- 382 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
BACH'IN BIRAKTIĞI MİRAS
Sebastian Bach...Ve bir ’’ itiraf’’: ’’Her günün başlangıcında neredeyse yemek ve sudan daha çok Bach’a ihtiyacım var.’’
Bu sözle, 20.yüzyılın en büyük çellişti sayılan ve efsanevi yorumuyla Bach’ın çello süitlerini müzik dünyasına sevdiren Pablo Casals’a ait. Yalnız Casals değil, Bach’ı tanımış ve anlamış bütün müzikseverlerin bu sözlere katılacağını söylemek mümkün.
Peki, müzikseverlerce Bach’ı yemek ve sudan ziyade ihtiyaç haline getiren ne? Bach’ın müzikseverlere, hatta insanlığa bıraktığı miras ne? Sözü Türkiye’de çok sesli müziğe geçişte büyük hizmetlerde bulunmuş olan Paul Hindemith’e bırakalım:
’’Bach müziği ile bize kalan en değerli miras, insanoğluna nasip olabilecek mükemmelliğin son sınırını tanımak ve oraya varan yolu keşfetmektir. Bu yol mükemmelliğe ulaşmak için gerekli olan her şeyin duraksamadan yapılması, gereklilik sınırlarının bile aşılması demektir. Onun en büyük ahlaksal sorumluluğu, kendisinden sonra gelen kuşaklara bıraktığı eserleri olmuştur. Artık hiç kimse mükemmelliğe giden yolda onun gibi davranmaktan, aynı yolu denemekten başka türlüsünü yapamaz...Onda müziğin zirvesini görüyoruz...Müzikten tat almamızın belli sınırları içinde de kalsa, bu zirve bize, bundan böyle hiç bir müziği, Bach’ın bize yol gösterdiği değerlerde ölçmedikçe kabüllenmemiz gerektiğini hatırlatacak. Müzik beğenimiz;bu zirveyi tanımış olan bizler için, artık ancak Bach’ın koymuş olduğu değerlerle uyumlu olmak zorunda...
...Bu yöneliş bizi sığ ve yoz müziklere karşı tahammülsüz yapıyor. Özensiz ve niteliksiz müzikleri sevemeyiz artık.
Ama aynı yöneliş bizi, yabancı simgelerde taşısalar, yabancı tınılarla da örülmüş olsalar, onları öğrenmek için çaba da gerekli olsa, bütün nitelikli müziklere açıyor.
Eğer bu müzik, varlığımızı böylesine bir yüceliğe yöneltiyorsa, kendisinden beklenenin en iyisini yerine getiriyor demektir. Müziğine bu en iyi şeyi yaptırabilen besteci de, zirveye ulaşmış sayılır. Bach işte bu zirveye ulaştı.’’
Nazım Hikmet, ’’Kuvayi Milliye Destanı’’’nda geçen Muallim Nurettin Eşfak’a mektubunda şu dizeleri yazdırır:
’’Başka türlü anlıyorum ben Yunus’u:
bence onda bütün bir devir dile gelmiş
Türk Köylüsü:
öte dünyaya dair değil
bu dünyaya dair kaygılarıyla...’’
Nazım Hikmet’in , Yunus’un şiiri için söylediklerini, Bach’ın müziği içinde söyleyebiliriz. Üstelik yalnız din dışı müziği için değil, dini müziği içinde bu böyledir. İsa’nın çektiği acıları konu alan Pasyonları ve diğer kilise müziği için ünlü müzik eleştirmeni Sidney Finkelstein şunları söylemektedir:
’’Passionlar, Bach’ın en büyük müziğinin bir bölümünü oluşturmalarına karşın, bu müziğin buram buram yaşam tüten ve dünyalı bir aşk , sevinç, acı, korku, trajik, umutsuzluk, pastoral huzur ve köylü sevecenliğiyle dolu müziksel imgelemi, oldukça sönük ve yavan olan şiiriyle çelişir.
...Bach’ın kilise müziği, derin bir ulusal bilinci taşıyordu. Bu müziğin özünü de reformasyonun savaş naraları haline gelmiş Lutheran koseller oluşturuyordu. Bach bunları imgelem yönünden en dramatik en anlatımsal, en beşeri, müzik sanatı yönünden de en ileri görüşlü olan şeylerle, örneğin sımsıcak aşk müziğiyle, iç içe işleyen hıçkırıklarla, günlük güneşlik folk şarkı ve danslarıyla geliştirmiştir. Böylece, büyük müziklerinin hepsinde olduğu gibi, bu yapıtlarında da Bach, hiç sözünü etmeden kendi zamanındaki perişan Almanya’yı yansıtır; bir yandan geriye, feodalizme karşı Almanya’nın büyük mücadelelerinin yer aldığı kahramanlık günlerine bakar, bir yandan da bu arkaik kabuğun içinden ilerilere bakar, insanların ve duygusal çatışmaların müzikte gerçekçi anlatımını bulmaya yönelir. Bu gerçekçi anlatım, gelecek iki yüzyıl boyunca besteciler tarafından kullanılacaktır. Bach’ın müziğindeki armoni ögeleri hem burjuva devrimcisi Beethoven tarafından kullanılacak olan hem de Brahms’la Wagner tarafından aşırı bir öznelciliğe vardıracak olan ögelerdir. Bach, burjuva mücadelelerinin olmadığı, müzik kültürüne hala can çekişen feodalizm’in ’’dürüst bir hizmetkarı’’ görünmek zorunda olduğu bir zamanın ve çağın büyük bir burjuva zekasıdır.’’
Bach aynı zamanda yaşamın diyalektiğini müziğinde yansıtan bir filozoftu. Nazım, Bach’ın müziğindeki diyalektiği, ’’Sebastian Bach’ın 1 Numaralı Do Minör Konçertosu’’adlı şiirinde şu dizelerle anlatır:
’’Güz sabahı üzüm bağında
sıra sıra, büklüm büklüm kütüklerin tekrarı,
kütüklerde salkımların,
salkımlarda tanelerin
tanelerde aydınlığın,
...
Günlerin tekrarı ,
birbirine benzeyen
benzemeyen günlerimin.
Örülen örgüdeki tekrar,
yıldızlı gökyüzündeki tekrar,
ve bütün dillerde ’’Seviyorum’’un
tekrarı,
ve her ölüm döşeğinde acısı tez biten
yaşamanın
...
Tekrardaki mucize gülüm, tekrarın tekrarsızlığı...’’
Bach eğer müzisyen olmayıp da bir mimar, ressam, heykeltıraş, filozof olsaydı, eminiz ki, bu alanlarda da mükemmel eserler verirdi. Çalışkanlığı ve ahlakıyla tüm insanlığa örnek olan Bach, her fırsatta çabayı vurgulamaktaydı. Kendisini ulaşılmaz görenlere, ’’Gayret edin, göreceksiniz olacak. Sizin de benim gibi iki eliniz ve her birinde sağlıklı beş parmağınız var’’ demekteydi.
İlk ciddi Bach biyografisini yazan Johan Nicalaus Forkel onun için şöyle diyordu:
’’Müziğin alfabesinden ileri gidememiş bir kimse bile, eğer Bach’ı iyi bir yorumla dinliyorsa ve hem kulağını hemde yüreğini ön yargı olmaksızın bu müziğe açmışsa ona hayran kalıyor.’’
’’Bach’’Almancada ’’dere’’ anlamına geliyor. Bach’ın büyüklüğünü anlayanların başında gelen Beethoven ise pek haklı olarak ’’O bir dere değil, bir deniz’’ demişti.