- 334 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gecede Plüvofilli Düşler
Uzandım uykum tutmadı, tedirgindi her zaman ki gibi yüreğim. Hafta sonu temizliğinin ardından yorulmuştum, üstüne üstlük bir de ağır bir kitaptan (Ethnolojik Dönüşüm) bir kaç etraflı ve derinlenmesine incelenmiş kültürel makaleler okumuş ve günü kapatmak istemiştim. Kafamdaki düşüncelerim, Alman birinci veya ikinci kanalından bir güzel filim seyrederek koltukta pinekleme arzusuydu. Bir filime de baktım, çok gerilimli baş rolleri oynayan iki erkek oyuncu da kurşunlara hedef olarak filim sona ermişti. Filimde mutlu bir son yoktu, kadın arakladığı altıyüzbin €uroyu kanının son damlasına kadar savunarak yurtdışına kapağı atmayı başardı başarmasına, ama sevgilisi de mezarı boyladı maalesef. Filim bitince bu gerilimle pencereyi açtım biraz temiz hava soluyarak elimi uzattığımda havanın nemli ve termometrenin dokuz dereceyi gösterdiğine tanıklık ettim.
Canım dışarıya, kendimi sokağa atma hissiyle beni dürtülerken birden kendimi dışarıda buldum. Yağmur çiseliyor, gece ilerliyor. Sadece kalın giyinmişim ve kapşonlu sımsıcacık bir anorak var üzerimde.. Uzun yıllar önce yine böyle bir günde Hollanda da yaptığımız yürüyüş aklıma geldi ve yine kendimi bu gerilimli filimden sonra hüzünün içinde buldum. Caddeler yağmura rağmen gündüz gibiydi. Laterneler binbir çeşit ışık huzumeleriyle sokakları aydınlatıyor du. Yaklaşan Noel atmosferinin vermiş olduğu sevinçle, bazı balkonlara da Noel ışıklandırma süslemeleri dansediyordu. Yağmur çiseliyordu, huzur veren bir acı eşliğinde ve ben kendimi bir plüvofil gibi değil, resmen bir plüvofil olarak görüyordum. Birden bu hissin neden bu kadar çalkantılı bir akşamda beni sarmalladığını da anlayacak kadar kafa yorma gücüm yoktu. İçimden kendi kendime ve yoldan gelip gidenlere „işte bendeniz Hasan Hüseyin Arslan, bir plüvofil olarak karşınızdayım“ diyordum. Duyan ve aldıran yoktu, tramvaydan inen son yolcular hızla çiseleyen bu tatsız havayı bir an önce sıcak evlerine ulaşarak dağıtmak istercesine hızlı adımlarla uzaklaşıyorlardı … Bense bu havadan resmen hoşlanıyordum, ellerim sıcak cebimde, plüvofilli düşüncelerin resmi geçidini kafamda yaşayarak karamsar ve melankolik atmosferi dağıtmaya uğraşıyordum. Bu terime boşuna bu misyon yüklenmemişti. Huzur buluyordum ve en azından ağladığımı kimse hissedecek kadar da beni tanımazdı bu durumda! Güneşli havaları sevdiğiğim kadar gri bulutların yer yer de sıyahlaşan bir gökyüzüyle savaşması beni şu anda ki ruhumla dinlendiriyordu. Son üç yıla yakın bir süredir huzur bulmayan bir ruh haline bir Eda Karaytuğ: Tükendi Nakd-i Ömrüm ile sadece destek olabiyliyordu. Ama bu akşam daha başka bir akşamdı. Bu havada hiç hissedemediğim mutluluğa yakın hisler devreye girerek beni alıp kestaneli yoldan uzaklara sevk ediyordu. Yağmurla beraber ortaya çıkan toprak kokusunun ve damlacıkların yanaklarıma, tenime ve ruhuma vuruşu bayıltırcasına bir tat veriyordu. Gece ilerliyordu. Yağmur suyunun tadı içilecek en temiz su olduğunu bildiğim için çekinmeden dudaklarıma dokunan damlaları yudumluyordum. Ellerimi hüzünle havaya kaldırarak yanıbaşımda ki eksikliğin hisleriyle avunuyordum. Köpekle gezen hiç tanımadığım birisi „iyi akşamlar“ sesiyle beni bir maral gibi uyandırdı daldığım hayallerden. Ben, yine bulutlarla başbaşa kalarak beni sevindirdikleri için bu gri bulutlara, nemli havaya, çiseleyerek yağan yağmura binlerce defa teşekkür ederek yoluma devam ediyordum. Bu gün, bir plüvofil olmanın keyifini çıkarmaya çalışıyordum. Bulutlarla sohbet ederek yoluma devam ederken; „bu zor günlerin geçeceğine ve belki de yeniden güzel günlerin baharla beraber bana uğrayacağı“ umuduyla devamlı yürüyordum. Elbette her krizin, her zorluğun, her düşüşün bana yeni fırsatlar vererek önümü açacağına da inanıyorum.
Genel olarak insanların büyük bir bölümü kapalı ve yağmurlu havaları sevmezler, ama bir plüvofil olarak bu benim için istisnai bir durumdur. Birisi önüme çıksa ve „kardeşim sen manyakmısın, gecenin bu saatinde, bu nemli, insanı uyuz eden bu havada ne işin var dışarıda git evine otur sıcak kaloriferine sırtını dayayarak“ dese bile bu söylme benim için bir şey ifade etmez ve edemez. Çünkü, şu an da ben, benim anımı yaşıyorum, griliği seviyorum, bu damlalar bana insanlardan daha çok güven vererek mutlu olmama vesile oluyorlar, bunu anlamak için alim olmaya da gerek yoktur kanımca diyere bir izlekten yönümü ormana veriyorum gecenin huzurlu karanlığı içinde. Gokyüzü tüm griliğiyle geceye hükmederken bende ona hükmederek huzurun içinde adımlıyorum. Sonra neden en sevdiğim havanın yağmurlu ve kapalı havalar olduğunu son bir yılda değişen kişilik hislerimle ve kendimi yeniden tanımaya başladığımda keşfettiğim için bunun benim için özel bir durum arzetmediğini kanısına da varmış oluyorum böylelikle …
Yağmuru sevmenin, güneşi sevmenin, denizi sevmenin ve Kuzey Okyanusu kıyısında Zandvoort’da dalgaların ta boğazına kadar gelerek seni sürüklemesi, hatta öldürmesi bile şu anda bana normal geliyor. Kendimi anlamkata güçlük çekmiyorum, belki sadece anlatmakta güçlük çekiyorum diyerek devam ediyorum yoluma. Yadırgamıyorum kendime, hayretlere de düşürmüyorum, sıradan ve normal bir yaratık olmanın dayanılmaz hafifliğine dayana dayana eski çalıştığım işyerini tabelasını yeniden okuyorum ve devam ediyorum yoluma! Ruhumda daralma yerine, enerjik bir hal var, bu hava, bu yağmur damlaları beni evime göndermek istemiyorlar. Her damla ayrı bir dil konuşuyor. Elementlerin her biri şu anda bu damlacıkların atomunda ve yörüngesinde ki yerlerini alarak proton olarak bana damlıyor sadece. Bu kadar proton izotoplarımda başıma tatlı bela olurken yağmur çiseliyor ve evler ışık kütleleriyle gülümsüyorlar yüzüme. Yeni yapılmış son derece modern bir binanın balkonun da iki kadın sigaralarını tüttürerek hararetli hararetli konuşuyorlar yeni yıl hediyeleri üzerine. Belliki onlarda Noel telaşı başlamış. Ah diyorum içimden, hep birilerini mutlu etmek için uğraşan biz insanlar, neden kendimizi de mutlu etmek için uğraşmıyoruz diye sitem ediyorum bir anlığına plüvofilliğimi unutarak. Ve birden silkeleniyorum, “gerginlik yapıp kendini lütfen strese sokma Hasan Hüseyin” diyerek uzaklaşıyorum kentin içini düşünerek. Yüreğim nehire kadar yürümek istiyor, butün içimde ki her türlü pisliği silkelemeye çalıştığım şu “kadim dost Main Nehiri”.
Gece ilerliyor ve yağmur yağıyor tatlı tatlı. Ben ilerledikce hastanenin kocaman parkından nehire düşen ışık huzumeleri tüm samimiyetilye oratalığı aydınlatarak yeniden bana her şeyi gösterdiği ve onunla yüzleştirdiği için, buruşturuyorum yüzümü, gözlerimi öfkelendirmeye çalışıyorum, ama nafile! Bu gün, bu akşamı ve geceyi bir plüvofil olarak yaşamaya karar verdiğim için sözümde duruyorum ve ilerliyorum yağmurla konuşa konuşa. Ona içimde ki, ve belki de hiç kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım, anlatmak istemediğim iksirli sırlarımı ifşa ederek sunuyorum. Hava soğuk, ama yüreğime sıcaklık veren birisi var çok uzaklarda yatan ve beni takip eden. Yaşadığım kentin bu kişisel ruh dalgalanmalarına tanıklık etmesi elbette ayrı bir konu, ama Berlin tutkusu bu havalarda zuhur ediyor içimde ve şu anda Berlin’de olmalıydım hisleriyle donatıyorum gecemin bir kısmını. Yağmur ferahlığı, huzur veren grilik bu olsa diyorum. Ve daha da kararan bulutlara aldırmadan kendisiyle başbaşa kalan ben düşlüyorum, düşlerde gezinerek ve bu havanın ferahlığını ruhuma yükleyerek. Aranacak, sorulacak insanlar ve dostlardan uzağım bir kaç saatliğine. Geçici bir süreliğine er şeyi erteliyorum; okunacak kitapları, dinlenecek müzikleri, yemekle aram iyi olmadığı için, o işten kurtulmanın sevincini yaşıyorum. Ve iki saat yemek yaparak geçirilen vakitlerimi hiçten sayıyorum. Kafamda sevincini yaşadığım gurbet, hiç sılam olmayan yeryüzü ve ben şu anda bu yeryüzünün bir milyonluk metropolünde seyrediyorum kapitalistlerin bankalarla süslediği gökdelenlerini. Karşımda 57 katlı Avrupa Merkez Bankası şaaşalı görünümüyle benden sadece okkalı bir ….r yiyor. Devam ediyorum yürümeye ve gece ilerliyor nehir boyunca, kazlar sessiz sessiz gagalyiorlar çimenleri. Nil ördekleri birbirlerine sokulmuş tünemenin sıcaklığını yağmurlu havanın keyifiyle haşır neşir olarak zamanlarını geçiriyorlar. Hiç bir dertleri yok diyorum içimden. Ne kitap okuma, ne makale yazma, ne de kahve içme gibi istekleri olmayan bu canlılara imreniyorum birden. Şu anda hislerim sadece gökten düşen su taneceklilerinin keyifini yaşamak olmalıdır ilkesiyle yavaş yavaş ilerlemeyi kendime görev biliyorum. Zihnimden ne bir sıcak battaniye, ne de sıcak bir çay özlemi, ne de sayfalarına gömüldüğüm bir Stendhal romanı gelmiyor. Goriot Baba’yıda uzun yıllar önce okuduğum için herhangi bir hüzünün izi yok bu gün benliğimde.
Seviyorum, düşen yağmur damlalarını, bu gri havayı ve nehirden yükselen sıcaklığın sislerini, seviyorum plüvofiller ailesinin bir üyesi oluşumu, minnetarlık duygusuyla yürüyorum ve gökyüzüne sesleniyorum: “Yağ yağmur yağ, daha çok yağ, hatta sağnak halinde yağ. Ama yağ! Yağ da nasıl yağarsan yağ”! Plüvofilliğin, sadece bir yağmuseverlik olmadığını da kavrıyorum yağmurla konuşurken ve dertleşirken, o aynı zamanda benim son zamanlarda en tercih ettiğim bir tavırım haline geldiği bilincine erişiyorum bir kez daha! Normalde diğer insanlarda daha mutsuz olduğumun bilinciyle, bu havanın bana bu kadar iyi gelmesinin mutlaka içimde, ruhumda ve yüreğimin derinliklerinde bir şeyler gizlediğinin inancıyla yönümü eve doğru yöneltiyorum. Ve tabana kuvvet diyerek bu yağmurseverliğin yani bu plüvofilliğimin asıl nedenini arayarak yağmurun vermiş olduğu huzuru kemiklerime kadar hissederek bunu yazmalıyım diyorum.
Ve gece yarısını çoktan geçtiği bir saatte eve geliyorum ve zere kadar ışlanmadığımı zannediyorum. Çünkü yağmur sevinç, huzur, bereket ve toprağa altın değerinde bir misyon yüklediği için öpüyorum damlaları onun yerine de. Yazıyı gece saat 03:33 sularında yazdım
O halde sizler, yağmuru kaçırarak doluya yakalanmayın ve mutlaka ıslanın yağmurun güzellikleriyle. Çünkü hayatın bütün suları ve insanları kirlenmiştir. Her şeye rağmen ise yağmur suyu saf bir arılığın sembolüdür. Keyifli geçsin Pazar’ınız. Saygılar!
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - 21.11.2021
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.