- 569 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
874 - YANGIN
Onur BİLGE
Sadullah Bey evine gitmek üzere ayrıldıktan sonra bir süre ofladı pufladı ve sonra: “Hay Allah! Nereden nereye... Kısa bir zamana neler sığdırttı, neler yaşattı! Halen kendime gelemedim inan ki! Sözün gücüne bakar mısınız!” diye söylendi Define. Sonra da havadan sudan konuşarak gergin havayı dağıtmaya çalıştı. Olanlara hepimiz çok üzülmüş, sus pus olup büzülmüştük.
“Mecnun’u, Leyla’nın yakınları yakalamışlar. “Bir daha Leyla’nın etrafında dolaşma!” diye kırbaçlamaya başlamışlar. Mecnun: “Vurmayın! Leyla’nın canını yakmayın!.. Ona yazık ediyorsunuz!” diye feryat ediyormuş!
Dayak atanlardan biri oradaki kızın birine: “Git şu Leyla’ya bak da gel!” demiş. Genç kız gidip bakmış. Bir de ne görsün! Mecnun’a vurulan her kırbaç izi Leyla’nın bedeninde de var! Hikâye bu ya!
Şair: Bana Leyla’yı anlat! Mecnun’dan duyup da rivayet etme!” demiş. Şair bu ya!
İki kişi kavga ediyormuş. Mecnun da o anda oradan geçiyor. “Ona soralım bakalım, hangimizi haklıyız!” diyorlar. Mecnun, ikisini de dinledikten sonra: “Leyla haklı!” diyor. Rivayet bu ya!
"Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu!” diyor Necip Fazıl. Necip Fazıl bu ya!”
Mahir: “Anlattıklarından anladığıma göre, birimizin diğerine yaptığı eziyetten Allah incinir. Öyle mi dede?” dedi.
“Evet öyle! Onu, yaptığım hatanın, nerelere vardığını göstermek için anlattım. Bin kere bin pişmanım! İçim yanıyor! Peki, diğerinde ne var? Bir de onu söyle bakalım!”
“Onda da olayı kaynağından öğrenme tavsiyesi var bana göre. Konuyu, şunun bunun dediğine göre aktarmanın etkili olmayacağı ve kabul görmeyeceği anlatılmak istenmiş. Herkesin beğenisi, bakış açısı ve anlayış tarzı farklıdır. Aktarış tarzı da öyle... Sağlıklı olmayabilir. Onun için şahit olunmayan bir şey veya olay hakkında söylenen sözlerin hiç de geçerli olmadığına değinilmiş.”
“Dinimizi de başkalarından dinleyerek değil, kendimiz araştırarak öğrenmeliyiz. Onun için kaynağa müracaat etmeliyiz. Kur’an’la yakınlık kurmadan Allah’la yakınlık kuramayız. İyi bir mümin olabilmek için orada neler söylendiğini, neler yapmamız ya da yapmamamız gerektiğini öğrenmeliyiz. Ancak öyle yaparsak O’nu görmüş oluruz. O’nu görmedikçe anlattıklarımızın bir önemi ve inandırıcılığı olmaz. Kur’an ve Hadis... Bize gerekenler bunlardır. Ya kavgadaki haklılık konusunda ne diyorsun?”
“Bana kalırsa, olmuş olacak ne varsa, aslında olmuş bitmiştir. Kaderde vardır. Vakti gelince yaşanır. Olacak olan olur! Kaçınılmaz! Ancak en az zararla, en iyi şekilde atlatılmalıdır. Haklılık konusuna gelince... Yüzde yüz haklılık diye bir şey yoktur. Az da olsa karşı tarafta da kabahat vardır. Kimin ne kadar haklı ya da haksız olduğuna karar verebilecek tek merci vardır. Hak, ancak İlahi âlemde yerini bulur. Gerçek anlamda âdil olan yalnız ve ancak Allah’tır.”
“Ya üstat ne demiş öyle?”
“Galiba o da: “Öyle bir dünyaya açmışız ki gözlerimizi, hayatımıza kast etmiş!” demek istemiş. Yolları hapishanelerden geçenlerden biri de o! Hayat, mücadele demek! Varlıklı ve asil bir aileden gelmek, hayatın maddi manevi her türlü güçlüğüyle cebelleşmek kolay mı! Yüzündeki çizgilerin her biri, yüreğindeki derin acı ve sızının eseri... Bunları ancak duyarlı insanlar hissedebilir. Dava adamları... En önemli konu ve endişe sebebi de iman!”
“Güzel şeyler anlattın. Ben de faydalandım. Sağ olasın evladım!”
“Getirdiğim kasetteki şarkıları dinliyor musun dede?”
“Arada sırada bir tanesini koyduruyorum teybe. Değme keyfime! Lakin gönlümde ne otlar kurumuş! Her birinde ayrı ayrı duygular... Her biri birer kuş... Azad ettim hepsini. Kafes kuşları gibi her biri, hasret giderme umuduyla ait oldukları vatanına doğru kanat çırparak temelli uzaklaşıp gitti. Çok teşekkür ederim.”
“Babamın kasetleri... Onun için zevkine hitap etmiştir. Nuh Nebi’den kalma!”
“Bizim gibi... Biz de âsâr-ı atîka’yız. O kadar üzgünüm ki beni kızdıramayacaksın!”
“Yaşadığın kadar daha yaşa İnşallah dede!”
“Sen de gör evlat!”
Tuhaf bir temenniydi. Şayet yaşadığı kadar yaşayabilseydi rekor kıracaktı! Hepimiz birbirimize bakarak gülmeye başladık. Dedeyi o halde hayal ettim. Belki arkadaşlar da öyle yapmışlardır. Fazla yaşamak, hele sağlıksız olunca... Çok fazla yaşlanmaktan da Allah’a sığınmak gerektiği geldi aklıma.
Mahir’le dede söyleşirken, biz son sözler üstüne gülüşürken Sadullah Bey çıkagelmez mi! Biraz da ayıp oldu! Hemen toparlandık ve açıklama yapma gereği duyduk.
O hengame içinde gözlüğünü unutmuş. Hemen yattığı yere baktık. Oradaki rafın birinde bulduk. Epey uzaktan dönmüş.
“Yahu çocuklar! Eve giderken bir şeyler almak için bakkala girdim. Paketlerin üzerlerindeki yazıları okuyabilmek için gözlük aradım, yok! O benim gözüm! Onsuz olmaz! Sabaha kadar okumadan yazmadan vakit geçmez. Dönmekten başka çarem kalmadı. Fakat açık havada yürümek iyi geldi. Epey açıldım. Sağ olun!” dedi. Ahmet:
“O zaman bir kahve yapayım! Biraz soluklan Sadullah Amca!” diyerek kalktı. O da onu kıramadı.
“Haydi öyle olsun! Her zamanki gibi...” dedi. Birkaç kişi daha kahve istedi. Sadullah Bey:
“Yaş ve yaşlılık dediniz ya aklıma geldi. Bir gün ilginç bir rüya görmüştüm. Babamın yanında yaşlı bir adam vardı. Babamı yetiştiren zatmış. Lokantada yemek yemişler. Otuz otuz beş lira kadar ödemiş babam. Yoksul adama para harcattığı için adama kızıyorum! İkinci defa aynı yerde yemek yemişler. Bu defa hesap iki misli gelmiş. Yine parayı babam ödemiş. Bu defa elimi kaldırdım, bir tokat aşk edecektim! “Bu Allah’ın Celal’i mi Cemal’i mi?” dedim. Kafasını iki yana salladı, gitti.
O lokantanın üstünde çok büyük bir bahçe, onun üstünde de eski ama görkemli bir lise veya muadili bir mektep... O bahçeye çıktım. Uludağ dahil, Bursa’nın her tarafı aralıksız alevler içinde yanıyor!..
O adam yanıma geldi. “Yaptığını beğendin mi!..” dedi. “Peki bu Allah’ın Celal’i mi Cemal’i mi?” diye tekrar sordum. Yine kafasını iki yana sallayıp gitti.
Yangını seyrediyorum... Gayet de hoştu! Birden çok güzel bir yağmur yağmaya başladı. Yangını söndürdü. Sokaklarda dolaşmaya başladım. Bursa, hiç alışık olmadığım kadar ıssızdı. Görünürde kimsecikler yoktu. Yalnız kapı aralıklarından, pencere kenarlarından bakıp kendilerini saklayan kadınlar vardı. Onlara:
“Bacım, benden kaçmanıza gerek yok! Benden size kötülük, kemlik gelmez!” diye seslendim. Biraz daha ilerledim. Bir evden zikir sesleri geliyordu. Anladım ki o adam çektiriyordu. Ben de o bomboş sokaklarda başladım onlarla birlikte yüksek sesle zikir yapmaya ama benim zikrim özeldi.
“Bizimki de böyle olsun!” dedim kendi kendime. Zikrederek uyandım.
Sonra bir yerde resmini görünce tanıdım. Gördüğüm zat, Osman Topbaş Efendi imiş. İhtiyarlıktan bahsedince o rüyamı ve onu hatırladım da anlatmak istedim. Himmeti hazır olsun! Dinlediğiniz için teşekkür ederim.”
Biz sadece dinlemekle yetindik. Yorum yapamadık. Bu rüyaya yorum yapsa yapsa Define yapabilirdi. O da daha hâlâ o elim olayın mahcubiyeti içindeydi.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 874