- 638 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
890 - DAĞINA GÖRE KAR
Onur BİLGE
Define eskilerden söz açmıştı. Her zamanki gibi dilinin döndüğü kadar kendi hayatından örneklemeler yaparak yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatmaya çalışıyordu. Hepimiz açık yüreklilikle kendi hayatlarımızdan kesitlerle katılıyorduk sohbete. Akşamdan beri yağmur yağıyordu ince ince... Yılın ilk yağmuruydu. Belki de onun için bizde duygu yoğundu. Dede de gözyaşlarını tutamadı sanırım o nedenle. Mazi canlanınca gözlerinin önünde... Hele bir de bahşedilen onca nimeti göremediği zamanlarda dalmış olduğu gafletten bahsedince...
O esnada Sadullah Bey girdi içeriye. Yağmur epey hızlanmıştı o arada. Şimşeklerle gök gürlemeleriyle... Şemsiyesini öylece bıraktı bir köşeye. Sular sızıyordu tellerin uçlarından. Ayakkabıları da, pantolonunun paçaları da epeyce ıslanmıştı. Cebinden mendilini çıkardı, yüzünü ve ellerini sildi önce.
Selamlaşmanın akabinde arkadaşının gözlerindeki yaşları görmüş olmalı ki ağlama ile ilgili bir konu açtı. O konu oradan nerelere, nasıl da ulaştı!
Bu iki kafadar, birbirlerini o kadar çok seviyorlar ki bir araya gelmeden edemiyorlar. Sadullah bey, yağmur yaş demeden evde duramamış, çıkmış gelmiş. Buna rağmen gökyüzüne benziyorlar ikisi de. Bazen günlük güneşlik oluyorlar, bazen saikalı... Bulutlar gibiler. Ya göklerimizi süslüyorlar, şekilden şekle girerek, ahenkle süzülerek ya da süratle çarpıyorlar birbirlerine ve şimşekler çaktırıyorlar! Bazen latilokum oluyor konuşmaları, bazen de gök gürlemesi!.. Ardından bir yağmur, bir rahmet ve bereket... Ondan istifade ediyoruz ekinler gibi...
“Zeki Müren mi ağlattı? Dışarının etkisi mi, içinin tepkisi mi? Sabahtan beri gök yüzü de ağlıyor, hıçkıra hıçkıra... Hem de şimşek naraları ata ata ama yeryüzü gülsün diye... İnşallah gözyaşların da seni güldürür! Çocuk ağlayınca annenin memesi, kul ağlayınca da Allah’ın merhameti coşarmış. İnşallah öyledir!”
“Yok. Şarkıdan türküden falan değil. Önümde rakı şişesi de yok, gördüğün gibi... Yaptıklarımı hatırladım da... Mazimi düşündüm... Gafletimi... Bazı hatalarımdan bahsettim gençlere. Şimdi biraz daha rahatım. Çoktandır ağlayamamıştım nedense. Kendimi zorlasam bile... Gece de uyumadım. Epey bir muhasebe yaptım. Çok yorgunum.”
“Bir gece önce ben de hiç uyumadım. Sabah erkenden çıkıp gittim evden. Akşam dokuzda döndüm. Yat uyu! Bizim yaşımız ve sağlık durumumuz, çok fazla yük kaldırmaya müsait değil. İnsanın bakması gereken iki yer vardır. Nefsin yaptıkları ve Allah’ın yaptıkları... Diğerleri teferruattan başka şey değildir. Teferruatlar için de düşünmeye ve üzülmeye değmez. Sen bana bakma! Böyle gelmiş böyle gider... Kendini yorma!”
“İbrahim Ethem’den konuştuk da... Örnek kişiliğinden...”
“O hayatı yaşıyorsan anlatırken de yaşarsın ve ağlarsın tabii ki! “Bu kapıdan kovsanız, pencereden girerim!” dedi. Sonunda Belh’i tümden sildi hayatından. Ancak o, oğlu için ağlamadı. Hatta feda etmek istedi ya canı ya cananı! “Ya onu al ya beni!” diye dua etti, kalbinin ibresinin evladına kayma ihtimalini düşünerek. Ah!..”
“Aşk pazarında anın, can ile pazar olur.
İbrahim Ethem şahı Derviş eden aşkındır.
Aşkına düşen Şah’ın tahtı tarumar olur.”
“Hazreti Muhammed dört yerde zuhur eder. El an da etmekte...”
“Kim bilir kaç milyar dört yerden... Himmeti, şefaati hazır olsun!”
“Bak, o hiç aklıma gelmedi.”
“Ben onu Allah için severim. Hepimizin selamı ona iletilir. Doğrudan duyduğu ve cevapladığı da söylenir."
“Sevgin eksilmesin!”
“Biteviye selam alır selam verir. Sadece selam alıp verse, nefes alamaz! Rahat mı bıraktık onu! Rahat mı acaba bizden yana! Ne çektiyse insanlık için çekti! Öldü de bitti mi derdi! Hâlâ “Ümmeti! Ümmeti!..” Secdelere kapanarak ağlayarak yalvarmada yakarmada... “Yalnız tebliğ et! Kendini o kadar harap etme!” deniyor ama yüreği dayanmıyor! Ümmetine kıyamıyor! Allah sevgiyi herkesin yüreğine eşit yüklemiş ama o en çok onun yüreğinde çoğalmış. Biz bir sevgiyi sığdıramazken, o milyarlarca mümin ve müminenin sevgisini taşıyor kalbinde.”
“Tabi milyarlarca yerde zannedip de dört yerden birinde bile şahit olamayanlar, onun o muazzez ruhunu elbette incitiyorlar.”
“Dağına göre kar... Allah zulmetmez! Ona göre kapasite vermiş ona.”
“Doğru! Ancak tümsekleri dağ sananlar, dağları tümsek gibi ezip geçenler de var. Bar olmasın kimse, herkes yâr olsun ona!”
“Bir kendisini düşünmüyor. Bir de Allah’ın ona verdiği değerin altında eziliyor, o ilgi, sevgi ve ikrama layık olabilmek için... Onun kıldığı namazı kim kılabilir! Onun gibi kim kul olabilir! O nimetin şükrünü ve hamdını Hamid’ten başka kim yapabilir! Öyleyken yetersiz görmekte... Nihayetinde o da insan... O da bir kul... O da aciz, en büyük güç karşısında.
Düşün ki bir seni herkesten, her yarattığından çok sevecek bir Yaratan var! Ne yaparsın? Nasıl secde edersin? Nasıl hamd, nasıl şükür, nasıl itaat? Ne kadar hamd etsen az! Ne yapsan aczdesin! O, bu yükü de taşımaya çalışmakta... Gailesiz uzanıp yatmış mıdır acaba! Ona uyku tünek yoktu! Ona ölüm gibi ölüm bile yok. Kemikleri değil, ilikleri bile yorgun... Hem bizim endişemizi taşımaktan, hem sorumluluktan, hem de Sevgili karşısındaki yetersizliğinden... Anladığıma göre böyle yani...”
“Hatırlatayım, bu zan sana göre... Benim zannım yok. Her şeyi bilen Allah!”
“Eyvallah! Tamam! Sözlerim bana... Sana demem de gereksizdi zaten. Sen her şeyi bilirsin ya! “Zevzeklik!” de, geç! Üstünde durma! Demem bir daha! Dilim tutulsun! Sustum!”
“Kibrin kırılsın yeter!”
“Sen kibirlen! Azamet de kibir de sana yakışır!..”
“Eyvallah! Bazı nezaketsizlikleri nezaketle karşılamak, haşa Allah’a nezaketsizlik olur. Bunun adı kibirse haklısın. İncelik marifet ister, marifet ise ariflerde olur. Seni özellikle kırıyorum ama keyif almıyorum, alamam da... Belki kıyamadığımdandır.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 890