Geleceğini Biliyordum
“Sabahın beşinde yumruklanan kapı sesine fırladık yataklarımızdan. Öyle ki hayra vurulmadığı belliydi. Kapı önünde biraz korku, biraz merakla bir süre bekledik. Tekrar yumruklanan kapıyı bir nefeste Sibel Hoca araladı ürkerek. Eşikte bekleyen Erkan Hoca : Ayşe Hocam acele edin, Ali Baba yatakhanede yok ve hala kayıp.”
…
17 Eylül 2001. Muş’un Varto İlçesi’ne bağlı bir nahiyede ilk görev yerime başlamıştım. Memleketim olan Konya’ya yaklaşık yirmi bir saatlik bir mesafedeydi burası. Yılın neredeyse sekiz ayı kış mevsimi yaşanıyordu burada. İlçe merkezine yarım saat olan bu nahiyede ulaşım yok denecek kadar az demeyelim de, bildiğiniz yoktu diyelim. Yol güzergahına durup bekleyin. Kazara şahsi bir araç geçse, sizi yılın öğretmeni bile seçseler o kadar mutlu olamazsınız sanırım. Geçen minibüsler ise genellikle insan değil küçük baş hayvan taşırdı. Bir keresinde 14 koyun ile başa başa yolculuk yapmıştım ve o koyunlarla aramızda duygusal bir bağ kurmaya nerdeyse ramak kalmıştı. Güzel, samimi ve aslında yemyeşil bir yerdi burası, kıştan arta kalan günlerde.
Vatan topraklarının en ücrasına bile eğitimin sürekliliği için yapılmış olan YİBO. Yani: Yatılı İlköğretim Bölge Okulu. Lojmanı, yatakhanesi, yemekhanesi ve dersliği ile bir medrese mantığı gibi biraz. Devletimin okuma-yazma kalmasın ilkesini her köyde, nahiyede sürdürdüğünün adıdır YİBO. Burada çalışmak; zahmetli iş, zor iş. Bir o kadar da onur verici… Nöbet günlerinde daha bir artar öğretmenlerin görevleri. Anne olmadan yüzlerce çocuğun olur. Hepsini uyandırıp, onlarca yatak kontrolü yaparsın. Kahvaltı tabldotlarını taşıyamayan birinci sınıf öğrencilerinin elini tutarsın kibarca, acıtmadan annesizliklerini…Hafta sonu evine gidemeyenlerin banyolarını yaptırırsın dokunmadan, bakmadan, ürkütmeden… Bir gün öğrencim “Annemden daha çok görüyorum seni, yatmadan önce sen, kalkınca sen, her yerde sen varsın. Annem kadar seviyorum seni öğretmenim. Günah mıdır ki?” diye sormuştu. Bir şey yumruklamıştı da boğazımı cevap verememiştim.
Haftalar sonra zaman ilerlemiş ve mevsim renk değiştirmişti. Kar yolları kapamış ve hafta sonu evcil öğrencilerin izin kağıtları artık çıkmaz olmuştu. Karlıova sırtında yerleşmiş bu beldede artık tamamen biz bize kalmıştık. At üstünde arada tek gelip, tek giden veliler hariç. Günlerden hangi gün bilinmez, bildiğimiz tek zaman dilimi, kış mevsimi.
Karlı günlerden biriydi. Derslerimiz bitmiş lojmandaki dairemize dönmüştük beş arkadaş. Bir değişiklik yapıp makarnayı bu kez yoğurtlamıştık. Yemek, çay derken vakit eskidi. Ranzalarımıza uzandık ruhumuzu çok uzaklara göndermek için. Sabahında belletmenlik sırası bizdeydi ne de olsa. Dinlenmek için uğurlandık uykunun memleketine.
Sabahın beşinde yumruklanan kapı sesine fırladık yataklarımızdan. Öyle ki hayra vurulmadığı belliydi. Kapı önünde biraz korku, biraz merakla bir süre bekledik. Tekrar yumruklanan kapıyı bir nefeste Sibel Hoca araladı ürkerek. Eşikte bekleyen Erkan Hoca : Ayşe Hocam acele edin, Ali Baba yatakhanede yok ve hala kayıp…
Birinci sınıf öğrencimiz Ali Baba, bir garip kul evladı. Diğerleri gibi değil, ruhu bizlerden çok farklı bir öğrenci. Gözleri su mavisi, hafif tıknaz bir çocuk. Bazı geceler kalorifer demirlerine tırmanır dışarıyı seyrederdi saatlerce. Funda öğretmene “seni avuçlarımın arasına alabilirim, boyun çok kısa” dediği gün imzalamışlardı aralarındaki sürtüşmeyi. Korkutuyor bu çocuk beni, derdi Funda öğretmen. Karşısına ansızın çıkıp “Küçük Öğretmen” diye bağırırdı ara sıra. Anlayacağınız değişik bir ruhu vardı Ali Baba’nın. Ele avuca sığmaz, uyumaz, komik ve garip bir kul evladı işte.
Gecelerin uzun olduğu bir gün etüt dönüşü saklanmış bir köşeye sonra toplamış ellerini, yüreğini ceplerine koyup çıkıp gitmiş köyüne niyet. Anacığını özlemiş belli ki.
Karakola haber verip, kolluk kuvvetlerini beklemeden belletmenler ve erkek öğretmenler giyinip, kuşanıp düştük yollara. Ayaklarımız su almasın diye üzerine geçirdiğimiz poşetler de cabası. Ellerimizde fenerlerle bel hizamızı bulan kar yığınlarının içinde yürümeye çalışıyorduk. Ömer Hoca, Hasan Hoca ve diğer öğretmenler hep bir ağızdan sesleniyorduk: Ali Baba, Ali Baba …
Yaklaşık bir saat sonra yakın bir köye ulaştık, köyün köpekleri ile de saklambaç oynamıştık anlayacağınız. Birkaç evin kapısını çaldık ama maalesef… Tam dönmeye karar vermiştik ki yaşlı bir teyzenin sesi ile irkildik. Kenar evlerden birine doğru yöneldik “Buyurun hocalarım aradığınız burada.”
Sobanın kenarına kıvrılmış minicik bir bedendi Ali Baba. Üzerine örtülmüş şilteye sarılmıştı. Koştum ayak uçlarına doğru oturdum. Kavlamış elleri, yüzü kıpkırmızı. “Ayakkabılarını çıkaramadım dedi Iraz nine. Murat hoca elleriyle kontrol etti ki ne görelim: Ayakkabılar çıplak ayağına soğuktan yapışmış. Bir kısmını keserek çıkardık. Bir kısmını da hemşiremizin görmesi için bıraktık. Gözlerini o sırada açan Ali baba “Geleceğini biliyordum öğretmen anne, dedi.
“Geleceğini biliyordum.”
Kucağımda Ali Baba ile yol boyunca ağlaştık. Önce sağlık kontrolünü yaptırdık. Hiç bırakmadı kavruk eller ellerimi. Sonra köyüne bıraktık jandarma komutanıyla. Uzunca vedalaştık ve epeyce okula gelmedi Ali Baba. Bir yılın sonunda tayin oldum o nahiyeden. Aradan 20 yıl geçti. Kulaklarımda hala Ali Baba’nın o sesi:
“Geleceğini biliyordum öğretmen anne.
“Geleceğini biliyordum.”
AYŞE UYANIK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.