- 1275 Okunma
- 6 Yorum
- 8 Beğeni
'ellerin'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
‘Her şeyimi kaybettim ama her şeyimi.’
Eve girmeden önce söylenecek şey miydi bu? Ayşe meraklı ve üzgün bakışlarının frekanslarını fazlasıyla yüzümde buluşturuyor, dolu eline diğer elindeki poşetleri de yük edip, bir elini boşaltıp hızla beni dürtüyordu:’ Ne oldu ya, iyi misin, neyi kaybettin?’ Anahtar kilidin içerisinde sert bir şekilde dönmüş, ağır kapının açılmasını sağlayacak kuvvet Ayşe’nin omzu olmuştu. Ayakkabıları çıkarıp, sağına doğru ittirirken de sorup duruyordu: ‘Allah aşkına ne oldu söyler misin? Kripto paraları mı diyorsun? Ciddi misin, onları mı kaybettin?’ Çantamı dış kapının solunda olan odaya hemen girerken bırakmıştım. Elimizdeki poşetleri granit mermere bıraktıktan sonra ‘gel buraya, üzülme ne olur, yapma, düşünme şimdi’ derken sımsıkı sarılıyordu. Sanırım sarılmanın benim dünyamda ayrı bir yeri var. Geçen gün haftalardır görmediğim bir arkadaş yüzünde gülücüklerle yanıma gelmiş, elimin kirine aldırmadan kollarını açıp bana sarılmıştı. ‘Yeter abi’ derken, ‘özlemişim seni, yeter olur mu’ deyip hâlâ gülümsüyordu.
Ayşe’yle sarılmaya bu sefer ben doyamıyordum. İtiraz etmiyordu. İtiraz nedir ki? Sözün itirazı makbuldür ancak acıtan bedenin itirazıdır. Dil söylemese bile el itiverirse benliğini; acıtır, üzülürsün. Bir süre daha gıcıklığıma devam edebilirim diye düşünüyordum. Gözlerine bakıp, yanaklarından birkaç defa öptükten sonra ‘seni kaybetmedim ya sonuçta, neyse bunda da hayır vardır’ dedim. Arkamdan ‘üzülme, bak ben demiştim demek istemiyorum ama yani ne bileyim, aman şimdi…’ sesi geliyordu. Lavaboya uğramadan önce çantadan gülkurusu renginde yumuşak havlumu çantadan çıkardım. Dokusu yumuşak şeylere ayrı bir bağ kuruyorum. Küçükken bir anneler gününde boynuma sardığım havlu gibi yumuşacık bir tane alıp, anneme hediye etmiştim. Yıllarca annem o havluya kıyamayıp, ortalığa çıkarmamıştı. En son bir gün sinirlenip ‘kayış gibi şu havluları yüzünüze vurduğunuzda acıtmıyor mu, at bunları, ayak havlusu yap ne bileyim, çıkar yenilerini’ demiştim. Lavabodan çıkışta kayısı rengindeki kanepeye oturdum. Telefondan müzik açıp, karanlıkta oturuyordum. İleri gidiyorum belki ama huylu huyundan maalesef vazgeçemiyor. Ayşe’nin sesi el emeği dolu evinin her odasında yankılanıyordu: ’Neredesin ya, nereye kayboldun?’ Hüzünlü bir Arguvan türküsü çalıyordu. O an kapının eşiğinde siluetini fark ettim. Gözlerim tam karanlığa alışıyorken, elini odanın ampulünü ısıtacak şeye bastı. Pembe bir atlet üzerinde, altında dizine kadar uzanmayan kesilmiş tayt duruyordu. ‘İyi misin oğlum’ dedi, ‘ne olur böyle üzülüp durma ben daha çok üzülüyorum.’ ‘Şu halini’ dedim, ‘yarıdan kesip odama tablo yapabilirim.’ ‘Aman sakın, saçmalama’ derken kulaklarım yanıyordu. Bir tür hastalığın belirtisi olduğu kadar, yalan söylemiş olmanın ruhtan bedene yansıması olarak beliren bu durum fazlasıyla rahatsız ediciydi. ‘Hadi’ dedi, ‘oturma şimdi öyle, ben de otururum yoksa aç kalırız iyice. Şu çalan şeyi de kapat, içim bayıldı.’
Ayşe geri dönüp mutfağa doğru adım atarken telefondan çalan türküyü kapatıp, telefonu kanepenin üzerine bıraktım. Görünmez bir ip bedenimin ayağa kalkıp, mutfağa doğru ilerlemesini sağlıyordu. Yüksek mukavemetli bir malzemeye benzeyen ayaklarımı paletten ayıran şeyi düşünüyordum. Çıplak ayaklarıma baktıkça ayrı bir keyiflendiğim oluyordu. Ayşe’nin yanına vardığımda zihnimi susturdum. Huy işte, kendi ayağından bile kimi zaman tiksinen bir kadındı. ‘E’ dedi birden, ‘sadece menemen mi yapacağız şimdi, emin misin?’ Favori cevaplarımdan birini Ayşe’ye söylemiştim. Aklından bir sürü yemek çeşidi geçmesine ve bunu dillendirmesine rağmen ‘senin canın ne istiyorsa, söyle onu yapalım vallaha’ demesine cevap olarak ‘menemen yapalım ya, güzel olur’ demiştim. Aşırı derecede sıkıcı ancak reel bir cevaptan bahsediyorum. Bana ne zaman biri beni düşünerek ‘yemeğe ne yapayım’ diye sorsa, ‘menemen’ cevabını veririm. Bekâr yemeği olarak zihne basit bir üretim olarak düşen menemenin bende yer alan izlerini seviyorum. Ayşe yorgundu yorgun olmasına ama onun yorgun olsa bile son gücüyle neler yapabileceğini iyi biliyordum. ‘Hiç içime sinmiyor ama hadi neyse’ derken tezgâha bakıyordu. ‘Böyle deme’ dedim, ‘lütfen böyle deme! Senin yanında olmanın keyfini illa yemekle süslendirmek zorunda değiliz.’ ‘Cidden mi’ diye fısıldarken, ‘cidden’ dedim. Dünyanın tüm kötülükleri mutfağın perdesi arkasında kalmalıydı. ‘Of’ dedi, ‘bunları kaldırmayı unutmuşum.’ Musluğun hemen kenarında bir tencere, içinde bir tabak, bir çatal ve su bardağı duruyordu. Yanı başlarında çöpe atılmayı unutulmuş plastik küçük bir kap ve içinde kurumuş ağdaya sarılı tahta çubuk vardı. İçi boş pop kekin ambalajı da arkalarındaydı. Yine boş bir soda şişesi, mavi bir çini reprodüksiyonu olan kül tablası içinde ölü birkaç sigara… ‘Mimesis’ diye fısıldadım. Fısıldanacak, dile gelen ama yüksek sesle söylenmesi yasaklanan ne çok kelime vardı! ‘Buraları ben toplayayım’ derken poşetten domatesleri çıkarıyordum. ‘Soyacak mısın’ dedi. ‘Evet’ dedim fısıldamadan. Bu kez önemliydi. Bir kere de insan önemli bir şey için evet demeliydi!
Mavi, kırılmaya müsait yayvan kabın içerisinde domatesleri yıkıyordum. ‘Onu nereden buldun’ dedi. Ayşe’ye bakıyordum. Çöpü doldurmak niyetinde elinde bir poşet hızla mutfakta dönüp duruyordu. Biraz daha büyük poşeti elinde tutsa, biraz daha küçülebilsem beni bile çöp niyetine poşete koyabilirdi. Duvarın dibindeki mutfak dolabını işaret ettim. ‘Ağzındakini söndürür müsün, yemek yaparken kül düşüreceksin içine’ demesi komik gelmişti. ‘Komik bir şey mi söyledim, sonra içersin’ derken ciddiydi. Ciddi olmayan tek şey elime aldığım keskin bıçak olabilirdi. Binlerce kez doğradığım domateslerden birini elime aldım. Bıçağı sol elime aldığımda Platon, sağ elime aldığımda Aristo gibi Mimesis olayına yaklaşıyordum. Fazlasıyla olumlu erekseyişlerimin bana ne getirisi olmuştu ki? Muntazam bir düşünce bedevisi olmadığım gibi, ne han yolcusu ne de hancı kalabildim! Sigarayı söndürürken yeniden fısıldıyordum ‘Mimesis’ diye. Sekiz tane domatesi yavaşça soyuyordum. ‘Soymayınca, ağızda, böyle diş arasında kabukları kalıyor gibi oluyor’ dedim. Cevap vermiyordu. Dudakları arasında gözlerindeki kara bulutlara inat ateş hareleniyor, ritmik şekilde havada sallanan saçları büyük bir fırçayı andırıyordu. Yanında olduğum için mi bilmiyorum ama sessizce icra ediyordum sanat denen budalalığı. Hafiften belleğine sanata dair izler biriktirmiş her insanın hayalinde yanında yine o altını üstünü kevgire çevirdiği sanata dair konuşmak isteyeceği insanlar oluyor. Ne konuşacağız? İstanbul bienali ertelendi. Küratörleri gördün mü, budala diyorum her birine boşuna mı? Şu boş pop kek ambalajı bile daha kreatife sanırım. Küratörlerin bakış açılarına yine de uzak kalamıyorum: ‘Başlangıcından önce başlayabilir, bittikten uzun bir süre sonra devam edebilir.’ Sonsuzluk temaşası üzerine bir kargaşa planını sanata icra eyleyebiliriz. Önce saçlarını siyaha boyamalıyız. Bir nedeni olmadan her şeyi siyaha boyamalıyız. Gözlerine sürdüğün kalem gibi izi kalmalı her bir şeyin. Teni kara köküne ayırmalı, detayları kaçırmadan türevlerine itiraz etmemeli ve soyut bir matematiğin cebren denkliğine sadık kalmalıyız. Böylece bittiğini sandığımız anda uzun bir süre devam edebiliriz. Her neye ve nasıl olursa olsun bunu devam ettirmek bir tür sanat meşgalesi sayılması, zamanı işgal eden zihnin bölüklerinden yalnızca siyaha ağıtlar dökülmeli.
Yıkadığı tencereyi ters çevirip, birkaç kez salladıktan sonra bana uzatırken ‘orada olmayı istemek mi yoksa orada olmak mıydı güzel olan, bunu hep düşündüm’ dedim. Tencereyi uzattıktan sonra sir ağdaya ait malzemeleri alıp, çöp için geçirdiği poşetin içine bıraktı. ‘Bunları unutmuşum’ dedi. ‘Sir Alex Ferguson’ dedim gıcık bir gülüşle, ‘yapma bunu’ der gibi bakıyordu. Kraliçe II. Elizabeth milenyuma girmeden kendisine ‘sir’ unvanını veriyordu. ‘Büyük İngiltere kraliçesi II. Elizabeth neredeyse yetmiş senedir tahtın sahibi. Eşiyle ayrı yatak odalarında kaldıklarını biliyor muydun? Neydi eşinin adı… Dur hatırlayacağım, Prens… Şey şey, geliyor; Edinburgh Dükü Prens Philip hah!’ Gereksiz bilgiler dakikaları hızla geçerken, içinde su kalmasın diye sallayıp uzattığı tencerenin ocak üzerinde artık susuz kaldığına inanıp üzerine yağ döktüm. Hafif cızırtı sesi sonrası ateşin hararetini dindirirken, küpü andırmayan domates parçacıklarının tencereye, kızgın yağ içine uzanışlarını izledim. ‘Sekiz tane domates, onlarca parçaya ayrıldı ve pişmek için kendilerini feda ettiler.’ Birden ‘orada olmayı istemek’ dedi. Sessizliği bozan dudaklarına baktım. Uzandığı zaman yatay mimari bu eserin, nihayetinde bir görevi vardı. Konuşmak ve yemek gibi… Geçenlerde rüyamda gördüğüm kubbeleri andıran burun deliklerini saran kabartmalara bakıp, göz kapaklarının üzerindeki çizgileri tam sayacakken arkasını döndü. ‘Çünkü’ dedi, ‘hayal kurmak insanı diri tutan bir eylem. Orada olmaya itirazım yok, onun güzelliğini küçültmeyen bir şeyden bahsediyorum. Fakat orada olmayı istemek, bunu arzulamak, üzerine hayaller kurmak daha güzel değil mi?’ Çıplak omuzlarına bakıyordum tahta kaşığı uzatırken. ‘Neden biber ya da soğan koymadın ki’ dedi. ‘Böyle yavan olmaz mı?’
Tencerenin kapağını kapatıp oturduğu sandalyeye doğru ilerledim. Dünyanın en temiz hırsızları biz olabilirdik. Kaçak sigaranın da kaçağını bulmuştum ve böylece bir süre bu melete para vermiyorduk. Uzandığım yerde yumruk yaptığı eli duruyordu. Elini geçip, poşetten bir dal alırken arkasındaydım. ‘Karışık meyve suyu gibi hissediyorum senin yanında’ dedim. ‘O da nereden çıktı’ derken öksürdü. Ucunu az sonra yakacağım dalı dudağımda tutup, buzdolabının kapağını açtım. Soğuk su şişesini çıkarıp, yıkadığı bardağa uzandım. Marketten yeni aldığımız bir buçuk litrelik iki su şişesi hâlâ poşette duruyordu. Poşetten birini alıp, bardağa hem ılık hem de soğuk şişeden karıştırıp kendisine uzattım. Küçükken evdeki birisine su getirmek ne de zor gelirdi! Aslında kolay olduğunu söyleyen kim? Götünü yerden kaldırma deyimi bir kenara, insanlık için en basit gözüken ancak azizliği yadsınamaz bu hareketin kıyısındaydım. ‘Sağ ol’ derken de öksürüyordu. İçtiği su sonrası buğuyu hissediyordum. Her nasılsa tomurcuklanmış bir damlaydı bu buğunun sonu. Sık ağaçlı bir ormanı korkularını yenip mi geride bırakıyordu yoksa yalnızca çıkması gerektiği gibi, duygusuz ve yerinde bir hareket miydi? Saçlarını sol tarafına doğru uzattığı için bu tablo daha belirgindi. Şeffaf ancak doygun bir ter damlasının boynuna ilerleyişini takip eden yalnızca gözlerim değildi. Onu sonsuzluğa ulaştıracak şey dudaklarımdı. Her seferinde beceriksiz bir çırak gibi olduğumdan, bu sefer daha dikkatliydim. Omuzlarını öperken sakallarımın batmaması için geometri bilgime güvendim. ‘Ben’ dedim, ‘ben hâlâ orada olmanın hayali içindeyim.’
Şu mavi cam kap bugün kırılmasa iyidir! Yumurtaları bile içine kırıp çırptım. ‘Çay’ dedi birden, ‘çay suyunu koyayım çaydanlığı uzat.’ Sonra vazgeçer gibi elini sallayıp, ‘şunda iki dakikada su kaynar, şunda suyu kaynatayım’ deyip siyah elektrikli su ısıtıcısına uzandı. Kendimi karışık meyve suyu gibi hissediyordum. Hislerimi karmaşık kılan tescilli bir dayanak peşinde değildim. Yalnızca keskin bir tattan ziyade, pek çok koku, tat ve renkle iç içe gibiydim. Her şey hazır olduğunda bile ben hazır değildim. Menemen, çay, zeytin, peynir, kaşar, sürülebilir çikolata… Kim demiş insanoğlu gece yarısına iki saat kala kahvaltı yapamaz diye? Mutlu olduğuna inanılan, yüzleri tatlı diye sevimli duran ve sevilen iki pandadan tek farkımız benim bağdaş kuruyor olmamdı. Pandalar ne bağdaş kurabilir ne de Ayşe gibi bir ayağını dikip, çenelerini dizlerine yaklaştırabilirler. Duyacağım şeyi tasarlamış gibi olmaktan mutsuzdum: ‘Keşke masada yeseydik, dizim ağırdı böyle oturunca.’ ‘Kalkalım, gel’ dedim. Gergindi. ‘Saçmalama ya of, ağırdı, bunları bir de masaya dizmekle mi uğraşacağız?’ Menemen güzeldi, tam istediğim gibi yumuşacıktı ama Ayşe pek tatmin olmamış gibiydi. ‘Güzel olmuş’ diyordu dizini ovarken. Koltuk altları yırtık bir tişörtle insanların arasına karışmış gibi hissediyordum. Çoğu kıyafetimin herhangi bir yerinde delik olma olasılığı yüksek biriydim, şu an hariç. Uzun zaman sonra kendime mini kıyafet alışverişi yapmıştım. Sıkıcı mağaza dakikalarını ayıran o ilk kapıdan çıkıp, nefes alma anını anımsadım. Ayşe niye böyle mutsuzdu ki? Hayır, biri mutsuz olacaksa ben zaten o sendikaya üyeydim! Mutsuzsenci biri olarak elimde olsa Ayşe’ye sonsuz bir ret kredisi açabilirdim. ‘Boynum çok ağrıyor’ dedi, ‘geçmedi kaç gündür.’
‘Sen geç otur kanepeye, ben çayları tazeleyeyim sana sürprizim var’ dedim. ‘Sürpriz mi? Bayılırım sürprizlere ama ne aldın yine yavrum’ derken boynunu ve dizini eşzamanlı olarak tutuyordu. ‘Bırak bari beraber kaldıralım’ derken, mutfaktan geri, örtü üzerinde kalanları almak için dönüyordum: ‘Sen yorgunsun, otur işte düzgünce’ dedim. Sofra bezini de kaldırdıktan sonra odaya gelip çantamı açtım. Fermuar sesine bayılırım. Çantanın içerisinde duran poşete elimi uzattım. İçinden çıkardığım küçük kutuyla yanına geldim. ‘Ne yazıyor orada, garaj mı, ne o’ dedi. Gülerken ‘gardajin’ dedim. ‘O neymiş öyle, alabalık yağlı masaj kremi mi? Onu mu süreceksin şimdi, balık gibi kokmayayım?’ Arkasına geçip ‘korkma’ dedim, ‘yalnız biraz yakabilir baştan uyarayım.’ Geçici zamanların ara elamanı olmaktan nefret ederim. Siyahım diyorum, yalın ve yalnızca siyah. Küratör kadar da iddialıyım. Başlangıcını bilmesem de artık olur ama bitimi hiç olmayacak veya daha kibar ifadeyle uzun süre devam edebilir. ‘Eldiven vardı, saç boyasının içinden çıkmıştı. Onu getireyim tak, senin de elin yanmasın.’ Saçlarını o basit lastikle toplamasını istiyorum. Bu halde görmemesi daha iyi, burnumu yaklaştırıyorum. Reseptörlerim, ah kemoreseptörlerim dolana kadar bekliyorum. Böyle bir şey var mı bilmiyorum, iddia da etmiyorum ama bir doyuma ulaşacakları ana kadar kemoreseptörlerimi bekliyorum. Uyarılacağım. Bu uyarı Ayşe’den geliyor: ‘Ne yapıyorsun, ne bekliyorsun?’ Ne mi bekliyorum? Küçük kadınım, Heidi’m, Alplerden gelen esintim, kır çiçekleri arasında Peter’im; arkadaşını it diyorum çiçeklerin arasına, sen de sarıl o kokuya! Bak burada bir Bayan Rottenmeier yok! Yo, haklı, kadın fazlasıyla haklı ancak nezaket abidesi olacaksa saniyeler olmalı. Eğitim aşkıyla tutuşan zihin, birazcık tenine sert sakallarını batırmadan öpmeyi öğretmeli. Fakat Bayan Rottenmeier’de yok, kimsecikler yok bu kayısı rengi kanepe üzerinden senden ve benden başka! ‘Biraz bekleyebilir miyim’ diye soruyorum. Nezaketin böylesi! ‘Ne oldu’ diye soruyor Ayşe haklı olarak. Böyle dik durmak da onu yoruyor. ‘Kokunu çok özledim’ diye kısa kesiyorum. Sert bir şekilde ‘iyi, kokla bari’ demesinden ürküyorum. Müsaade saniyeleri bunlar; çabuk geçer ama asla unutulmaz. Müsaademi sadece koklamak için aldıysam öpmek sakıncalı. Piyadeler görüyorum, derdest edilmiş bir kalenin içinden çıkmışlar ve kime ait olduklarını bilmedikleri bir ülkede esir altındalar. Rüyalarım gerçek oluyor. O iki kaleyi yeniden görüyorum. Gözlerimi kapatınca korkuyorum ama öyle daha güzel! Açıyorum; işte buradasın Ayşe, sensin, bu tanıdık koku senin ve yanılmıyorum. Saç diplerinden yükseliyorum ‘hangimsin sen benim’ ve etrafa dairesel uzanan iki deliğim şu anda keder toplayıp, yağmur bekleyen çingeneler kadar alakalı yaşamaya: ‘Hangi rengine boyasam ki seni gözlerimin?’ Cevapsız bir yüz yok, oradayım; yanındayım. Gözyaşlarım acıtmadan boynunu kremi sürmeliyim.
‘Ah, ciddi yakıyormuş bu’ derken gözleri karşımdaydı. ‘Yaslan kanepeye, düzgünce otur’ dedim. Ayşe otururken ayağa kalktım. Başını kanepeye yaslarken canı yanıyordu. Karşısına çömelip, parmaklarıma kutudan tekrar krem bocaladım. Önce ağrıyan, sonra diğer dizine krem sürerken bir eliyle saçlarımı okşuyordu. ‘Yapma’ dedim. ‘Hoşuna gitmiyor mu?’ ‘Ih’ sesleriyle boynuna karışmış kremin acısını karşılıyordu. ‘Önceliğimiz acılarını dindirmek, işime yoğunlaşmak istiyorum.’ Gülerek ‘eşek’ dedi, ‘gören de atom parçalıyor sanacak.’ Dizlerine de krem sürdükten sonra dizlerini tutup, bacaklarını hafifçe aralarken başımı kaldırıp göbeğine yaslandım. İki elim kanepe üzerinde açıkta bekliyor, sarılamıyordum da! Elleri şimdi daha çalışkan olmalıydı. Üzerine ağırlık gelmesin diye aptalca bir pozisyon bulmuştum. Baldırım kasılmak üzereydi. Boşluğa uzandım. Solgun bir mor sümbülü andıran dudaklarının kenarından dört defa öpüp, hayali bir eşkenar dörtgeni geride bırakıp açık çantama uzandım. ‘Çantanda yazma mı taşıyorsun’ diye gülümserken boynuna yazmayı doladım. ‘Ellerimi yıkayıp, çay doldurup geleyim’ dedim. Sıvı sabunun elimdeki kremi temizleyici etkisinin az olduğunu biliyordum. Önce bulaşık deterjanıyla ellerimi yıkamam gerekiyordu. Musluğun yanında yarım litrelik pet şişe içerisindeki azıcık yeşil sıvıya bakıyordum. Tam ‘hadi be sende’ diye aklımdan geçirecekken, poşetin içerisinde hâlâ masanın altında duran yeni bulaşık deterjanını hatırladım. Kreme bulaşık deterjanı bile pek etkili değildi. Önce krem gibi olan temizlik malzemesiyle el yıkanmalı, sonra sırayla bulaşık deterjanı, güzel kokulu sabunla işlem bir güzel tamamlanmalıydı. Ardından cila niyetine Norveç formüllü hızlı emilen bakım kremi dermatologların tavsiyesi üzerine sürülebilirdi. Neyse ki İskandinavlı bir balıkçı değildim!
Çayları getirirken sehpayı önümüze çekmeyi unuttuğumu fark ettim. Sehpanın üzerine iki bardağı da koyup dikkatle kanepenin önüne kadar taşıdım. Bir anda ‘söyler misin’ dedi, ‘cidden çok mu zararın? Her şeyini mi kaybettin?’ Bu kötü esprimi unuttuğunu düşünüyordum. ‘Kapatalım mı bu mevzuyu’ derken ciddiydim. ‘O kadar kötü diyorsun, tamam açmam bir daha mevzuyu. Acısı dindi ama iyi geldi sanırım. Sağ olasın yavrum.’ Televizyon ekranında sahneleri dönen dizeye baktım. ‘Şu kadın seninle aynı yaşta, hatta senden iki gün büyük’ dedim. Çayını yudumlarken ‘diziyi izlemiyorsun, kadını mı takip ediyorsun’ dedi. ‘Ya yok’ dedim, ‘bir keresinde bunun oynadığı bir klip vardı, onu izledikten sonra merak edip bakmıştım kadına.’ Bir yudum daha alıp çayından ‘güzel kadın ama bakışları filan da etkileyici’ dedi. ‘Ayşe’ dedim, ‘o değil de bu kadın asıl şeye benzemiyor mu? Hani Behzat Ç.’de, sonra şey, fakat müzeyyen bu derin bir tutku filminde oynamıştı.’ Sen’ dedi, ‘Beyaz Gelincik dizisinde oynayan kadını söylüyorsun. Ceren’i diyorsun.’ Bahsettiği diziyi zerre anımsayamazken ‘hı hı, o sanırım’ dedim. Konuşuyorduk ama yüzlerimiz televizyona dönüktü. Bir an için zihnimin bana küçük oyunlar oynadığını fark ettim. Pozisyonlarımız itibariyle zihnim beni bir filmin afişine götürüyordu. Zeki Demirkubuz’un Yazgı filminde iki başrol oyuncunun son sahne pozundaydık. Sanırım son sahne olmalıydı, her şeyin bir sonu olduğu kadar son olmalıydı. Siyah olsam, siyah olsa bile bir sonu olmalıydı. ‘Bana sürprizin bu krem miydi’ diye Ayşe sorarken, hâlâ filmin etkisindeydim. İnsan eninde sonunda her şeye alışacaksa, alışmak o kadar da kötü bir şey olmamalıydı! Söyleyecek düzgün bir meselem, üzerine uzun monologlar, hatta tiratlar çekebileceğim dertlerim olsaydı kelimelerimin değerli olduğunu bilirdim. Şimdi, şimdi ne için büyük konuşmalar yapacağım? Siyah, bir kör renk için mi? Kör bir duygulanım, kıçı kırık bienal küratörünün söyleminden etkilenip, bir de üzerine meselemmiş gibi dertlenmem mi gerekiyor? Birine ‘seni seviyorum’ dediğinizde o sizi ‘seni ben, senin sevdiğin gibi sevmiyorum, sevemiyorum, lütfen bunu benden bekleme ama seni insanca seviyorum’ demesi mi daha ağır gelir yoksa ‘ben seni sevmiyorum’ demesi mi? İnsan akrep olabilseydi bu sorunsal konusunda daha net eylemde bulunurdu. Ya canhıraş içerisinde sokardı karşındakini ya da terk ederdi, kaçardı!
Akrep şimdi yelkovanla sarılıyor. Tam ortasından vurmuş sayılmayız günün, gece bile eksik parçalarını eteğinde taşıyor. Başını omzuma koyduğu andan itibaren nefes alışverişlerinin değiştiği saniyeyi hafızama kazıdım. Başını hafifçe kaldırıp, kolundan tutarken ‘hadi’ dedim, ‘güzelce yatağında uyu.’ Gözünü dahi açamadan ‘hayır’ dedi, ‘burada, az yanında kalayım.’ Israrcı olunacak noktada idim. ‘Boynun ağrısı az dinmişken güzelce dinlendir vücudunu, hadi diyorum, hadi.’ Yatağına doğru götürürken ‘sen ne yapacaksın, uyuyacak mısın’ diyordu. Yatağına uzandırıp, üzerini örterken ‘of, çişim geliyor ama kalkacak halim yok’ dedi. Gülümserken üzerini örtüyordum. ‘Gidecek misin, gitme, az yanımda kal’ dedi. Yan odadaki zebra desenli oturağı olan sandalyeyi hatırladım. ‘Geliyorum’ dedim. ‘Nereye’ diye fısıldar gibi arkamdan sesleniyordu. Gözlerini hafif araladığında yatağın yanında oturduğumu gördü. Evin içindeki tüm gece lambalarını kapamıştım. Benimkisi de huy işte, geceye böylesi karanlık, siyah yakışıyor. ‘Saçmalama’ dedi, ‘böyle mi oturacaksın’ dedi. ‘Çay içerken bana gösterdiğin şiir aklıma geldi. Şiir denir mi bilmiyorum ama hani pek kendisini sevmesen de pek yakın zamanda kaybettiğimiz zannımca modernleşmiş geleneksel tiyatronun son öncülerinden Ferhan Şensoy’un sözleri.’ Hafifçe öksürüp ‘şiir’ dedin. Çayları altlık yaptığımız sehpanın üzerini satranç tahtası gibi yapmışsın ya, şimdi gecenin hangi saniyesinde seni aklımdan çıkarıp da gideyim buradan? Dünya düz olsaydı, dediğini kabul edebilirdim. Ayşe sessizce ‘şah mı diyorsun’ dedi. Gözlerim karanlık odaya gitgide alışıyordu. ‘Aptallık demiyorum, demeyeceğim; canım hâlâ çay istiyor.’ Yorganın içinde esneyip gerindikten sonra ‘demle’ dedi, ‘uyumazsam beraber içeriz.’ ‘Hayır’ dedim, ‘çay bir metafor, asla bu metafor yitime uğramıyor.’ Uzunca bir esneyiş sonrası ‘susadım mı demek istiyorsun yani’ dedi. ‘Evet, anlamca çok yakın.’ Yatağın sol kenarında ayakta bir hayalet gibi duran tabloyu bile artık seçebiliyordum. ‘Gel, sen de uzan diyorum, sarılırsın bana, gelmiyorsun. Çay demle, içeriz belki diyorum, yok diyorsun. Ne istiyorsun Allah aşkına, zaten çişim geliyor! Uyumamı istemiyorsan geleyim seninle, böyle oturman çok aptalca.’ İncecik bir kuş sesi gibi esneyişim bölüyor sesini. Mor bir nergis sırtını dönüyor. Boynu hafif kırgın, damlıyor dişlerin arasından. ‘İç’ diyor, içebildiğim nah şu kadar! Kıvrılan her parmağın dili var bu saatte. Hiç yenilenmeyecek hücrelere uğruyor gemi. Dümen kırıyoruz. Mutluluğun sol omzunda apaçık odayı aydınlatıyor. Fısıldıyorsun, hain olan ne aramızda: ‘Benim akıbetim bilinmeyen bir zamana dümen kırardı. Senin akıbetinse parlak bir yıldızın Ay’a yarenliği gibi ondan feyz alıp ışık saçardı. Dümen yine iki, kıyısız, akıbet, hah meçhul, Ay’ı da, yıldızı da gözlerine kaldırmışsın. Bana şimdi bakmıyorlar gibi ama bakıyorlar. Krem kokmuyor mu orası, çok sevdiğin kokumu bile yitirdim. Sen sebep oldun buna. Boğumların arasını ne boş ve ayrık, düşecek gibiyim. Gidersen ıslık çal. Bilmiyorsun da ıslık çalmayı. Sen topta sektiremezdin değil mi? Sen şimdi onu da bilmezsin hani. Onu işte, aptallaşmayı… Dur, dur… Daha sıkı, sımsıkı!’
Yağmur yağıyor. Üç sene önce bugün seni bekliyorken hava ne güzeldi! Rüzgârın bizi üşütmesi için bir sebebimiz vardı. Derenin içine bakıp ‘burada nasıl balık olmaz’ diye sayıklıyordun. Tıpkı o gün yatağında sayıklar gibi; sen bazen sayıklarsın da, aynı şeyleri söyleyip durursun. Dinlerim, seni hep can kulağımla dinlerim. ‘Ağla canım, ağla, bir Kızılderili’nin dediği gibi gözlerden yaş akmayınca, ruhun gökkuşağı olmazmış. Benim bedenim, gözlerim, ruhum yorgun, ağlayamıyorum bile. Sen ağla, ikimiz için ağla, ruhlarımıza bizim olan bir gökkuşağı var et.’ Yağmur öyle güzel yağıyor ki; tatlı bir serinlik önce ayaklarıma, sonra da ruhuma değin bir ürperti veriyor. Acı bir kahve yapıp içiyormuşum çok mu? Sodayı kahveden önce içmişsem bil ki susamışım! Bir hikâye yazabilseydim, cümlelerimi düzenli ve bir makinenin dişlileri gibi işleyecek hale getirebilseydim ilk seni yazardım. Yaratıcının en güzel eserlerinden olan omuzlarını, nergis kokan tenini, izlerden bir ansiklopedi haline gelen öpülesi dudaklarını çağırırdım hafızadan tüm acıları silerek. İsterdim ki ‘orada olmayı istemenin’ bedeli, yalnızca hesapsızlıkların hesabının bile olmayışı olsaydı! Seni dinlemenin keyfine bırakmalıydım kendimi. Dudaklarının arasından her bir esin, kelimenin eseri nutkum olurdu. Bambaşka, yepyeni, adını dahi bilmediğim bir çiçeği koklardım saçlarının arasında. Nehirlerin olurdu, bir denize dökülür gibi bakardı Güneşle ısınmış toprağa ait gözlerin. Ve kimsenin sana seslenmediği, kimsenin bulup önüne sermediği cümleler bulurdum eğer yazabilseydim seni. Orada olmanın arzusu hiç değişmedi. Dün çok geçti, bugün fazlasıyla istekli, yarın ise sessiz. Sessiz bir isteğin geç kalmışlığı mıdır bilmem ama tüm gece sandalyede oturup seni izleyebilirdim.
Acı kahveden son bir yudum aldım. Sabahın erken saatlerinde balkonda bir adam, bir kadın oturmuş konuşuyorlar. Onları bile kıskanıyorum. Emeklilik nasıl bir şey hiç bilemeyeceğim! Yan taraftaki diğer balkonun misafirleri daha gelmediler. Zaten onları pek de göresim yok. Kara camlı gözlükleriyle yaşlı Arap’ın beni çırılçıplak gördüğü gün aklıma geliyor. Neyse ki pencereyi senin ellerinin değdiği perde kapatıyor! Biraz mahremiyete ihtiyacımız var. Hayatın acılar kadar uzun gelişine artık eskisi kadar da aldırmıyorum. Kuşlar uçuyor, uçuyor ve yine uçuyorlar. Karga efendinin her sabah altı buçukta balkona gelip pislemesi yok mu, kurumuş dışkısını temizlemek bile hâlâ yaşadığımı bana anımsatıyor.
Yağmur durdu. Palmiyeden kaldırıma düşen damla seslerini duyuyorum. Birazdan insanlar balkonlarında kahvaltı yapmaya başlar. Sevdiğin yumuşak simitler karşıda bakkalın küçük cam dolabında sıcacık duruyor olmalılar. Guguk kuşu da başladıysa ötmeye, içeri girmeliyim. ‘Ellerin’ diyorum, bir nergisin sırt ağrısı kırk beş derecelik açıyla havada. ‘Ellerin’ diyordum, çiçekli villanın önündeki fotoğrafında duruyor. Ellerin; kimse daha fazlasını bilmiyor; sımsıkı. Susuyorum, susuyorum…
YORUMLAR
Bu yazıda altını çizmek istediğim birçok satır vardı eğer elimdeki telefonda sekme olarak değil de bir kitap sayfası olarak dursaydı.
Ben böyle yazıları, böyle seven adamları ve bu çok da yabancısı olmadığım duyguları seviyorum.
"fakat Müzeyyen bu derin bir tutku" filmindeki Arif gibi bir adamdı bu hikayenin de yazarı, o hissiyatı verdi tıpkı.
Kelimelerim beğenimi ifade etmeme yetersiz kalıyor. En iyisi uzatmamak.