- 1238 Okunma
- 10 Yorum
- 5 Beğeni
939 – KABUK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Merhametinden, ezeldeki taksimatlarını daha annelerinden ayrılmamış yumurtalar halindeyken hazır ettiren, suya can veren, yavru haline getiren, onlar dışarıya çıkıncaya kadar taze olarak muhafazasını sağlayan ve günlerce onunla rızıklandıran Allah, her şeye kadirdir. Bizim bildiğimiz bilmediğimiz güzel isimleri saymakla bitmez.
Teşbihte hata olmaz! Her varlık ve her olay birer kapalı kutu gibidir ve içlerinde o güzel isimler etiketlere yazılı haldedir. Mütefekkirin işi, aklını anahtar olarak kullanmak, düşünce eliyle o etiketleri birer birer içlerinden çıkarıp, dışlarına yapıştırmak, zâkirin işi, etiketleri okuyarak, hayret, heyecan, Haşyetullah, aşk ve coşkuyla zikretmektir.
Zikir, ilan-i aşk edercesine yapılır. Başından sonuna Sevgiliye serenat gibidir. Zâkir, kendini zikrin hazzına öylesine kaptırır ki, cezbeye kapılır. Bırakmak istemez.
Allah’ın merhameti hemen hemen her yerde baskındır. Mümit sıfatının tecellisinde bile Rahman ve Rahim sıfatları öndedir. Belki de o nedenle, bazılarının ism-i âzam olarak kabul ettikleri Besmele, her sure başında şahtır.” diye tamamladı konuşmasını Sadullah Bey.
Sohbetin bu bölümüne, Virane’nin karşısındaki evlerden birinde oturan Emin Efendi de yetişti. Kendi kabuğunda bir ihtiyardır. Tanıdığım kadarıyla ezik bir tiptir. Her zaman halinden şikâyetçidir. Aile fertlerinden yakınır durur. O kadar ki hayatından bezdiğini, ölüp kurtulmak istediğini söyler. Dede de ona ölümü istememesini söyler. Bu defa da yine şikâyete başlamak için sohbete ara verilmesini fırsat bilerek yakınmaya başladı:
“Bazen insanlar beni o kadar bunaltıyorlar ki kalıbı rahatlatmak geçiyor içimden! Bizimkiler çileden çıkarıyorlar beni! Ne söylesem batıyor! Daha düne kadar hepsinin yükü omuzlarımdaydı. Zerre kadar şikâyet etmedim, şimdi yük olmaya başladım ya yüksünüyorlar. İstemiyor beni biliyorum. Ölüm temizlik! Kurtuluş!”
“Öyle deme Emin Efendi! Ölümü temenni etme!” dedi ona Define yine.
“Bir evceğizim olsaydı! Başımı sokacak bir göz odacığım… Muhtaç mı olurdum bunlara ben! Ey yaratıklarını barındıran Allah’ım! Bana da istiridyeye verdiğin gibi evceğiz ver, ne olur!” derken gözleri doldu. Sesi ağlamaklı oldu. Koca adam bizim önümüzde çocuk gibi ağlayacaktı. Zor tuttu kendini.
“Allah, tek gerçek ve sonsuz güç kuvvet sahibi ve her şeye muktedir olandır. Kemiksiz yumuşakça bedeninden birbirinden özgün taş saraylar inşa ettiren O’dur. Merhametinden onları kolay lokma olmaktan korur. Kabukları dar geldiğinde, onları bırakarak, kendilerine bahşedilen daha geniş evleriyle hayatlarına devam ederler. Hayat da seni sıktığında, al başını git bir yerlere! Kalk gel buraya! Sıkışıp kalma kabuğunda! Ben öyle yapıyorum.” dedi Sadullah Bey.
Çocukluğum geldi aklıma… Giritli Mahallesi… Evde kaldığım zamanlarda ne kadar çok canım sıkılırdı! “Anne! Canım sıkılıyor!” diye mızırdanır dururdum. O da hiç aldırış etmez, işi şakaya vurdururdu: “Canın sıkılıyorsa geniş yere koy! Bahçeye çık! Orası geniş… Orda hiç canın sıkılmaz.”
Annem iki çeşit işi vardı evde. Ya dikiş diker, ya da yemek yapardı. İşte o ikisinden birine devam ederdi. Onun hiç canı sıkılmazdı. Can sıkıntısı, sadece ellerinden hiçbir iş gelmeyen arkadaşsız çocukları bunaltan, bir şey miydi? Canı ve genişliği hayal etmeye çalışırdım.
Can neredeydi? Adı Can olan sokak arkadaşım gelirdi aklıma. Can, içimde olan ve bana sıkıntı veren bir şeydi. Annem onu almamı, geniş yere koymamı öneriyordu. Alınacak bir şey miydi? Azrail varmış. Canı o alırmış. Nasıl alırmış? “Can nerde?” diye sordum bir defasında. “İçimizde…” dedi annem. Ben de biliyordum içimde olduğunu. İçimi daraltıyordu o!
Ben onu çıkaramayacağımı biliyordum artık. O zaman kendimi dışarıya çıkarmalıydım ama orada da canım sıkılıyordu benim. Yalnız bana masal anlatıldığında, benimle ilgilenildiğinde, çocuk saati başladığında canım hiç sıkılmıyordu. Hele oynamak için bir arkadaş bulduğumda dünyalar benim oluyor, canım hiç aklıma bile gelmiyordu!
Canımı, kedi gibi düşünüyordum ilk zamanlarda. İçimde dolanıp duran, ruhumu tırmalayan, dışarıya çıkmak için her yolu deneyen yaramaz bir kedi… Kuyruğunu kovalayıp duruyor, beni de evin içinde kıpır kıpır ettiriyordu.
Şermin’in de hep işi vardı. Onun hep çok işi vardı. Son zamanlarda benden bıkmış mıydı acaba? Onun için mi başka işler buluyordu kendine? Neden hiç canı sıkılmıyordu? O hiç yakınmıyordu. İşine kaptırıp gidiyordu. Kim bilir hangi seyrettiği filmin hangi sahnelerini hayal ediyordu? O işler ne kadar zor olursa olsun hiç sesi çıkmıyordu ama ben başına musallat olduğumda: “Semiray’cığım! Yapma! Ne kadar kıpçıksın! Bir dur, bir otur!” diyordu. En çok bunları söylüyordu.
Kıpçık! Şermin bana Kıpçık diyordu. Kıpçık olmak canı sıkılmak mı demekti? Kabına sığamamak…
Şimdilerde uzmanlar, çocukların canlarının sıkılmasının yararlarını saya saya bitiremiyorlar. “Can sıkıntısı onları bir şeyler yapmaya sürükler. Yaratıcı zekâları gelişir. Düşünürler, araştırırlar, incelerler. Yazarlar çizerler, bir şeyler yaparlar. Sanatkâr ruhlu olurlar. Beceriler kazanırlar.” gibi şeyler söylüyorlar.
Deniz kabukları geldi aklıma. Akdeniz sahilleri… Konyaaltı kumsalı… O rengârenk ıslak çakıl taşları… Hepsini ceplerime doldurup eve götürmek isterdim. Ona izin verilmezdi ve deniz kabukları toplamam tavsiye edilirdi. Zor bulunan şeylerin daha kıymetli olduğunu o zaman anladım. İlkokula giderken Ağustos Böceğiyle Karınca isimli fablı anlattıktan sonra hızını alamayan babam, öğretmenlik alışkanlığıyla:
“Böceklerin gerektiği gibi korunabilmeleri için onlara zırhlar giydirir. Ağustosböceği gelişip büyüyüp de zırhına sığamaz olunca onu paltosunu çıkarır gibi üstünden çıkarır. İçindeki takım elbisesiyle yoluna devam ederken ilk etapta yapraklar arasında fark edilivermemek için olmalı ki yeşilimsi şeffaf kanatları da kullanıma hazırlanmaktadır.” diye devam etmiş, onlar hakkında bildiği her şeyi anlatmaya başlamıştı. Bu aralar da bilgilerinden sonuçlar çıkarıyor. Beni tefekküre sürüklemeye çalışıyor:
“İnsan, aç gözlüdür. Kaplumbağa gibi yıllarca uğraşır, didinir, bir ev edinir. Evini dert eder kendisine! Vergisi, boyası sıvası, tamiri… İçine bir girer, bir daha da çıkamaz. Nereye giderse onunla beraber… Zamanla dar gelir. İçine sığamaz, genişletir. Düşkün olunan her mal mülk gibi bağlanır ona. Esir eder kendisini. Ecel gelince, ömür boyu emek verdiği, vazgeçemez hale geldiği o cânım malikânesini dünyada bırakır gider.” gibi şeyler söylüyor. İnsanlar yaşlandıkça felsefe yapmaya başlarlarmış.
Ta çocukluğuma gidip geldim hızlıca. Bizimkilerin konuşmakta olduklarını şimdi fark ettim. Dalmışım!
Kısa zamanda ne kadar çok şey geldi geçti aklımdan! Cinlerin bir yerden bir yere gitmeleri için kayda değer bir zaman gerekmezmiş. Düşünürken de öyle oluyor. Hızla gidilip geliniyor. Demek ki onun için ruhun, düşünce hızıyla hareket edeceği, cinler gibi nerede olmak isterlerse bir anda orada olabileceği söyleniyor.
“Allah, rızka kefildir. Rızkı daraltan da genişleten O’dur. Öyle bir Rezzak’tır ki yarattıklarını aç ve muhtaç bırakmaz. Hiç akla hayale gelmeyecek yerlerden, akıllara zarar sebepler yaratır. Ezeldeki taksimata göre tayin edilen rızık, zamanı gelince, vesileli veya vesilesiz, gereken yerlere ulaştırılır. Üzülme! Sabret ve bekle!” diyordu Define Emin Efendi’ye.
İnsanlar yaşlandıkça küçülüyorlar mı ne? Susuz kalmış ağaçlar gibi kuruyorlar hem de... Yani bazıları... Çok ihtiyarlar... Doksan derece oluyorlar giderek. Yere yaklaşıyorlar. Kabuk haline geliyorlar. Özleri gidiyor, gözleri gidiyor, bir sözleri kalıyor. Bir kuru kabuk haline geliyorlar. Ağustos böceğinin çıkarıp attığı kabuk gibi... Hani içinden çıkarak bayramlığıyla canını sokağa dar atan çocuk sevinciyle...
Emin Efendi bir ev diliyor Allah’tan. Bu yaşta! Bu zamandan sonra... Azrail ensesinde... Kaç çeşit hastalığı var! Karga kadar kalmış zavallım. Dünya, ümit dünyası... Bence o bir mucize bekliyor. "Kurdu kuşu bir yere sığdıran, beni de koyar bir yere mutlaka!" diyor. Ümitvar olması iyi! Hem de çok iyi! O şekilde bari bağlanır hayata da iyice bedbinleşmez. Aksi halde... Allah gecinden versin!
Aklıma o an geldiğinde... Emin Efendi Ağustos böceğinin eski halinde görünüyor gözüme. Eprimiş paltosunu zar zor çıkarıyor, atıyor üzerinden ve bir damat şıklığıyla, yesyeni bir beden, harika bir yakışıklılıkla süzülerek güzelim tül kanatlarını çırpmaya çalışıyor.
Ölüm, bir yaştan sonra ne güzel bir kurtarıcı! Ne muhteşem bir yenilenme! Ne muazzam bir kabuk değiştirme! Ne büyük bir nimet!
Ne ağrı kalır ne sızı! Ne yaşlılık ne güçsüzlük ne de çirkinlik! Ne güzel bir olay! Harika bir sürpriz! Bambaşka bir hayat! Mümine cennet!..
Ölüm de ne ki! Hepsi hepsi bir can çıkması!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 939
YORUMLAR
Onur BİLGE
Daraltan da genişlecek olan da O!
Yazı yeni tamamlandı. Galiba ilk bölümü okuyabildiniz. Sevgiler... :)
Dil-ruba Emine Genç
Bu vesile ile yazıyı tamamlamış olduk inşaAllah.