- 494 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Kalbimde Bir Çocuk
Yıllar oldu onu görmeyeli.Bıraktığımda on yaşlarındaydı.
Sınıfa hep en son gelir, sınıftan hep en son çıkardı.Sırasına geçerken özür dileyip; bir eliyle saçlarına ,diğer eliyle çantasına laf anlatmaya çalışırdı.Üzerine sinen kokudan yine hayvanların yemini verip öyle geldiğini anlardım.Pek çok zaman kendi karnı aç gelirdi halbuki.
Onunla ilgili herşeyi başkalarından öğrenirdim.Şikayet etmeyi bilmezdi.Halinden hiç dertlenmese de gözleri ona inat hep konuşur, sırrını ele verirdi.
Yaşıtlarından başka bakardı onun gözleri.En sevinçli olduğu zamanlarda bile bakışlarına buğulu bir keder eşlik ederdi.Tamamen saadete teslim olamayan tebessümler taşırdı dudaklarında.
Güzel bir çocuktu.Yüzüne büyük gelen kocaman gözleri ,uzun kirpikleri, kumral saçları,orantılı bir yüzü vardı.Hareketli ,çevik vücutlu, uzun boyluydu.Saçları , diğer oğlan çocuklarının saçlarına nazaran ekseriyetle uzun, dağınık ve bakımsız olurdu. Belki elinden tutup berbere götürecek bir babası, saçlarını şefkatle temizleyip tarayacak bir annesi olmadığı içindi.
Yüzü ,gözleri elbetteki değişmiştir.Acaba gözlerindeki keder, dudaklarındaki emanet tebessümler hala ona eşlik ediyor mudur? Saçları derlenip toparlanmış mıdır?
Kafamda bir sürü hatıra, bir sürü soru ile yol kenarlarını tarıyor gözlerim. Bu iklim ,bu coğrafik koşullar yıllardır görmemiş olmanın verdiği bir yabansallıkla karşılıyor beni.Zeytin ağaçlarının hevessiz solgun yeşillikleri, benim gözlerimin aşina olduğu ağaçların canlı renklerinden çok uzak.Toprak ananın vücudunu saran taze çimenleri burda bu mevsimde bulmayı ummak çok uçarı bir heves.
Eğer bulabilirsem, bu onun evini ilk görüşüm olacak. Hayatımdaki en büyük pişmanlıklarımdan biri evine daha önce gitmemiş olmak.O çocuk yüzleri tahayyûllümde hep dipdiri durdu yıllarca.
Köy, kaldığım ilçe merkezinden arabayla yaklaşık yarım saat uzaklıkta. Erzurum’da yol kenarlarında görmeye alışık olduğum kavak ağaçlarını arıyor gözlerim ama nafile.Gerçi zeytin ve incir bahçelerinin güzelliği onları aratmıyor.Belki tek eksiği, yolun paralelinde uzayıp giden bir nehrin şırıltısı.Su sesinin insana verdiği huzuru hangi ses verebilir.
Köylüler traktör kasalarına kavun, karpuz doldurmuşlar, satış yapıyorlar. Kadınlar her yeri olduğu gibi pazarı da renklendiriyorlar. Üzerlerinde çiçek desenleri şalvarları, çene altından bağladığı yemenileriyle sevimli, topan bez bebekleri andırıyorlar. Bu teyzelerin hepsi etine dolgun mu, yoksa şalvar mı öyle gösteriyor, düşünmeden edemiyor insan.Ama sevimli durdukları kesin. Karadenizde yada doğuda olmadığı kadar kadın çarşının, pazarın içinde.
Köye dönen virajda Gökçen Efe beni her zamanki vefasıyla bekliyor.Gökçen Efe heykelini görünce tebessüm etmekten kendimi alamıyorum. Özlemişim.Her sabah köye dönüş kavşağında bize günaydın diyemese de bilirdim ki içinden öyle söylerdi.Duruşundan anlardım ben onun bizi görünce memnun olduğunu.Çünkü ben de onu görünce memnun olurdum.Değilmi ki kalp kalbe karşıdır.
Domates fabrikalarını arıyor gözlerim, niyeyse.Yol boyunca buranın köylerinde görmeye alışkın olduğum hayvan damlarından birinden ağır bir koku pencereden içeriye süzülüyor. Köyün içindeki zeytinyağı fabrikasından gelen koku, bir taraftan da sılaş kokusu sıcaklığın etkisiyle dayanılmaz bir hal alıyor.
Köy yolu yıllar önce bıraktığım gibi.Taş üstüne taş konulmamış,hiçbir yerin silüeti değişmemiş.İyiki de değişmemiş.İnsanın birşeyleri, birilerini bıraktığı gibi bulabilmesi de bir nimet.
Birbirine yaslanan evleri özlemişim.İyi insanları anımsatıyor bu evler bana, belki ondan. Bir ev bile olsa, birine yaslanabilmek ne güzel.
Bu evlerin sevdiğim başka bir yönü, koyunlarında saklanan gizli bahçeleri.Bu bahçelerde gülhatmiler, pembe ortancalar, güller, kadife çicekleri kendilerine mütevazi alanlar bulur.Ekseriyetle bir kaç mandalina,limon,zeytin,nar ağacı da bahçeye şenlik veren diğer bitkileri oluşturur.Konuştuklarınız bu gizli bahçenin sırdaşlığında mahremiyetini korur.
Hazır köye kadar gelmişken okuluma da bir göz atmak istiyorum.
Hem ön hem arka bahçesinde fıstık çamları ve zeytin ağaçları olan,mütevazi,sevimli bir okulum vardı.
Bahçede oynayan çocuk sesleri, hala kulaklarımda eski zaman halinin tazeliğinde çınlıyor sanki.
Okulun kapandığını duymuştum çocuklardan.
Bahçe kapısına arabamı hafifçe yanaştırdım.
Çamların arasından okulumun solgun,eprimiş yüzûne bakıyorum.İçinde kalan bütün hatıralarla yavaş yavaş solan yüzüne.
Okula bakarken Yılmaz’ın bir hatırası canlanıyor gözümde.Babaannesi bir öğle arası okula geliyor."Hocam bacaklarına bak bir kere."diyor.
O gittikten sonra mosmor bacaklarını utanarak gösteriyor bana Yılmaz.Amcasının yanında kalan bir yetim çocuk.Kim yaptı sana bunu diyorum.Güclükle"amcam" diyor.
Okulun yüzü böylesine eskimemiş olmasa ben bu acı hatıraları da hatırlamayacaktım belki.Neden yıllar böyle hoyrat.
Okulun etrafında arada bahçedeki zeytinleri suladığımız temiz su arıkları vardı.
Onlar bile kuruyup,çer çöple dolmuşlar.
Ağaçlar yorulmuş,yaşlanmış.Her yaşlanan varlık gibi bir başına bırakılmış. Okulun silüetindeki metruk görüntü, bahçedeki canlı cansız her varlığa sirayet etmiş.
Kendi başına bırakılan her şeyde olduğu gibi
düzensizliğe meyletmiş, ruhsuz bir alan oluşmuş.
Bir an için okula uğradığıma pişman oldum.
Keşke bu bedbaht halini hiç görmeseydim,dedim.Burayı hep o eski haliyle bıraksaydım zihnimde.Yerini kirletmeseydim, suyunu bulandırmasaydım.O eski berraklığından yansısaydı yüzü bana.
Canım sıkkın bir halde arabamı tersi istikamete doğru çevirdim
Evi okulun bir kaç sokak arkasında diye tarif etmişlerdi.Bütün çocukları görmek için yeterince vaktim yok.Yalnız onu görmek niyetindeyim.
Bir kaç kişiye adresi sorup en sonunda Yılmaz’ın evini bulmayı başardım.
Evin bahçesi yüksek toprak duvarlarla çevrili.
Bahçeye açılan tahta kapıdan usulca içeriye girdim.
Bahçede büyükçe bir incir ağacı var .İncir ağacının sağ tarafında paslanmış bir tenekeye dikilmiş ne olduğunu anlayamadığım kurumaya yüz tutmuş bir çiçek.
Kuru toprak bir alanda bir masa, incir ağacının altına kurulmuş.
Eskiden beyaz olduğunu tahmin ettiğim,üzerimde onlarca sineğin üzerinde cirit attığı bir masanın başında,biri küçük diğeri onbeş yaşlarında iki çocuk oturuyor.
Küçük çocuk bahçe duvarının bir kenarına dayanmış bir merteğe oturduğu yerden ayaklarıyla vurup ritim tutmaya çalışıyor. Saçları özensizce kesilmiş,ama bu kesim bile güzel kumral saçlarını çirkinleştirememiş.
Saçlarını elleriyle geri atınca, ela renkli parlak iki çift göz heyecanla bana bakıyor.
Tıpkı benim Yılmaz’ıma benziyor.Acaba nesi oluyor ki diye geçiriyorum içimden.Ne kadar da benziyorlar.
Büyük olan beni görünce büyük bir heyecanla ayağa kalkıyor.Şaşkınlığını gözlerinden okumamak mümkün değil.
Söze ilk ben başlıyorum.
-Merhaba çocuklar.
Yılmaz şaşkın gözlerle bana bakmaya devam ediyor.Dudaklarını kıprıştırıyor.
-Hocam gerçekten siz misiniz?
Benim de dudaklarımda kıprışmalar.Tutmaya çalıştığım kelimeler var.
-Çok önceden gelmeliydim.Beni affedebilecek misin?
- Hocam ne demek. Ne affetmesi.Siz affedilemeyecek ne yaptınız?
Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz çevik bir hareketle elime sarılıyor.
Elime sarılan ellerinden tutuyorum.Kocaman kocaman sarılıyorum ona.
-Çocuğum ,ne kadar da büyümüşsün.
Gözlerimiz dolu dolu oluyor ama ikimizde saklamaya çalışıyoruz.
Ben affedilemeyecek ne yapmıştım? Bu soruya kaç kez cevap verdim kendi içimde.Kaç kez cevap veremediğim için kendimden kaçıp gittim? Kaç kez kendimden nefret ettim.insan zamanı geri alabilse ne çok şeyi değiştirirdi hayatında.
Bir müddet daha baktı bana.Ufak tebessüm çizgileri belirdi yüzünde.Eskisi gibi abartısız, çekingen.Gülüşü aynı. Yine gözlerinden onu yakalamaya çalışıyorum. Bakışları hiç değişmemiş, gözlerindeki buğu hiç çözülmemiş.
O gün o metruk bahçede ne konuştuk, nelerden dem vurduk çok hatırlayamıyorum.
Aklımda yalnızca kapıda durup beni uğurlayan o masum bakışlar kalmış.
Geri dönerken bu gecikmiş ziyaretimin ne işe yarayacağını sorup durdum.Bu ziyaret yıllar önce yapılmalı, Yılmaz’ın sırlarına yıllar önce vakıf olunmalıydı.Ellerini çok önceden tutup, hiç bırakmamalıydım.Ben geç kalmıştım.Herşeye geç kaldığım gibi buna da geç kalmıştım.
Bu son ziyaretimin üzerinden yıllar geçti.Ama ben Yılmaz’ı hiç unutamadım. O masum gözler kaybolan yılların karanlıklarından öylece bana bakıp durdular .Onu her hatırladığımda tebessümlerim başkalaştı.Kederin izleri tebessümlerime karıştı.
Yıllar sonra bir telefon geldi ondan. Resimlerini gönderdi bana.Ne kadar da değişmiş.Sadece gözleri aynı.
Uzun uzun konuştuk.
"Amcam öldü"dedi.Şimdi onun çocuklarına ben bakıyorum.
Cemile Ülkü