- 541 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
959 - ZEVAL VAKTİ
Onur BİLGE
Dedenin her günü aynı olmuyor. Bir gün başı, bir gün dizi ağrıyor. Bazen başı dönüyor, dengesini kaybediyor. Geçenlerde sokakta yine öyle olmuş. Bir anda başı dönmüş. Yere kapaklanmış. Etraftan iki kişi koşmuş, koluna girip kaldırmışlar.
“Bazen kendimden habersiz oluyorum.” diyor. Kafamı toparlayamıyorum. Düşüncelerim duruyor. Bazen söze başlıyorum, bir iki cümle söylüyorum, orada kalakalıyorum. Başlıyorum dediklerimi tekrara. İhtiyarlık, böyle bir şeymiş demek!”
Yanına gelen yaşlı kadınlar ve adamlar da benzer şeyler söylüyorlar. Modern toplum tarafından dışlandıklarından yakınıyorlar. Eskiden, kendi yaşlılarını nasıl sevip saydıklarından bahsediyorlar. Şimdiki halleriyle kıyaslıyorlar ve üzülüyorlar. “Gençler, ayaklarına dolaşmamızı istemiyorlar. Hele misafirleri geleceğinde: “Sen odana çekilirsin. Onlarla ne konuşacaksın! Sen bizim dilimizden anlamazsın.” diyorlar. Para verirsek evlerinde yerimiz var. Vermezsek kapı dışarı edecekler!” diyorlar.
Bazı anneanneler ve babaanneler de sırf çocuklarına baktıkları için evlatlarının evlerinde barındırıldıklarını, bir lokma ekmeğin hakkını verebilmek için yapmadıkları ev işi kalmadığını söylüyorlar. Yok sayıldıklarından yakınıyorlar.
Dede de kuru bir ağaçtan farksız olduğunu söylüyor. Onca insan gölgesinde ferahladığı halde artık gölge bile veremediğine üzülüyor. Yaşlılığın küskünlüğü içinde hayıflanıp duruyor. “Yanarım yanarım, neye yanarım, bilir misiniz çocuklar? Boşa harcadığım hayatıma… Ne kadar güçlüydüm bir zamanlar! Öyle aman aman yakışıklılığım olmasa da fidan gibi boyum, gençliğim, zindeliğim vardı. Her şeyden önce hayallerim vardı. Vay benim hayallerim, beklentilerim vay!..
Biliyorum, artık yaşlandım. Hastalandım da üstelik ama bazen kendimi topluyorum. Şöyle bir doğruluyorum, delikanlı gibi yürümeye yelteniyorum. Çok geçmeden düşüyor omuzlarım. Kamburum çıkıyor. Yine topallamaya başlıyorum ufaktan. Topuğum da topuğum! On yıllardır "Aksak Timur!" dedirtti bana. Şimdi bir de dizlerim… Gönül genç olsa da beden iflas etti. Yenik düştü vücudum, kıt kanaat geçinmekten. Soğukta sıcakta, yağmurda yaşta, yarı aç yarı tok çalış babam çalış! Yattığımda kemiklerinden sızısından uyuyamazdım!
Keşke unutmak olsa! Keşke hatıralar depolanmasa hafızada! Yorgun düşüyorum onların yükünü taşımaktan. Canımdan beziyorum. Oğullarım geliyor aklıma. Kızım geliyor. Kim bilir ne kadar büyümüşlerdir! Sokakta görsem, tanıyamam belki onları. Hele kızımı… Ne kadar küçüktü, annesiyle giderken.
O hatıralardan bîzarım. Hele geceleri… Hele geceleri kâbus gibi çöküyorlar omuzlarıma! Uyku tünek aramayın bende.
Hey gidi gençlik hey!.. Gençliğinizin kıymetini iyi bilin çocuklar! Farkında olmadan on yıllar kuş gibi uçup gidecek ellerinizden. Nasıl kaydığınızı anlayamayacaksınız yaşlılığa. Benim yaşıma geldiğinizde, cami avlusunda ezanı bekleyen ihtiyarlar gibi ölümü beklemeye başlayacaksınız.
Gençken, çardakların altında gölgelenirsiniz. Çınarların gölgesinde meltemle kıpırdaşan yaprakların hışırtılarını dinlersiniz huzurla. Yaşlanınca servilerin, çamların altında, toprağı yatak yorgan yaparak yatmanın nasıl olacağını hayal bile etmek istemezsiniz. Farkında olmasak da nefes alıp vermeye alışmışız. Canlıyız biz. Ölü olmayı bilemeyiz ki! Nefessiz kalmayı… Cansız olmayı… Kaya gibi… Taş gibi… Toprak olmayı bilemeyiz ki! Düşüncesi bile iç sıkıntısı… Daraltıyor insanı!
Her şey, her yer ihtiyar gibi görünüyor gözüme. Kediler, köpekler, kuşlar bile yaşlanmışlar sanki. Dağlar taşlar... Aslında zaten çok yaşlı onlar. Dünya kurulduğundan beri varlar. Belki kıyamete kadar da kalacaklar.
Geri sayım çoktan başladı evlatlarım. Neredeyse sıfırlanacak hayat! Yaş kemale erdi.
Her gördüğümle selamlaşıyor, ayrılırken helalleşiyorum nicedir. Bir insanlarla mı? Her yerle, her şeyle vedalaşıyorum. Sanki son defa görüyormuşum gibi Tophane’deki kuleyi, teleferiği, Uludağ’ı, Altıparmak Caddesini… Kapalıçarşı’yı bir daha hiç göremeyecekmişim gibi geliyor. Çatalfırın’ı, Ulucami’yi, Heykel’i… Emirsultan’ı Yeşili, Çekirge’i… Öyle bir bakıyorum ki oralara! Sanki vedalaşıyormuşuz gibi... Onlar da benim gibi geliyorlar bana. Onlar da benim gibi ihtiyarlar.”
“Bu ne bedbinlik azizim!” diyor ona, böyle şeyler söylediğinde Sadullah Bey. “Yavaş ol bakalım! Sıra bende! Hem yaşlılığın da ayrı bir tadı, farklı bir saltanatı var. Herkes sana hürmet eder, kalkar yer verir, çayın kahven eline gelir. Eskisi gibi koşuşturma yok. Aheste yaşarsın hayatı. Oturursun camın karşısına, dışarıda yağmur, kar… Sıcacık sobanın başında, omzunda ceketin, dizlerinde battaniyen… "Çalış!" diyen mi var! Bir de sohbet edecek biri varsa yanında, değmesinler keyfine! Başlarsın eskilerden anlatmaya… Neresinden başlarsan başla, dökülür gelir gerisi hatıraların. Anlattıkça çocuk olursun, genç olursun, dinç olursun! Hangi anını anlatıyorsan o an, o çağında ve orada olursun. Susmak bilmezsin artık. Çünkü susarsan, o çağın uçar gider avuçlarından. Onun için ballandıra ballandıra anlatmaya devam edersin. Zannedersin ki senin aldığın zevki dinleyenler de alıyordur. Yanıldığının farkına bile varamazsın. Kim bilir ne kadar sıkıcı olmuşsundur ama fark etsen de aldırmazsın. Susmazsın. Susamazsın! O çağını tekrar yaşamaktan kendini alamazsın! İşte böyle azizim! Biz yaşlıların benzer halleri, müşterek hisleri, vazgeçilmez itiyatlarıdır bu!”
Acaba dede hâlâ yağmur çiselerken, ceketi omzuna koyarak, kendisini sokağa atmak ister mi? Buram buram toprak kokusunu zevkle ciğerlerine doldurur mu eskisi gibi? Islak Kız’ın hasreti depreştiğinde, limon çiçeği kokan Antalya sokaklarını arşınladığı gibi ıhlamurlar çiçek açtığı zaman Bursa sokaklarında, benzer ruh halinde dolaşmak ister mi? Bahar, o zamanlardaki bahar mı hâlâ? Yani… Yani duygular da yaşlanır mı insan yaşlandığında?
“Son damlayı bekliyorum, taşmak için. Son damlayı… Toprakla kucaklaşmak için…” diye şiir gibi konuşmaya başlıyor, duygusallaştığında.
Bazen bir çocuk geliyor Virane Kafe’ye. Daha girer girmez içeriye, dedenin gözleri ışıldıyor. Ağzı kulaklarına varıyor. Kız ya da erkek, çocuk olsun da… Arkadaşını gören bir çocuk çıkıveriyor içinden! Aniden bütün yaşları kalkıveriyor üstünden. Çocukluk çağına duyduğu özlemden mi yoksa o çocuğu içine gizlediğinden mi nedendir, değişiveriyor hali hareketi, sesi bile birden. Nasıl da anlaşıyor, nasıl da bütünleşiyor onunla! Belki de yaşanmamış çocukluğunun hasretiyle oynuyor, gülüyor eğleniyor akranıyla. O zaman dede dede değil, bir oyun çocuğu… Bu nasıl yaradılış, nasıl bir gizem!
Bazen de yaşlılar ona dertlerinden kederlerinden, hastalıklarından yorgunluklarından, aşağı yukarı aynı hallerden bahsettiklerinde onlara gençlik aşılamaya başlıyor. Aslında belki de kendisine söylüyor, o teselli edici sözleri. Kendi moralini düzeltmek için konuşuyor.
“Kim demiş yaşlısın diye! Elin ayağın tutuyor ya daha. Kimseye muhtaç değilsin ya! Hamd et Allah’a! Ne içi geçmiş gençler var etrafta. Dua et ki kimsesiz değilsin! Yapayalnız kalanlar da var hayatta. Yaşlanmaktan çok daha zor gelir yalnızlık insana. Ailen var, komşuların var, dostların, sırdaşların var. Bunlar da zenginliktir, farkında mısın?” diyor. Bence, öncelikle kendisine hitap ediyor.
“Zaman da yaşlanmış gibi geliyor bana…” diyor. "Zaman da yorgun, hissediyorum. Biliyorum ki hiç durup dinlenmek bilmiyor. Gece gündüz akıp gidiyor. Benim gibi sona gidiyor o da… O da yaşlandı. Çocuk kalacak değildi ya…”
Sonra “Vel asr…” diye başlıyor. Vakit ikindi… Güneş anasına kavuştu kavuşacak! Zeval vakti… O da benim gibi ihtiyarladı, ne yazık ki! Akşama ne kaldı! Kahrım bile yaşlandı! Şurada ne kaldı!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 959