziksel bedenin bırakılmasıyla birlikte bir şey olur ve tümüyle yeni bir bilgi boyutu önümüzde açılır. Apaçık ki, madde âlemi insanı sınırlar ve engeller. Oysa ölümden sonra varlığını sürdüren kişilik ya da ruh bu biçimde sınırlanmaz ve hayal edebileceğimizden çok daha fazla şeyi algılayabilir. Böylece, "öldükten" sonra bu insanlarla konuştuğumda, birçok soruya -zamanın başlangıcından beri insanoğlunun aklını meşgul eden sorulara-yanıt bulabildim. O durumda ruhun bildirdiği şey, o ruhun tekâmül düzeyine bağlıydı. Bazıları diğerlerinden daha fazla bilgiye sahiplerdi ve bu bilgiyi bizlerin daha kolay kavrayabileceğimiz terimlerle, daha açık bir biçimde ifade edebiliyorlardı.
Ölümün vuku bulduğu anla ilgili olarak en ortak tarif şu: Bir soğukluk hissi duyuluyor ve sonra ruh birden kendini yatağın kenarında dikilmiş, orada yatan bedenine bakarken buluyor. Onlar, genelde, odada bulunan diğer kişilerin neden o kadar üzgün olduklarını anlayamıyorlar, çünkü kendilerini o kadar harika hissediyorlar ki….
O anda tüm varlıklarına hâkim olan duygu bir dehşet duygusu değil, o anda sadece sevinç ve coşku hissediyorlar.
Bu tipik ve sürekli olarak yinelenen bir durum.
Bay nü yeteri kadar uzun yaşadığını mı düşünüyorsun?
- evet. Ağır hareket ediyorum, bir şeyi yapabilmem çok uzun bir zaman alıyor. Artık yaşamak bana sevinç vermiyor. Çok yorgunum.
Ruhum ve bedenim sanki iki düşman ben hayat yorgunuyum Mefisto .
-neden ölümü çare olarak görüyorsun?
Nü ,çok açık bir biçimde rahatsızlık yaşadığından, onu zamanda ileri -ölümün sona erdiği an’agötürdüm. Ben sayı saymayı bitirdiğimde, bedeni yatakta şiddetli ve ani bir çekilişle sıçradı ve o birden gülümsedi. Sesi yaşam doluydu, bir an öncesinin yorgun sesine hiç benzemiyordu. "Kendimi çok özgür hissediyorum!
Uçabiliyorum!
Ben... ben enerjiyim!
Nü , O kadar hoşnut görünüyordu ki...
Bedenini görebiliyor musun, bay Nü?
Evet aşağıda yatan büzüşmüş çıplak BEDEN ve nefret ettiğim organım. Bu kadar kötü göründüğümü hiç bilmiyordum! O kadar buruşmuş ve büzülmüştüm ki. Oysa şimdi kendimi çok iyi hissediyorum. O tümüyle eskiyip yıpranmış...
Yeni hayatıma zeki ve güzel bir dişi olarak geleceğim değil mi ?
Bana söz verdin ,Lücifer!
burada olduğuma o kadar memnunum ki!
Bunu tekrar belirtmene gerek yok .
Ben saf enerjiyim kütlenin yok olup enerji olduğunu hissediyorum.
Uçmak çok güzel bir duygu veriyor! Kendimi zeki hissediyorum...ve de çok güzel
Büyük bir sükûnet hissediyorum. Hiçbir şeye ihtiyacım yok.
İblisler seni karşılayacak onlara ben emir verdim Nü.
Yeni hayatında istediğin gibi genç güzel ve zeki olacaksın.
Yüzü hiç kırışmayan her zaman zinde olan çekici bir öğretmen..
Ve sen o genç bedenleri uyuşturucu ve sekse alıştıracaksın.
Satanist olmaları karşılığında yataklarını paylaşacaksın.
Bilirsin erkeklerin sekse en düşkün olduğu zaman lise yıllarıdır.
Hemen dedi bay Nü
Geri dönmek istiyorum ve cazip bedenimle onun aşkımdan ölmesini istiyorum!
Ayrıldığın erkek arkadaşın senden tam olarak ne istedi?
İlişkimizin başlangıcında beni gerçekten çekici bulduğunu düşünmeye başlamıştım ama zamanla benden faydalandığının farkına vardım.
Yeni hayatımda bir kadın olarak o kaba adam ile elbette birlikte olmayı düşünmüyorum.
Bununla birlikte tam olarak cesaretini kırmaya niyetim yok.
Uzun yolculuklara çıkan bağlanmayı sevmeyen bu adam ile nasıl tanışacaksın?
Gerçek hayatımda tanıştığım şekilde teknolojiyi kullanarak.
Bana öte alemi anlat Mefisto.
yeni hayatıma başlamadan hangi aşamadan geçeceğim?
Ölmek mutluluk verici bir deneyimdir bay Nü.
Birçok insan ölümün acı verici olacağından korkuyor. Siz acı çekme ihtiyacı duymadıkça ölüm acı verici değildir. Çoğunlukla, böyle olması arzu edilmedikçe, hiçbir acı duyulmaz. Eğer siz öyle olmasını istiyorsanız ya da size bir ders öğretmesi için buna ihtiyacınız olduğunu hissediyorsanız ölüm son derece acı verici de olabilir. Ama, siz her zaman kendinizi ondan ayırabilirsiniz. Ve olan bitene ne kadar bağlı olursanız olun bu mümkündür. Bu acı hissedildiğinde ruhu bedenden ayırmak herkes için mümkündür.
Peki, ölümün kendisi, yani bedeni bırakmak acı verici midir?
Hayır. Bu zorluk içermeyen kolay bir geçiştir. Acı bedenden kaynaklanır. Ruh vicdan azabı, pişmanlık dışında hiçbir acı hissetmez. Bu gerçekten de ruhun hissedebileceği tek acıdır. Daha fazla bir şeyler, daha farklı bir şeyler yapabileceği duygusu... Bu acı vericidir. Ama, fiziksel acı artık bir anlam taşımaz, çünkü o bedenle birlikte bırakılmıştır.
ölüm meydana gelmeden bedenden ayrılıp, bedeni acı çekmeye bırakmak mümkün müdür, Mefisto?
Evet. Kişi bu konuda bir seçim yapabilir; isterse bedende kalıp o acıyı deneyimler, isterse bedeni terk edip olayı dışarıdan izleyebilir. Bu herkese açık bir seçenektir. Çalışmalarım sırasında bunun örnekleriyle karşılaştım. Bir hipnozla geçmişe döndürme çalışması sırasında, genç bir kadın, inançları yüzünden tüm kasabanın gözleri önünde kazığa bağlanarak yakılmıştı. Kadın hem çok korkmuş, hem de bundan sorumlu olan bağnaz insanlara çok kızmıştı. Alevler yükseldikçe, kadın, seyircilerine onun ıstırabını görme zevkini tattırmamaya karar verdi. Böylece, bedenini terk edip sahnenin üzerinde süzülerek olayı izledi. Orada büyük bir üzüntüyle ve öfkeyle, bedeninin yanarak ölürken çektiği azap yüzünden çığlıklar attığını gördü. Bu vakada beden ve ruhun iki ayrı şey olduğu çok açık bir biçimde ortaya çıkmıştı. Sanırım, sevdiklerini şiddet dolu, korkunç bir biçimde kaybetmiş olanların, sevdiklerinin ölümün en travmatik bölümünü belki de hiç »deneyimlemediklerini bilmeleri onlar için teselli verici olabilir. Ruhun bedende kalıp tüm o acıyı deneyimlemek istememesi çok anlaşılır bir şeydir. Bu durumda ruh kendini ayırmakta ve beden sadece spontane bir biçimde tepki göstermektedir. Tıpkı kaza eseri bir yerimizi kestiğimiz ya da yaktığımız zaman tepki gösterdiğimiz gibi. Bu durumda bağırır ve elimizi geri çekeriz. Bu bilinçli değil, istem dışı bir tepkidir. Böylece, korkunç bir ölüm sırasında gerçek kişilik ayrılıp olayı saha dışından izlerken sadece beden tepki gösterebilir.
Sayende ölümün korkunç olmadığına karar verdim.
Bunun için sana teşekkür etmeliyim.
Yeni hayatımda çekici bir genç olmamı nasıl ayarlayacaksın, yani bunun için büyük patron ile antlaşman gerekmez mi?
Sen antlaşmanı yaptın bay Nü.
Tanrı’dan vazgeçtin. Bu durum ikimiz arasında bir antlaşmadır. Şirket evlilikleri gibi düşün.
Çok büyük bir özveride bulundun, sadece cinsiyet değiştirmek için yaradan’a isyan etmeye değer mi, sence?
Şeytan sen misin ,ben miyim mefisto? dedi bay Nü.
Yeni hayatımda ünlü bir düşünür ve bilim insanı olmak istiyorum.
“Aptal sarışın “ imajını yenmek bir anlamda dişi Schopenhauer olmak diyebiliriz.
Onu hiç okudun mu, Nü?
Okumaya ve anlamaya çalıştım diyelim.
Schopenhauer’in felsefesinin temelinde yer alan iki noktadan söz edebilirim bay SATAN.
Bunlardan birincisi dünyanın kör bir iradenin eseri olduğu düşüncesi, ikincisi ise Yunan geleneğinden başlayarak kendisine kadar birçok filozofun öne sürdüğü ‘’hayatın nihâi amacı mutluluktur’’ fikrine karşı onun, hayatın mutluluk gibi bir amacının olamayacağı, bunun en büyük yanılgılarımızdan biri olduğu düşüncesidir.
evrenin özünü kör bir iradenin oluşturduğu, her insana asıl hükmeden şeyin bu irade olduğu fikri çok daha geniş bir yazıda ele alınması gereken bir varsayımdır. Hatta diyebiliriz ki büyük filozof, yaşamının sonuna kadar Türkçeye ‘’İrade ve Tasarım Olarak Dünya’’ ismiyle çevrilen başyapıtı Die Welt als Wille und Vorstellung’da bu konudaki fikirlerini temellendirmeye çalışmıştır. Onun bir ömür adadığı bu fikri, kısa bir yazıda açıklamak tabiatıyla mümkün olmayacaktır. O halde, Schopenhauer’in felsefesinin temelinde yer alan bir diğer görüşüne yani dünyanın acıyla dolu olduğu, mutluluğun peşinde koşmanın en büyük yanılgımız olduğu gerçeğine değinmek yerinde olacaktır. Schopenhauer, bu görüşünü açıklarken kendinden önce gelen birçok filozofun insanın ancak mutlululuğun peşinden giderek ihyâ olabileceğini söylediğini ve bu düşüncenin onların en büyük hatası olduğunu belirterek söze başlar. Ona göre, doğayı var eden üstün bir akıl söz konusu değildir. Evrende gördüğümüz her şey -bizler de dahil olmak üzere- kör bir iradenin eseridir. Evrene içkin herhangi bir düzenden ve kusursuzluktan söz etmek mümkün değildir. Bu görüşü onu çağdaşı olan Hegel’in ‘’zeitgeist’’ kavramıyla açıkladığı zamanın bir ruhu olduğu görüşüne karşı büyük bir tepki koymasına sebep olur. Schopenhauer’in herhangi bir eserini okurken Hegel’e ve takipçilerine bulaşmadığı, onları yerden yere vurmadığı bölümle karşılaşmamak bir hayli zordur. Ona göre Hegel, bütün söyleyeceklerini bir mürekkep balığı gibi kapkaranlık bir bulut yığının arkasına saklayan bir soytarıdır, yeri geldiğinde birahaneci kılıklı heriftir, yeri geldiğinde de felsefesiyle karnını doyurmaya çalışan bir açgözlüdür. Bu duruma, üniversitede verdiği derslerle aynı anda Hegel’in de dersi olması dolayısıyla kendi derslerine üç-dört kişinin katılmasının, Hegel’e karşı gelişen yoğun bir kıskançlık hissinin sebep olduğunu söyleyen felsefe tarihçileri bulunmaktadır. Fakat kanaatimce durum bu kadar basit değildir. Zira her ikisinin hayata bakışı, felsefesi ve temellendirmeleri birbirlerinden bir hayli farklıdır. İkisi de kendilerinin Kant’ın esas takipçisi olduğunu söylese de bu konuda uzlaşmalarının mümkün olmayacağı sarih bir gerçektir.
Konumuza geri dönersek bay Şeytan ; Schopenhauer, dünyanın gerçekliğini akılla kavramamızın mümkün olmadığını söylerken onu ancak sezgilerimiz yoluyla bir ihtimal çözümleyebileceğimizi de belirtir. Zira, akılla varoluşa gelmemiş bir şeyi akılla açıklamanın mümkün olmayacağını belirtir. İnsanı, metafizik bir hayvan olarak nitelendiren Schopenhauer’in görüşlerinde Platon, Berkeley ve Hint mistisizminin yoğun bir etkisi vardır. Bu üçlü arasında Schopenhauer’i en çok etkileyen kadim Hint mistisizmi olmuştur. Dünyadaki tüm dinlere karşı saldırganca yaklaşan ve iflah olmaz bir ateist olan Schopenhauer, söz konusu Hint bilginlerinin metafiziği olduğunda onlarla birçok görüşü paylaşmaktan geri durmaz. Senail Özkan’ın Schopenhauer-Paradokslar Üzerinde Raks isimli eserine bir göz gezdirirsen aslında onun görüşlerinin tasavvufla dahi bir şekilde bağdaştırılabileceğini görürsün.
Zirâ o, tıpkı mutasavvıflar gibi çileci bir anlayışa sahiptir ve huzura ermenin ancak yoğun bir dinginlik halinde olabileceğini belirtir. Dolayısıyla, varoluşa anlam yüklerken aklına değil sezgilerine güvenmektedir. Bu yönüyle irrasyonel filozoflar arasındaki yerin en yükseklerde edinmiştir diyebiliriz. Pekâla, varoluş problemini bir kenara bırakır ve insanın bu dünyaya bir şekilde geldiği gerçeğini kabul edersek neden mutluluğu aramayalım ki, diye sormamız gerekir. Schopenhauer bize şöyle karşılık verir: ‘’İnsan, sürekli gereksinim ihtiyacı olan bir varlıktır. Bu gereksinimlerini yoğun çabalar harcayarak bir şekilde gidermeye çalışır. Bunları giderdikten kısa bir süre sonra tekrar bir gereksinim zuhur eder. İnsan; bir ömür, bu gereksinimleri karşılamak için oradan oraya koşar durur. Fakat onları asla tam anlamıyla gideremez. Bir kısır döngü içinde yaşamanı sürdürmeye devam eder.’’
Sen de sürekli gereksinimleri olan bir adamsın bay Nü.
Tanrı seni erkek olarak yarattı ama sen dişilik istedin.
Toplumda saygın bir yeri olan öğretmenlik mesleğini icra ediyorsun ama sen yetinmedin akademisyen olmak istedin.
Kitap yazdın ama mutlu olmadın şöhret olmak istedin.
Hep daha fazla daha fazla istedin.
Sanki karşımda Tanrı’nın bir peygamberi var dedi bay Nü.
Antlaşmamızdan memnun değil misin ?
Patron sensin bay Nü.
Schopenhauer’in felsefesinde tikel insanın, doğa için kıymeti harbiyesi tam olarak şöyle bir şeydir:
Dedi Nü.
Mefisto ilkokula başlamış çocuk gibi kollarını bağlamış kırmızı gözlerini ona dikmiş dikkatle dinliyordu.
Doğa şöyle konuşur: Birey bir hiçtir, hiçten de daha azdır. Her gün milyonlarcasını oyun ve eğlence için yok ediyorum; kaderlerini şansa, çocuklarımın içinde en havai ve serkeş olanına terk ediyorum, o da onlara zevk için taciz ve eziyet etmektedir. Üretici gücümden hiçbir kayba uğramaksızın onlardan her gün milyonlarcasını üretmekteyim; birbiri ardına duvara yansıttığı güneşin suretlerinin sayısıyla bir aynanın gücü ne kadar tükenirse benim gücüm de ancak o kadar tükenir. Tikel hiçbir şeydir. Doğaya hükmeden iradenin tek amacı insan soyunun devamlılığını sağlamaktır. Bu süreç devam ettiği müddetçe onun için bir sorun yoktur. İnsanların mutluluğuyla, acı çekmesiyle, soykırıma uğramasıyla vesaire zerre kadar ilgilenmez, o; kördür ve önemli olan tek şey kendisidir. Tüm bunlara rağmen şahsî kanaatim Schopenhauer’in kötümser bir filozof olmadığıdır. Evet, hemen tüm felsefe meraklıları tarafından bu şekilde nitelendirilir Schopenhauer. Çünkü onun görüşleri, özünde iyimserliğin hâkim olduğu, içinde daima umutla yaşayan insanoğlu için gerçekten de çok çarpıcıdır. Fakat bu onu kötümser, acıların filozofu, huysuz filozof olarak nitelendirmek için yeter sebep değildir. O, bana göre en gerçekçi ve radikal filozoflardan biridir. Eğer hayat kötüyse ve kötülükler hüküm sürüyorsa onu kötü olarak nitelendirmek kötümserlik değil, gerçekçiliğin ta kendisidir. Schopenhauer, felsefesine bu hususta çok yoğun bir eleştiri geleceğini tahmin etmiş olsa gerek ki kendi felsefesini şu şekilde savunmuştur: Benim felsefemdeki umutsuzluk ve melankoliden dolayı feryat ediyorlar, bunun sebep-i hikmeti şurada yatmaktadır: Zira ben, onların günahlarının bedeli olarak müstakbel bir cehennem efsaneleştirmek yerine, dünyada nerede bir günah varsa orada cehennemî bir şeylerin muhakkak olduğunu gösterdim. Schopenhauer burada, bir klişe haline gelmiş ‘’dünya cehennemdir’’, görüşünden ziyade kör iradenin çocukları olan insanların gittiği her yere bir şekilde kötülüğü taşıdığını ve daima kendi ‘’ben’’ine hizmet ederek dünyayı berbat bir yer haline getirdiğini anlatmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla acıdan uzaklaşmak ona göre ancak ve ancak bu iradenin reddiyle mümkün olmaktadır. Ona göre cehennem, başkalarıdır. Dünyanın özünde acının yer aldığını ve onun hükümdarlığına boyun eğildiğini şu aforizmalarıyla oldukça net bir biçimde açıklamaktadır: - ‘’Saatler ne kadar hoşça geçirilirse o kadar çabuk tükenir, ne kadar acıyla geçirilirse o ölçüde uzadıkça uzar, geçmek bilmez. Çünkü müspet mahiyete sahip olan şey zevk değil acıdır, onun bizzat mevcudiyeti kendisini hissettirir. Benzer şekilde eğlediğimizde değil, sıkıldığımızda zamanın farkına varırız. ‘’Her iki durum da hayatımızın en mutlu anının varlığımızın en az farkına vardığımız an olduğunu kanıtlar. Demek ki ona hiç sahip olmasaydık daha da iyi olacaktı.
Mefisto o kıllı yaratıkla geçirdiğim dakikalar okadar çabuk geçerdi ki…
Bir kadın olup onu mutlu etmek isterdim.
Bir keresinde tam bir saat içimde kaldı.
İnanabiliyor musun?
- ‘’Hayatımızı, hiçliğin mutlu sessizliğinde nafile yere rahatsız edilen bir dilim olarak addedebiliriz.’’ —
Mefisto.
Bazı felsefe tarihçileri tarafından tahammülsüz, sert, tavizsiz bir filozof olarak gösterilen Schopenhauer’in ahlâk felsefesinin temelinde ‘’adâlet ve merhamet’’ kavramları bulunmaktadır. Bir köpeği kendine dost edinen filozof, insanların, iradenin reddiyle ve acıların paylaşılması yoluyla birbirlerini anlayabileceklerini, bir olabileceklerini söyler. Fakat bu tür insanların sayısının çok az olduğunu da belirten filozof ancak seçkinlerin hakikate yaklaşabileceğini belirtir. İnsanlığın en büyük düşmanı olarak gördüğü can sıkıntısını insanların birçoğunun kâğıt oyunlarıyla, dedikodularla, gereksiz lakırdılarla ve fitneciliği bir uğraş haline getirerek giderdiğini söyleyerek seçkin kişilerin kaderinin, yalnızlık olduğunu belirtir. Onun eserlerini okuduğunuzda en çok şikâyet ettiğin durumların başında kalabalıkların ve gürültünün geldiğini görmeniz mümkündür. Gürültüye karşı yoğun bir öfke ile dolu olan filozof kendini şöyle ifade eder: ‘’Uzun zamandır şuna inanıyorum. İnsanın dayanabileceği gürültü miktarı ile zihinsel yetileri arasında bir ters orantı vardır. Kapıyı eliyle yavaşça kapatmak yerine gürültüyle çarpan bir insan yalnızca terbiyesiz değil; aynı zamanda bayağı ve dar görüşlüdür.’’
Tüm bu kızgınlıklarına ve yalnızlığı bir hayat düstûru haline getirmesine rağmen büyük filozof başyapıtında insanlığa şu tutumu öğütler: Neminem laede; imo omnmes, quantum potes, juva. ‘’Kimseye acı verme, edebildiğin kadar herkese yardım et.’’
Bu adamı yeteri kadar örnek almamışsın Nü.
Sen insanlara yardım yerine onları bana tapınmaya yönlendireceksin.
Nü , şeytanın dediklerini duymazdan gelip kendi kendine konuşmaya devam etti.
Yetmiş iki yaşında evinde tek başınayken hayata gözlerini yuman Schopenhauer,; arkasında, ömrünü adadığı ve dört bir yanı dehâ ile kaplı bir felsefe ve ahlâk telakkisi bırakır. İnsanlığın şahit olduğu en çalışkan, dürüst ve üslûba hükmeden filozoflardan biri olan Schopenhauer tıpkı öğütlediği gibi tüm mirasını Prusya askerlerinin dul eşlerine bırakarak ölümünden sonra da edebildiği kadar kişiye yardım etmiştir. Sözleyeceği sözü eğip bükmeden söyleyen, üslûbunda tuhaf bir efsun olan bir insandı o.
Ve ben çağdaş bir Schopenhauer olmak istiyorum.
Bunun için çok çalışman gerek dedi Mefisto.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.