Mağarada Dondurulmuş İyilik Modeli İnsanlar
Dalgalar asırlarca vura vura buzul kayalar yarıldı ve mağaranın kapısı açıldı. Ani soğumayla donarak ölen bütün canlıların cesetleri denize akmaya başladı. İçinde mağara adamı dahil hangi canlı yoktu ki… Yedi uyuyanlar gibi, o donan canlılar buzlar çözüldükçe uykudan uyandılar. Bozayılar gibi buzul parçalarından atlaya atlaya karaya ulaştılar. Birden acıktıklarını hissettiler ve yaşama kaldıkları yerden devam etmeye başladılar. Yeniden avlanmak gerekliydi ama bunun için ne planları ne de silahları vardı. Her canlı yaşamak için çaba içindeydi. Ot yiyebilen canlılar için doymak kolaydı. Çünkü her yerde ot vardı. Ama etle beslenenler için bu oldukça zordu. Bu gıdayı bulmak çok zordu ve keşke demişlerdi, tıpkı doğu bloğundan ayrılan ve devletin verdiğiyle yaşamını sürdüren halklar gibi, geçim derdini görünce komünizm yine gelsin diyenler gibi… Bu serbest piyasa şartlarında kim güçlüyse o yaşıyor, diyebilmişlerdi. Yaşamak için öldürmek mi gerekiyordu ki? Yaratılan düzen bunu gerektiriyordu. Kim güçsüzse yaşamaya hakkı yoktu, serbest piyasa gibi…
Keşke gökten yiyecek aksa yağmur veya kar yerine demişlerdi ki… Gerçekten gökten yiyecekler inmeye başladı. Üç çeşit yemek paket paket iniyordu yere ve kimse aç kalmıyor, yemek için ne çalışılıyor ne de savaşlar oluyordu. Onları donduran ve tekrar yaşama döndüren Yaratıcının nimetiydi bunlar. Ancak günlerce aynı çeşit yemek yemek, yedikçe bıkmışlardı. Neden başka türlü yemek gelmiyordu ki? Uzun bir zaman sonra, bu yemekleri istemediler. Çok uzak yerleri keşfetmek, kendileri gibi olanları bulmak ve aralarına karışmayı istediler. Bu doyumsuzluk, yeniden doğuşun mucizesinin yaşanmışlığına rağmen geçmişi unutturmuş, geleceğe ve fazlasına ulaşmak için nice yolları aşmışlardı…
Bir tarlanın yanından geçerken dikilmiş meyve ve sebzeleri keşfetmişler… Sahibinden izin almaksızın bostanı talan etmişlerdi. Gökten yağarken gönderilen nimet için hesap sormayan yaratan, bu toprağın sahibinin hesap sormasını onlara sınav vermişti. Büyük bir kalabalık ile ve ellerinde daha önce görmedikleri silahlarla saldırarak onlardan bir nevi hesap sormuşlardı. İçlerinde yaralanan, ölenler… Canlı kalanları ise esir etmişlerdi. Neydi bu yaşadıkları ve büyük olumsuzluktu ki! Hiçbir canlıya zarar vermeden, bostandan yedikleri ile bu dehşet görüntü onları çepeçevre sarmıştı. Gördükleri manzara daha önce tatmadıkları cinstendi. Giyimleri, konuşmaları, yedikleri ve içtikleri, yaşam biçimleri onlardan farklıydı. Donduruldukları zaman içinde adam gibi adam idiler. Elbette kötü insanlar vardı ama onlardan uzak yaşıyorlardı. Kötülüğün işgal etmediği küçük bir topluluktu dondurulan. İyilikle yaşamayı prensip etmelerine rağmen işte kendilerinin olmadığı bostanı talan etmişlerdi. Bu tezatlık genlerinde vardı. Bir toplumu ne kadar iyiliğe sevk etseniz, içinden yine kötülük çıkıyordu. Herkesin eşit hakları olsa, eşit yaşasalar yine birleri başkasının hakkını gasp ediyor ve kötülüğü o topluma yayıyordu. Aklı başında olan bir insan bu değişimin nasıl olduğunu anlayabilir miydi ki?
Hiç çalışmadan, gökten inen aynı tür yemeği yemeye direnen bir topluluk…Ekmek elden su gölden misali ama bu istek uzun sürmüyordu. Yine isyan ve fazlasını istemek, kul hakkını gasp etmek insanın doğasında vardı. Hani desen ki, ne kadar kötülük virüsünü yok edeyim ve tedavi edeyim derken kötüleri idam etmek, yani şifaya kavuşturmak çözüm değildi. Bu dünyada iyilerin hakim olduğu ve kötülerin olmayacağı düzeni hayal etmek mümkün değil… Hani bir insandan medet umarken, bizi kurtarır ve iyidir derken, içimizde ki her iyiliği alıp götürdüğünü uzun bir zaman sonra görebiliyoruz. Biz iyi olsak, ileride ki yerleşimde ki kötüler bize musallat oluyor. İçlerinde ne kadar fitne varsa yayıyor.
Biz iyi olmayı isterken, bu iyi yolu anlatan kişilere saf saf inanmak, toplumu dipdiri tutacağını hissetmek gerçekten akıl karı değil. Biz birini överken o kişi zalim olmuş çoktan ve içimizde ki iyiliği yok etmiş halimizi sonradan görüyoruz. Bizi dondurup, sonra hayata bağlayan yaratıcıyı anlamaya çalışan, o kadar az insan oluyor ki… Onun zalimliği içinde, bizi sömürdüğünü bile bile iyilik dipdiri kalsın diye tabi oluyoruz düzenine. Her aklı başında ve adam gibi adam olanlar, korkularını yenip iyiliği yaşamın içinde diri tutanlardır. Zalimden korkmak yerine, Yaratıcıya teslim olmak ve nihayet öleceğiz diyerek ölümden ve rızıktan korkmadan, dondurulmuş yaşam öncesini dipdiri tutmak gerekiyor. İyiliği emretmek ve kötülükten men etmek… İşte adam gibi adamın yaşam felsefesi bu olmalıdır. Bir nesilden diğerine bu aktarılmalıdır. Bundan ümitsiz olmamalıdır.
Biz kendimiz için iyiyi isterken, başkalarına örnek olduğumuzu ve nur gibi yansıdığımızı görmenin uzun sürmeyeceğini, bir gecenin seherinde inanın görürüz.
Saffet Kuramaz
YORUMLAR
iyi bir insan olmak.
bu bir seçim mi arzu mu yoksa doğuştan gelen mi?
akıl bahşetmiş Rabbimiz bizlere ve vicdan ve sevgiyle yaratmış biz kullarını.
özümüzde saklı mevcut her şey.
bilinçlendi mi insan savaş başlıyor bilinç dediğimse insan kendine dokundu mu...
aidiyet duygusu ve hayatta kalmak adına gelişen iç güdü.
ve iç ses.
her şey komplike bir o kadar basit de ağabeyim.
hayatta insanlar tüketim odaklı ve bitimsiz bir rekabet ve üstün olma isteği.
kendimizi kandırıyoruz derken insanlık da sevgi de tükeniyor tıpkı tüketim eşyaları gibi.
yüreğe iyi gelen ilk olarak iyi niyet ve içtenlik sevgi de inanç da içtenlikle besleniyor.
ne yazık ki saf saf da inanıyoruz çoğu kez yazınızda vurguladığınız üzere.
kendimizle olan mücadelemiz önem arz eden ve daha iyiyi daha güzeli arzulamak.
sevgi ve inanç ve de umut oldu mu üçü bir arada ve içtenliği de eksik etmedik mi...
işte çözülen şifre ve insan illa ki kendine odaklanıp anlamalı neyin neden olduğunu ne amaçla yaşadığını.
İlahi Aşk ise içimizdeki sevgiden doğan ve bizi sonsuzluğa götüren.
var olun ağabeyim
selam ve dua ile