- 643 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
952 - O AN
Onur BİLGE
“Saatlerin durduğu gibi takvimler de dururmuş ve insan, yapraklar arasında güller gibi kururmuş.” dedi Define.
“Yeni bir şiire mi başladın dede?” diye sordum.
“Yeni bir şiire değil, çoktandır yeni bir çağa başladım. Yaşlılık… Hani insanın gayesi kalmaz ya, ümidi tükenir ya bir yerde, neşesi olmaz ya… İşte öyle belirtiler vermeye başladı nicedir. Aranızda kendimi genç ve dinç hissetmeye çalışıyordum. Hayatı alaya alır gibi bir hal sergiliyordum. Tavla ve satranç turnuvaları, piknikler, şakalar, şarkılar türküler… Biliyorsunuz işte!”
“Ne oldu dede? O günden bugüne ne değişti ki?”
“Başta hastalıklarım arttı, Semiray. Sonra onlara ilaveler oldu. Buraya ilk geldiğimde Bursa’yı dümdüz sanıyordum. Aksak ayağımla gayet iyi yürüyor, sokaklardaki yokuşların farkına bile varmıyordum. Meğer ne kadar inişli çıkışlıymış! Ayaklarım gitmez hale gelince, nefesim daraldıkça anlıyorum ki yokuşa tırmanıyorum. Ne kadar çok yoruluyorum! Yaşlılarda gözlediğim haller bende de baş göstermeye başladı. Eskiden kendi çıkarlarımı düşünüyor, hayatımı ona göre programlamaya çalışıyordum, çoktandır sizler için yaşamak istiyorum. Bunlar hep yaşlılık belirtisi değil mi! Gençlikle yaşlılık arasında kesin bir çizgi yok ki! İhtiyarlık, hiç sezdirmeden yaklaşıyor ve esir alıveriyor insanı!
Arkadaşlarınızdan bazılarıyla futboldan, edebiyattan, ticaretten falan bahsediyoruz. Sonra durup düşünüyor ve diyorum ki: “Yahu ben nelerle uğraşıyorum böyle! Çok mu önemli o meseleler! Önümde çok ama çok önemli bir gün var! En önemli olay için “Ölüm kalım meselesi!” denir ya… Bu, onun sonsuz katı ve ben nelerin peşindeyim! Güya gafillerden değilim. Gafillerin en gafiliyim hem de!” Sonra da benden beter olanları düşünüyorum! Onların namına da endişelenmekten kendimi alamıyorum.
Öyle bir hale geliyorum ki kendimden korkuyorum! Az daha önüme gelenin yakasına sarılacağım ve: “Ölüm var ölüm!.. Hesap var hesap!..” diye sarsacağım! Biliyorum, herkes işinde gücünde… Çetin bir hayat mücadelesi içinde… Boş durana para vermiyor kimse. Tabii ki dünya için de çalışacaklar. Çalışmasınlar da ne yapsınlar! Deli gibi çalıştığım, yorgunluktan yemekten sonra oturduğum yerde uyukladığım akşamlar geliyor aklıma. O evliliğimin ilk yılları… Karımın, ablasıyla, benim de fabrikatör bacanağımla yarıştığımız zamanlar… Tavuk kaza bakmış hesabı…
Sonra tövbe ediyorum. Dua ediyorum kendim ve tüm gafiller için… Af diliyorum Allah’tan. “Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!” hadisini düşünüyorum. “İyi ki bilmiyorum!” diyorum ama tahmin edebiliyorum. İşte o zaman kahroluyorum!”
“Kendine o kadar yüklenme azizim!” diye onun sözünü kesti Sadullah Bey. “En büyük kusur, “Ben!..” demek bence. Her şeyi yer bitirir o kelime! Senin gibi diyenlerin, kendi kendini yiyenlerin bir boyun büküşleri var ya, olmayanı olduruverir bir anda! Kibir ateştir! Yakar yok eder, iyilik ve ibadet gibi elde ne varsa… O nedenle Kimin ne olacağı belli olmaz. Sadece Allah’a yönel, yeter! Sen kibir yapmazsın. Yolun açık, işin kolay… Huyun iyi, yapın uygun… Hızla ilerlersin.
Bir arkadaşım vardı. Rahmetli oldu. Tövbe etmişti. Hızla ilerlemişti. Öleceği zamanı bile söyledi. Hepimizle vedalaştı, helalleşti. Nerede, nasıl öleceği gösterilmiş. Rüyasında gördüğü yerde, anlattığı gibi can verdi. Son zamanlarında samimi bir dönüş yapmıştı. Fevkalade ilerleme kaydetmişti. İyi gitti. Acıyan bana acısın! Beni de hırsım yiyecek! Yedi başlı ejderha! Başının birini kesiyorum, biri çıkıyor! Yıllardır uğraşıp duruyorum, bir milim gelişme olmadı!
O hırs, çalışma hayatımın ilk yıllarından yakın zamana kadar çok işime yaradı. Dayanak aramadım hayatta. Kimseden yardım istemedim. Bata çıka yolumu kendim bulmaya çalıştım ve buna alıştım. Ne zaman evlatlarıma dayanmaya kalktım, işte o anda hataların en büyüğünü yaptım! Şimdi mi? Şimdi hırsıma gem vurmaya çalışıyorum! Nefsimin dizginlerini elimde tutmaya… Zor azizim, zor! İnsan olmak, kul olmak zor!..”
Dede, bahçedeki ağaçlara, etraftaki çiçeklere bakarak, kendi kendine konuşurcasına dalgın ve hüzünlü bir sesle:
“Güz… Yaprakların dökülme zamanı… Benim zamanım… İlkbahar ve yaz çiçekleriyle açtım ve soldum. Bu sonbaharda, kasımpatılarla da açmam lazım. Karakış yakın… Bu mevsim, benim son çiçeklenişim… Kasım çiçekleri… Sarı, beyaz, kırmızılı ve pembelice… Matem günü çiçekleri... Gün bitti bitiyor işte! İkindi… Asr vakti! Hüzün diz boyu! Hüsran… Zaman acımasız! Dünya ve zaman… O an… O an, ne müthiş bir an!..”
“Azizim, kendine gel! Seni hiç böyle görmemiştim! Her zamanki vurdumduymaz, ölüyü güldüren Necmettin nerde? Yapma böyle! Bu kadar yüklenme kendine!”
“Elim ayağım titriyor arkadaşım. Bazen bir şey yerken ve içerken çenem ve dudaklarım da öyle… İmamın kayığına binme zamanı yaklaştığından değil de neden? Sen söyle!”
“Çocukların yanında böyle konuşman doğru mu! Onları üzmeye hakkın var mı! Hani kederlerimizi içine kıvıracaktık? Solduysa ters yüz edecektik hayatlarımızı? Ne oldu sana böyle? Yoksa sen de rüya mı gördün? Gördüysen söyle!”
“Yağmurlarda saçak altlarına sığınırdık ya… Küçükken annemizin koynuna… Şimdi servilerin altı bekliyor bizi… Toprak açmış kollarını…”
“Ağzından yel alsın! Allah gecinden versin! Başka şeylerden bahsedelim lütfen! Gençlerin içi karardı!”
“Başka şeylerden bahsedelim! Eski mezarlıkları park haline getirmişler Bursa’da. Kim bilir kimlerin kabirlerinin üstünde geziniyoruz, park sefalarında… Toprağın altındakilerden habersiz… Dünyadan, ukbadan habersiz!”
“Senden bir şey rica ettim azizim!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 952