- 708 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
965 - HEYHAT
Onur BİLGE
Anlatılması da anlaşılması da imkânsız olan konular, diğerlerinden daha çok merak uyandırıyor ve her nedense herkes imkânsızı başarmaya çalışıyor. Dede de onlardan biri… O anlatıyor, biz merakla dinliyor ve anlamaya çalışıyoruz, her ikisinin de mümkün olmayacağını bile bile.
Veda Hutbesi geliyor hatırıma. "Beni bir daha bu surette göremeyeceksiniz." Ben de hem anlamaya hem anlatmaya hevesliyim. Onun için bu sözü: "Bu suret bana dünya için verildi. Bu bakmakta olduğunuz cismimle beni bir daha hiç göremeyeceksiniz. Bana yeni bir beden verilecek" şeklinde anlıyorum.
Yeni bir beden verilecek! Neden olmasın! Bize kim bilir kaç kez yeni bedenler verildi! Ana babalarımızın bedenlerinden çıkan parçacıklarımız bir araya geldi. Hücrelerimiz bölüne bölüne çoğalırken katlana katlana büyütüldük. Sorguç gibi bir hal alan kemiklerimize et giydirilme safhasına geçildi. Kuyruksuz kurbağanın yumurtadan yeni çıkmış haline, yani iribaşa benzedik. Tokuç balığı gibi koca kafalı, koca gözlü bir yaratık haline getirildik. Kollarımız bacaklarımız ve diğer organlarımız belirginleşti. Sonra tüm azalarımız tamamlandı, mükemmel ve mucizevi şekilde dünyaya getirildik.
Bize verilen yeni doğan bedeniydi. Bilinçsiz bir varlıkken beynimiz başta olmak üzere gözlerimiz, kulaklarımız ve diğer duyu organlarımız kusursuz şekilde çalışmaya başladı. Sürekli daha büyük, daha uzun ve daha ağır bedenler verilerek çocuk haline getirildik. Yetişkin olduğumuzda yeni bedenimize uyum sağlamakta güçlük çektik ama zamanla ona da alıştık. Keşke herkes o halde kalabilse! Fakat bedenlerimiz şekilden şekle sokulmakta… Deforme olmakta ve yaşlanmakta...
Dünyadayken dahi bunca beden içinde yaşamış birileri, bu bedenin toprağa iade edileceğini ve orada yok edileceğini bilirken, kendilerine farklı yapıda başka bedenler verileceğine inanmakta neden güçlük çekerler ya da neden peşinen reddederler?
Yılanın derisinden sıyrılıp çıktığı ve yoluna devam ettiği gibi maddi kısmını madde dünyasında bırakarak yaşamaya devam eden ruhun da bizim bilmediğimiz bir yapısının olması gayet doğaldır.
Allah güzeldir. Güzeli sever. Güzeller de güzellikleri sever ve hak ederler. Onun için Allah’ın sevdiği kullar, o gün yüzlerindeki nurdan fark edilirler. Kâfirlerin ve günahkârların yüzleri karadır. Sanki yüz üstü sürünerek gelmiş gibidirler.
Bir Afrikalı, kutuplarda yaşatılmak için yaratılmamıştır. Eskimolar da ekvatorda yaşayamazlar. Cennetlikler de cennette yaşamaya layık ve uygun yaratılacaklardır. Cehennemliklerin derileri yandıkça, anında yerine yeni deriler gelecek ki azabı sürekli hissedebilsinler. Onlar kendilerine azabın belli bir süre uygulanacağını zannederler. Oradaki cezalar, buradaki cezaevlerindekilere benzemez. Üç öğün normal yemek servis edilmez, yatıp uyunmaz, ölüp kurtulunmaz. Yiyecekleri zakkum, içecekleri kaynar su veya irindir. Ne açlıkları giderilir ne de susuzlukları… Ateşle kaynar su arasında mekik dokurlar. Ayetlerden anladığım kadarıyla zoru başarmaya, bilmediğimi anlatmaya kalktım böylece ben de. Doğrusunu Allah bilir.
Dede de değişikliğe uğraya uğraya bu hale gelen yaşlı ve çirkinleşmiş bedenini dünya denilen bu çöplüğe bırakıp, mânâ âlemine latif bedeniyle geçiş yapacak.
Kundakla kefen arasındaki hayat nihayetlendiğinde, ukbada da ana karnındaki gibi olacağız. İyilerden olmayı başarabildiysek, toprağın karnında da ana karnındaki kadar rahat edeceğiz. Hak edemediysek…
Küçükken annemin bana anlattığı masallarda, kötü insanlara uygulanan cezalar geliyor aklıma. “Onlar ermiş muradına…” derken sevinirdim. O kötü insana da: “Söyle bakalım, kırk katır mı istersin, kırk satır mı?” diye sorulurmuş. Bunu duyduğumda kırk satıra ne gerek olduğunu düşünürdüm. “Bir insanı bir satırla bin parçaya bölemezler mi! Neden kırk satır getirecekler?” derdim merakla. “Bir insan kırk katıra nasıl bağlanır? Yoksa kırk yerinden mi bağlanırlar onlara? Ya katırların hepsi başka başka yerlere doğru koşarlarsa? Neden at ya da eşek değil de katır acaba?” Çocuk aklı işte! Ne bileyim satırla katırın uyaklı olduğunu! Annem de derdi ki: “Masal bu ya! İşkencenin büyüklüğünü anlatmak için…”
Bütün masallarda iyiler, hak ettikleri yerlere ulaşırken kötüler cezalarını bulur. Çocuklar da iyiliğin önemini bu şekilde öğrenerek olaylardan kendilerine ders çıkarırlar. Dünya hayatı da masal gibi… Yalan dünya… Gerçek öykümüz ölünce başlayacak.
Dede, o sevgisiz ve yapayalnız yaşadığı çileli hayatı bir daha yaşamak istemez. Ona bir yaşam hakkı daha tanınsa, ödül verilmiş olmaz. Onun için zamanı geldiğinde, ödülünü almaya ve İnşallah cennet hayatı yaşamaya gidecek. Cemal görecek! Buna üzülmek yerine sevinmek gerek.
Define’nin kurbanlık koyunlar gibi melul melul bakmasına, boynunu bükmesine dayanamıyorum ve kendimi bu tür düşüncelerle teselli etmeye çalışıyorum.
İnsan, bilmediğinden korkar ya… Ben de korkuyorum! Ya yeteri kadar iyi bir kul olamadıysam! Ya yolum cehenneme çıkarsa! Onun için Kur’an’ın sonuna doğru yer alan cehennem tasvirlerini okumaya dayanamıyorum! Cennet tasvirleri de artıyor o tarafta. Onlardan da bir o kadar hoşlanıyorum.
Her zaman dua ediyor, Allah’ın merhametine sığınıyorum. Rahman ve Rahim kanatlarının altına… Bana da fazlıyla muamele etmesini diliyorum. Kimse ameline güvenmesin! Güvenmek kibirlenmek, emin olmak demektir. “Havf ve reca arasında olun!” sözü geliyor aklıma. Korku ve ümit arasında kalıyorum.
“Kulumun zannı üzereyim!” diyor Allah. O’nu Dost biliyorum ve çok seviyorum. Hem de Gerçek Dost… Bana da dostça davranacağını umuyorum. İnşallah herkes öyle düşünür ve iyi şeyler ümit eder! Başka çıkar yol olduğunu sanmıyorum.
Biliyorum ki Allah sevgisinden veya korkusundan akan bir damla yaş, cehennem ateşini söndürür. O’nu had safhada sevmek ve saymak gerekir.
Dede, yaşantısı boyunca yaptığı yanlışları hatırladıkça hayıflanıyor. Kendisine kızıyor. “Kusursuz kul olmaz ama ben ne kadar aptalmışım! Ah, akılsız kafam!” diyor ve tövbe ediyor.
“Bir türlü boş bırakmadım yüreğimi. Değer miydi onca kahrı yüklemeye! Keşke Kaptan’la daha önce karşılaşmış olsaydım da Allah aşkı koysaydım kul aşkının yerine! O zaman sevinç ve mutluluk dolardı kalbime. Bir O’ndan sevgi beklerdim, kullarından değil… Zaten hiçbir zaman hiçbiri sevdiğim gibi sevmediler beni.
Yazık oldu gençliğime, o güzelim günlerime! Huzur içinde uyuyacağım gecelerimi cehennem azabı çekerek geçireceğime cennete çevirebilirdim. Yine kaçırmazdım gün doğumlarını ama dinlenmiş vaziyette, zinde bir şekilde… Çünkü gece de bir nimetti bizim için. Gündüz çalışmamız, gece istirahat etmemiz içindi.
Şimdiki aklım olsaydı, falezlerde gözyaşı dökmek, kayalıklarda ağıtlar yakmak yerine yüzmenin keyfini çıkarırdım dünyanın en güzel sahillerinde. Telefon başında nöbet tutmak yerine çıkar dolaşırdım Antalya sokaklarında, o güzelim parklarında bahçelerinde… Onca telefon parası ödeyeceğime, doyasıya dondurma yerdim, alaz alaz yanan yaz günlerinde. Kuru ekmeğe talim edeceğime, ziyafetler çekerdim kendime.
Aklımı başımdan aldı Islak Martı! Aklım yerinde olsaydı, hayaller kuracağıma, gerçekleştirmeye gayret eder, kaplumbağa gibi kafamı içeriye çekip sinmezdim. Ayaklarımı toplayıp, kabuğuma hapsetmezdim kendimi. Tespihböceği gibi yuvarlanıp gitmezdim. Kendi ayaklarımın üstünde durmaya çalışırdım var gücümle. Onca yoksulluğu çekmezdim.
Hayatımın her ânını fark ede ede yaşamaya bakar, her saniyesini en iyi şekilde değerlendirmeye çalışırdım. Çok geç öğrendim zamanın değerini. Ânın bile kıymetli olduğunu… Hayatın, saniyelerden meydana geldiğini… Ufuklardaki yarınlara bakmak yerine, yanımdan sessizce geçmekte olan şimdileri yakalamaya ve kazanmaya gayret ederdim.
Şu halime bakın çocuklar! Yerinden kalkmak istemeyen bir miskine döndüm. Kemiklerimi toplayıp ayağa kalkmayı başardığımda, apşal apşal yürüyorum bir süre. Sünnet olmuş çocuklar gibi… İki bacağımı yan yana getirebilmek için on adım atmam gerekiyor. Ne kadar istesem de" belimi doğrultamıyorum. Ben bu hale gelecek adam mıydım!
Heyhat! Nasıl da geldi geçti hayat!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 965