- 590 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
901 – KANDİL
Onur BİLGE
Sadullah Bey’in anlattıklarından herkes anlayışı miktarınca nasiplendi. En çok Define anlayabilmiştir onun dilini.
“Bizim anlayacağımız dille anlatsaydınız da biz de anlasaydık ya Sadullah Amca!” dedi Neşe.
“Bu konu başka nasıl anlatılır ki kızım? Ben böyle işittim, böyle ezberledim, böyle aktarabiliyorum. Bu kelimelerin Türkçede tam karşılıkları nedir, bilemiyorum. Lügatten bulunabilir ama onlar da tam karşılıkları olmayabilir. Anlayamadığınız yerleri not alır da sohbetten sonra sorarsanız, elimden geldiği kadar açıklamaya çalışırım.” dedi o da.
“Beş kandil mi vardı?” diye bir duvar yıkmaya kalktı Define. Bilmezlikten gelme sanatında ustadır o ikisi de. Sadullah Bey tecâhül-i ârif der. Dede ise tecehülüarif... “Vay cahil Ârif vay!” derdi öğretmenimiz.
“Günümüzde kandil de kalmadı. Fenerlerle gaz lambaları da tarihe karıştı. Hıristiyanlıkta da var bu kandiller mumlar...” diye homurdandı Hikmet. Hem yiyor hem laf yetiştirmeye çalışıyordu.
“Mübarek gecelerden söz ediyoruz. Sen ne yapıyorsan orada?”
“Bir şeyler atıştırıyorum dede. Çift kaşarlı nefis bir tost ve ayran... Bitti. Geliyorum! İşte geldim dede! Emrinize âmadeyim efendim!”
“Kaygusuz Abdal: “Kaygısızın hüneri helva ekmek yemektir.” diyor.”
“Bu çocuk var ya dede... Zır zır zır... Şeytan, sohbet esnasında ille de ille ya en yaşlıya ya da en küçüğe musallat olur ya... Bizimkinin yaşı kaç bilmiyorum ama en yaramazımız...” dedi Orçun.
“Tam da bizim sevdiğimiz şey! Arayıp da bulamadığımız...”
“Tam haşir olamamış dedeciğim. Arızalı... Onun için parazit yapıyor.”
“Yeter ki neşirde sorun olmasın! Adab-ı muaşeret kuralları pek umursanmaz oldu şimdilerde. Neyse... Burada yapsın da başka yerde yapmasın! Şevki kırılmasın sohbet edenin.”
“Bizim evde de toplantı vardı geçenlerde.” dedi Neşe. “Teyzemler gelmişti. Bir de çocuk vardı gelenlerin arasında. Muhterem bir hanım sohbet yapıyordu. Çocuk bir yaramaz, bir yaramaz ki sormayın! Kızdım, uyardım bir ara. Bir nefes susmadı ya! O çocuk benim yakınım olsaydı utancımdan yerin dibine girerdim! Annesi olsaydım alır giderdim, kimseyi rahatsız etmezdim!”
“O veledin annesi görgü kurallarından haberdar olsaydı, oradan kalkıp gitmesi ibadet yerine geçerdi.” dedi Mahir. Sadullah Bey de:
“Ehl-i irfân meclisinde ne arar bu hergele
Tut kolundan, at dışarı, çek kapıyı sürgüle!” diye söyleyeni belli olmayan bir beyit okudu.
“İki iki buçuk yaşında... Tutturdu mu tutturuyor! Asla inadından dönmüyor! Sinir kestim!” diye devam etti Neşe.
“Canım! Çok tatlı şeyler olur o yaşta onlar!” dedi Işıl. “Hergele ne demek? Kullanılabilir bir sözcük mü?”
“Osmanlılar zamanında Üsküdar Salacak semtinin adıymış. Merak etme, ayıp değil!” dedi İsmet.
“Ankara’nın meşhur meydanının adıdır...” dedi Orçun da. “Ulus’ta... İtfaiye Meydanı var ya orada... Hergele, adeta bit pazarıdır. Ne arasan bulursun orada. Günümüzde Hergelen deniyor ama o güzellemedir.” Dede dilinin döndüğü kadarıyla o sözcüğü açıklamaya çalıştı:
“Har, Farsça eşek demektir. Gele de sürü anlamında kullanılıyor. İkisi birleşince hargele oluyor. Zamanla hergele olmuş. At, eşek sürüsü anlamında kullanılıyor.” Neşe hızını alamadı:
“Elde edinceye kadar ağlıyor bağırıyor ve elde ediyor! Annesi kukla olmuş. Onu o idare ediyor. Kadın muma dönmüş!” diye uzattı lafı. Dede mum sözcüğünü duyunca fırsattan istifade:
“Mumdan, kandilden ışıktan bahsediyorduk.” diye konuya döndü. “Kandilden kasıt ışıktır, nurdur. Aydınlatan anlamında kullanılır. Kandiller, aydınlık gecelerdir. Günah isiyle kararan ruhlarımızı temizleyip aydınlatırlar. Ne çok kandil vardır bu aylarda! Regaip, Miraç, Berat, Kadir... Bir de Mevlid kandili var, bilirsiniz.”
“Bir de Teşekkür Gecesi varmış dedeciğim. Şaban’ın yirmi yedinci gecesi... Bizi İslam’la buluşturduğu için Sevgili Peygamberimize teşekkür anlamı taşırmış. Namaz, dua ve salavatlarla ihya edilirmiş. O gece, Şaban ayı içinde, Kadir Gecesi gibi kutlanırmış.” dedi Mahir de.
O gecelerin faziletleri üzerinde duruldu. Sorular soruldu, cevaplandı. Detaylar epey vakit aldı. Buraya bu kadarcık kaydetmek de bana kaldı.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 901