- 400 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
VARLIĞIN VE KİMLİĞİN ANAHTARI
Birini tanımanın belki de en kestirme yolu kendini nasıl ifade ettiğine dikkat kesilmektir. Kendimizi ifade edebilmede, varlıkları anlamlandırmada ve dünyaya karşı bir duruş göstermede ne de önemli şeydir şu dil. Ruhumuzun derinliklerinden kalemimize, öte yandan da sözlü anlatımımızla dilimize yansıyan bu tartışmasız güç, bize ve içinde yaşadığımız topluma nasıl da kişilik ve kimlik katıyor değil mi?
Ulusların yüz yıllar içinde geliştirip getirdikleri kültürlerini bugünlere taşıyan dilleri, aynı zamanda ulusal seciyeleri hakkında da büyük ipuçları barındırırlar. Sadece dillerini inceleyerek, bir milletin hayata karşı duruşuna dair ciddi veriler elde edilebilir. Ciddiyet seviyeleri, tahammül sınırları ve farklı konulara dair tahammülleri, espiri anlayışları ve insana dair çok şey dil unsuru ile kendini ele verir. Bu anlamda bizim kültürümüz içinde de;nükteli, çalışkan, kararlı, vatanperver, hoşgörülü,merhametli, işbirliğine açık, ilme ve sanata hürmetli insanlar olduğumuz sonucuna ulaşılır.
Yazının icâdına dair çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Bu büyük keşif, dilin yazılı olarak da muhafazasını, yayılımını, sonraki kuşaklara da mevcut bilim, sanat, spor, folklor, edebiyat ve özetle topyekün kültürün taşınmasını sağlamıştır kuşkusuz. Asırlar sonrasından ta o günlere uzanan bu bağ, dile dair bakışımızı bir kez daha gözden geçirmemizi gerektirir sanırım. Başlangıcında İngilizce, sonrasında Fransızca ve günümüzde de Türkçe ile devamlılığını sürdürebilmiş bir medeniyet yoktur, olamaz da. Dilde devamlılık, kültürde de devamlılıktır. Dilde öze sadakat ne denli güçlü ise, geçmişle bugün arasındaki bağ da o denli güçlü olacak ve yarınlar da o güçte taşınabilecektir kuşkusuz. Kültürün doğal bir sonucu olarak var olan dil, onun kayıt zemini ve geleceğinin de teminatı olarak daha iyi anlaşılmalıdır.
Kalem kılıçtan keskindir, sözü dilin ne denli güçlü olduğunu ifade eder. Konuşur veya yazarken ortaya çıkan sesler topluluğu, çokça bir karşılığı yokmuş gibi görünse de, ifade ettiği anlamın sonucunda ağır bedelleri ortaya koyabilir. Bu durumu dildeki ustalığı ile Yunus Emre`nin kaleminden aktarırsak:
“ “Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı
Söz ola agulu işi
Bal ile yağ ede bir söz.”
Giderek daha çok maddileşen, insana özgü ve ona değer katan, hayata da anlam veren değerlerin yozlaşması,insanlığı adeta bir kaosa sürüklemektedir. Her nereye bakılırsa bakılsın; kardeş kavgaları, huzursuzluk, adaletsizlik, kayırmacılık ve insan onuruna yaraşmayan büyük dramların yaşandığı günümüzde, Yunus`un; hoşgörü,kardeşlik,sabır,ahlak konularındaki asırlar öncesi söylemlerine ne de büyük ihtiyaç var değil mi? XIII. Asırda söylemleri ve ahlakî erdemleri neşrettiği mısralarıyla büyük yankı bulan Yunus Emre, kullandığı dildeki sadelik, ustalık ve öze bağlılığı ile günümüzde de okunan, asırlara meydan okumuş bir değerdir kuşkusuz. Farklı dillere de çevrilen Yunus Divanı, dünya kültür mirasının eşsiz değerlerinden biri haline gelmiş, verdiği mesajlarla da evrensel barışa ve hoşgörüye ve ahlaka dair farkındalık oluşturmuştur. Dilin yüzyıllara karşı duruşunun da güzel bir örneğidir Yunus. Asya`nın içlerinden Anadolu`ya uzanan tarihimizde, o günlerden getirdiğimiz ve bizi biz yapan kültürümüzü, en saf Türkçe (Oğuzca) ile sözden yazıya da aktararak, kültürümüzün kalıcılığını adeta tescillemiştir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz kültürel mirasımız, o günlere değin daha ziyade sözlü edebiyat unsurları ile yeni kuşaklara aktarılmışken, Yunus Emre ve onun çağdaşları Mevlânâ,Ahi Evren ve Hacı Bektaş-ı Veli ile yazın hayatıyla buluşmuş, adeta ete ve kemiğe de bürünmüştür. Yunus Emre`yi çağdaşlarından farklı kılan husus, ana dile olan sıkı bağlılığı ve anlatımdaki gücü, ustalığı ve kuşkusuz yalınlığıdır. Yunus`a göre, bir şeyi anlatabilmenin yolu çok söz etmekten geçmez. Eserlerinde de bu özlü anlatımı görmek gayet doğaldır. Güzel Türkçemiz o saflığı ile Yunus`un kaleminden adeta su gibi berrakça adeta akmış, o günlerdeki güçlü mesajları da günümüze değin taşıyabilmiştir. Dilimizde giderek yaşanan yozlaşmayı düşündüğümüzde, Yunus`un bizler için de ne güzel bir örnek olduğunu anlamız gerek. Hangi kuşaktan olursa olsun her birimizin dimağında Yunus`a dair en az iki veya daha çok dörtlüğün yer etmiş olması elbette tesadüfî değildir. Bu başarı, Yunus`un ne denli sevildiğini, bizden biri olduğunu, Anadolu kültürünü ve dolayısıyla da bizi en güzel biçimde yansıttığını anlatır. İçinde hayata dair sayısız duygu, davranış, varlık ve düşünceyi ifade edebilecek güce sahip olan dilimiz, kendine özgü saflığını yitirmeden kullanıldığında yeterince güçlü ve bir o kadar da anlaşılır dillenden biridir. Hayal edip dillendiremediğimiz veya dillendirip hayal edemediğimiz şey neredeyse yoktur köklü dilimizde. Varlığa, durumlara,sebep ve sonuçlara dair ne varsa, dilimizde de en az bir ya da daha çok sayıda karşılığı da vardır. Bu zengin kelime varlığı, dilimizin gücünü yansıtması bakımından ne de önemlidir değil mi?
Kelimelerin ve ona hayat veren seslerin (alfabenin) olmadığı bir dünyayı hayal edebilir miyiz? Hayallerimizi, bilgi ve becerilerimizi, düşüncelerimizi böylesi bir dünyada nasıl anlatabilirdik? Sanatı geliştirmek, bilimsel çalışmalarla veriler üretmek ve bunları paylaşabilmek nasıl olurdu? Benzeri ne denli sorular sorarsak soralım kendimize, dilsiz bir yaşamı düşünmenin, bu yaşamda bir medeniyet geliştirmenin ve kültür dediğimizi toplumsal mirasın bırakın aktarılmasını, bu seviyelere gelinebilmesi dahi hayal olurdu değil mi?
Kültürün doğal bir parçası,taşıyıcısı, geliştiricisi,yayın organı da olan dil, o milletin kendine has karakteri ile diğer kültürleri de etkiler. Esasında bu etki karşılıklı olsa da dildeki gücü oranında milletlerin kültürleri de birbirine daha baskın hale gelebilir. Günümüz siber dünyasında elektronik tabirlerin kökenlerinin çoğunun Japon diliyle, astronomide`de Amerikan ve Rus dilleriyle öne çıkmasının nedeni de bu konulardaki yoğun araştırma ve geliştirme gayretlerinin bir neticesidir. Her sahada kıyasıya bir yarışın var olduğu dünyamızda, bizim de hak ettiğimiz yere gelebilmemiz, bilme, sanata, spora,sanata gereken önemi vermemizden geçecektir şüphesiz. Tam da bu noktada, köklü bir kültüre sahip kadim milletimizin öncelikle bir tarih şuuru edinmesi, dilindeki zenginlik ve güzellikleri gün yüzüne çıkarması gerekir. Bizi bu anlamda en güzel haliyle temsil eden büyüklerimizden biri olarak Yunus Emre, evrensel barışa giden yolu tasvir ettiği tasavvuf felsefesinde, tüm insanlığa güçlü mesajlar da vermektedir. Manevi hayatın asli unsurlarının ikinci plana itildiği günümüzde,Yunus Emre düşünüsüne hiç olmadığı ölçüde ihtiyaç vardır demek, abartısız gerçeği dillendirmektir aslında.
İhtiyaçlar yenilikleri doğurmuştur. İnsanlar bu ihtiyaçlarını giderebilmede öncelikle düşünce yolunu kullanmışlar, bunu elleri marifetiyle varlığa değerek ona form vermeye çalışmışlar,edindikleri tecrübe ve birikimleri de kuşaklara aktarmaya gayret etmişlerdir. İlk zamanlarda kuşaktan kuşağa sözel olarak aktarılan hayata dair çokça konudaki bu miras, giderek kümülatif bir hal almış ve bu değerli hazinenin aktarımı hususu bizzat sorun haline gelmiştir. Yazının icâdı, bu anlamda tam olarak bir dönüm noktasıdır insanlık için. Kiminde günlerin,haftaların ve kiminde de yüzlerce yılın birikimi durumundaki bu eşsiz birikimler, kalemin kağıt ile buluşması noktasında kalıcı ve güvenilir hale de gelmiştir kuşkusuz. Bu büyük kültürel miras hem ait olduğu millete, hem de tüm insanlığa yine yazı marifetiyle ulaştırılarak, günümüzün devasa teknolojilerinin, sanatının, spor yaşamının ve kısacası modern toplumun da temellerini atabilmiştir. En hızlı seyir halindeki kara taşıtının öyküsü, tekerleğin icâdıyla; en konforlu yolcu uçağının öyküsü, kanatlı uçma denemeleriyle ve uzay gemileriyle Ay`a yolculuğun öyküsü de Jules Verne`nin hayal gücüyle kaleme aldığı “Ay`a Seyehat” adlı öykünün yazılmasıyla başlamıştır. Bu değerli başlangıçları gittikçe geliştiriken geçmiş ile bugün arasındaki köprüyü kuransa yine dil olmuştur. Öyle ya ister tabletlere, ister kitabelere, papirüslere veya gerçek anlamdaki kâğıda yazılmış olsun, bu birikimlerden herhangi biri olmasaydı, bu devasa ilerleme olabilir miydi? Bu anlamda, geçmişte yazılmış her sahadan eserin ne de değerli olduğunu ve bu birikimlerin hangi bedellerle elde edilebildiğini anlayabilmek dilin aracılığı ile mümkündür. Dilimizin köklerine sahip olamasaydık ne İbn-i Sinayı, ne Farabi`yi,Ali Kuşçu`yu, Evliya Çelebi`yi ve Yunus Emre`yi tanıyabilirdik. Hepsi bir yana, milli bağımsızlık savaşımıza dair gerçekleri,detayları da öğrenemez, vatanın kudsiyetine dair manevi duyguları geliştiremezdik. O halde dil, bizi sadece kümülatif bilgilerle besleyen şey değildir. O, ruhumuzu da besleyen, köklerimize bağlılığımızı sağlamlaştıran, birlik ve beraberlik ülkümüzü pekiştiren, milletçe nereden geldiğimizi ve ne mücâdelelerle varolduğumuzu dillendiren, bizleri bir vücut gibi sıkı sıkıya bir arada tutan, ortak duygu ve düşüncelerimizin tercümanı, geleceğe de güvenle bakabilmemizin yegâne adresidir dil.
İstikbâlini çeşitli nedenlerden ötürü yitirmiş olmasına karşın, halen var olabilen milletler varsa, bunu dil birliklerine borçlular. O birlik ki, millete yeniden var olma şevkini ve şuurunu verir. Milli lisanımız, milli kimliğimizin de adıdır. O dil ile düşünür, o dil ile de üretiriz, iletişim kurarız. Bu yılın BM`nin UNESCO birimince Türk dili ve aynı zamanda da Yunus Emre yılı olarak geçmişte olduğu gibi yeniden gündeme alınması, bizim için hem bir gurur kaynağı, aynı zamanda dilimize karşı da sorumluluk üstlenmemiz anlamına gelir. Dünyanın en köklü ve en güzel, aynı zamanda da en kolay öğrenilebilen dillerinden biri olarak Türkçemiz, onu kullanmadaki bilincimizle yaşayacak ve onunla da milletimiz var olabilecektir.
Diline hakim olamayan toplumların ne yaşayabilmesi ne de millet olarak devamlılıkları mümkün değildir. Binlerce yıldır aynı coğrafyada var olabilmemizin anahtarı dilimiz, geçmişte olduğu gibi, yarınlarda da var olabilmemizin anahtarıdır. Onu tıpkı Yunus Emre gibi tüm saflığı ve akıcılığı ile kullanmak, tercih değil, tercih ötesidir. Güzel dilimizi ve onun mayaladığı kültürümüzü geliştirip güçlendirebilmemiz, insanlığa karşı da bir görevdir. Kaldı ki, günümüze ışık tutacak ve evrensel barışa, huzura uzanacak yola dair öğretiler, başka hiçbir dilde bizdeki kadar tesirli ve güzel anlatılabilmiş değildir. Bu büyük mirası milletçe doğru anlamak ve tüm insanlığı da bu güzelliklerden nasiplendirmek tarihi bir borçtur. Yunus Emre Divanı okundukça, okutuldukça, gerçek anlamda; insan sevgisi, hoşgörü ve barışın da kapısı aralanacaktır. Sevginin, huzurun, bilim ve sanatın, birlik ve dirliğin, vefanın, saygının dili güzel Türkçemizle varız, onula da var olacağız.