- 502 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
907 - İKRAR
Onur BİLGE
Dede “La İlahe! La ilahe!..” deyince, Sadullah Bey gitmekten vazgeçti. Tekrar yerine oturdu. Yüzünde şaşkın ve yenik bir ifade vardı. Belli ki ondan o cevabı beklemiyordu. Bana kalırsa, soruyu yanlış sormuştu. Onun için cevabını alamamıştı. İman, inkârdan geçerdi. “İlahlar nasıl inkâr edilir? Arapça “İlahlar yok!” nasıl denir?” diye sormuş olsaydı, cevabı yalnız dedeciğimiz değil, hepimiz bilirdik. Kafamız bu kadar karışmaz, beynimiz çatlayacak raddeye gelmezdi! Sadullah Bey bu defa da:
“İkrar nedir?” diye sordu.
“Kabul etme, benimseme, bildirme, açıkça söyleme demektir.” diye cevapladı dede.
“Her şeyden önce Tevhidi iyi bilmek lazım!” diye başladı yine Sadullah Bey. Dedenin de kafasının tası attı! Zaten o dört hecelik soru yüzünden sinirleri iyice gerilmişti. Öfke, sitem, isyan... Ağzına geleni saydı!
“Nazlanma artık arkadaşım yahu! Benim vaktim az. Ömrüm bitti bitiyor, sen hâlâ ağız yapıyorsun! Her konuda ahkâm kesmeyi biliyorsun da Tevhide gelince hep duruyorsun ve bin bir bahane öne sürüyorsun! Neden? Zamanı mı var? Vakti geldi! Haydi!.. Şimdi!..”
“Birkaç ayet aktardım, belki anlar da acele etmez diye... Hem o kadar ucuz mu! Biz ne bedeller ödedik onu öğrenmek için!”
“Onu öğrenme hakkını elde etmek için maça çıkmak mı gerekiyor? Yarına çıkmaya senedim yok! Yoksa nereden başlayacağını bilmiyor musun? Başla artık! Ders, isteyene, almaya hazır olduğunda verilir. Şimdi istiyorum! Şimdi!..”
“Yarına çıkmaya kimin senedi var! Maça çıkmadan Lat, Menat ve Uzza’ları yıkmadan, gönül Kâbe’sini putlardan arındırmadan olmuyor.”
“Öğrenmeden ölürsem seni Allah’a şikâyet ederim! “Ben istedim, vermedi, bin dereden su getirdi, testiyi de kırdı!” derim. Sen öyle bir ışık yak ki, ışığım, kendiliğinden etkisiz kalsın! Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmayalım! Madem ki Tevhidi bilmeyen şirk içinde kalırmış! Demek ki onu öğrenmek o kadar elzemmiş... Öğrenmek istiyorum ben! Öğret o zaman!..”
“ Hemen mi öleceksin? Yoksa merakından mı? Korkuyorsan bu yoldan gidemezsin! Pirinç de gider, bulgur da... Her şeyin bir zamanı var. Biz zuhurata bağlıyız. Demek ki henüz anlatmamız istenmiyor. Bekle bakalım! Beklemesini bil! Kaç aylıksın sen? Altı aylık olmayasın?”
“Bildiklerinle gömül! Hiç bir şey istemem senden artık! Ne olursam olayım! Aman ser ver de sır verme!.. Tahtına rakip çıkmasın! İlmin senin olsun! Allah, kimseyi kimseye muhtaç etmesin!”
“Tahtım yok ki rakibim olsun! Allah’ın olan mülkte taht sahibi olur mu! Kara karıncanın ayak izlerinden daha ayan! Bu işler öyle kolayca olacak işler değil. Öncelikle bir altyapı ister. İlk baştan başlanır bir konuya. Şu an olmaz! Olmayacağı besbelli... Vakit ne vakit olmuş bak! Bu kadar yorgunluktan sonra nasıl çıkılır maça! Yarın öğle namazından sonra başlayalım!”
“Sen bir şeyler öğretmeye değil, benim burnumu kırmaya meraklısın. Başka bir derdin yok. Bilgin seni havaya sokmuş. Benim bilgisizliğimde tevazu var hiç olmazsa... İlk defa sana bu kadar çok kızdım!”
“Buda’nın meşhur bir hikâyesi var. Çeşit çeşit anlatılır. İlim öğrenmek için üstadına bir testi suyla gitmiş. O da onun elindeki su dolu testiyi görünce kapıyı Buda’nın yüzüne çarpmış! Buda bir yıl sonra bir gül alıp gitmiş, çalmış kapıyı, kapı açılmış. Elindeki gülü uzatınca: “Şimdi gel!” demiş üstadı ona. İlmin sembolü suymuş. Buda’nın testisi bilgi dolu olunca üstadı ona: “Senin talep ettiğin ilim bizde yok!” demeye getirerek kapatmış kapıyı. Gülse irfaniyetmiş. Gülle gidince irfan kapısı açılmış. Onun için önce testiyi kırman gerekir! Tanıştığımızdan beri testi elinde... Kızdıkça kafama çalsan da sağlammış kırılmadı! Dolu testi su alır mı! O kadar bilince ben ne verebilirim ki sana! Burnunu kırmaya değil ama testini kırmaya meraklı olabilirim.”
“Testimdeki su işe yaramıyor, öyle mi? Yani ben zır cahilim o konuda, öyle mi demek istiyorsun? Bunca yıldır hiç mi bir şey öğrenememişim ben! Yıllardır Kaptan’la çelik çomak mı oynamışım! Seni yetiştirenler, o ilmi gökten mi indirmişler! Kaptan onların ellerine su dökemez miymiş! Hadis öğreniyoruz, meal okuyoruz burada. Ayetler yetmez mi! Ayetlerden, hadislerden daha anlamlı sözler mi söyleyeceksin sanki!”
“Hayır, azizim! Haşa!.. O nasıl söz öyle!.. Rahatsızım, yorgunum, uykusuzum... Biliyorsun işte! O konu da ağırdır. İman bahsi... Çok hassas bir konu! Sabırlı ve anlayışlı ol lütfen!”
“Boş ver! Bitti! Hevesim de kalmadı, merakım da! Cehennemde yansam da istemem artık! Dilenci gibi yalvaracağım ha!.. Hiç bir şey bilmeden gittim Kaptan’a. Salak gibi, aptal gibi... O kadar zavallı... O beni hiç hakir görmedi. Bilgisizliğimi yüzüme vurmadı. Ne öğrendiysem ondan öğrendim. Ondan Allah razı olsun!”
“Senin benden istediğinin zemini, seninkinden çok daha sağlam olmalı! inşallah ona sağlam başlayacağız ama aşırı duyarlılık istiyor. Evvelki bildiklerimizin kıyameti kopuyor! Bekleyelim, İnşallah hayırlı bir vesile ile başlarız! Maçsa, kıyasıya maç yapacağız ama öyle saha kenarından seyretmekle olmaz!”
“Hacı Bayram’ın son saatleri... En yakın en gözde talebeleri etrafında... Herkes ağzından çıkacak son sözleri merakla beklemekte... Hepsinde bir heyecan!.. Akıllarda tek soru: “Yerine kimi bırakacak acaba?” Mevsim kış... Ankara’da diz boyu kar... “Gidin de bağdan üzüm getirin bir sepet!” diyor eren. “Bunamış mı ne? Yoksa sekarette olduğu için mi saçmalıyor? Kış günü üzüm mü olur bağda!” diye düşünüyor olmalılar. Hiçbiri yerinden kımıldamıyor. Yalnız Ak Şemsettin, erenin Akçaoğlan’ı, sepeti aldığı gibi dışarıya fırlıyor! Bir tek o itaat ediyor emre! Bir tek o tam bir teslimiyetle başlanmış. Bağa gidip karları eşiyor. Bir de bakıyor ki kütür kütür üzümler... Salkım salkım kesip dolduruyor, hayret ve kerametin sarhoşluğuyla takıyor sepeti koluna: “Allah Allah Allah...” diye zikrede zikrede giderken, üstü karla örtülü bir bostan kuyusuna düşüyor! Kıssa bu ya... O sırada Hızır’a görev verilmiş: "O sevgili kulum beni zikrederken kuyuya düştü. Git onu çıkar oradan!" diye. Hızır anında yetişmiş: "Ver elini, arkadaş!" diye elini uzatmış ona. O anda Akoğlan: "Çek elini Hızır! Şemsettin’in eli Hacı Bayram’ın elinde!.." demiş. İşte arkadaşım, öğretenle öğretilen arasındaki bağ böyle bir bağ olmalı!”
“Allah her şeyi kuldan öğretir. Tıpkı bu güne kadar öğrendiklerin gibi... Çocukluğun üstünde yine! Deli! Ben bir şey bildiğimi söylemedim ki! Öyle bir şey mi dedim! Söylemediğim şeyleri bana isnat edersen iftira olur. İşin gücün saldırmak! “
"Hata bende oldu. Herkes kendi eğiticine, öğreticisine, doğrudan Resulüne, dolayısıyla Allah’a tabi olacak! Başkasından ilim talep etmeyecek! Din kimsenin tekelinde değil! Bilgiçlik ettin bana. Bir cümleyle bile başlamadın inadından! Neden? Yalvartmak için mi? Ne zaman onu anlatmanı istediysem, bir vade koydun!”
“Anlatabilmem için başta benim hazır olmam lazım. Hem eski bildiklerinin üstüne inşa edilemez Tevhit.”
“Sonra, bir gün anlatacak gibi oldun. O gün de bir bahane icat ettin: “Bu gün anlatmam! Yok! Sözümü kestin! Edebe uymadın!” dedin, kaçtın. Bin bir nazla... Ekmek, acıkınca... Su, susayınca... Bir başka bahara artık, geçmiş ola!..”
“Peki, kabahat benim! Lütfen sus artık! Daha fazla kırıcı olma! Aksi halde bir daha yüz yüze bakamayacağız!”
"Susmam! Susmayacağım! Geberinceye kadar sinirleneceğim! Kendimi yiyeceğim! İstediğin olsun! Rahat et! Evine git uzan yat! Rahat rahat, horlaya horlaya uyu! Sen uyu!.. Beni görme! Allah görür beni! Firavun da büyüklenmişti. tanrılığını ilan etmişti!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 907