- 3932 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
870 - ŞEYTAN
Onur BİLGE
“Azizim, Kur’an’da arka arkaya dört ayet var ki insanı dehşetler içinde bırakıyor! “Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık! Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.” Bir kalp, bu ayetler okunduğunda titremiyorsa, mümin kalbi değildir! Aksini iddia eden varsa palavra!”
“Sadece tebliğ ile mükellef olduğunu söyler. Kendisini o kadar helak etmesini istemez. Ona kıyamaz!”
“Daldan dala atlamadan, sağdan sola savrulmadan gidelim! Başlar başlamaz sohbeti kilitleme huyundan vaz geç!”
“Sohbet ettirten O ise kilitlettiren de O’dur! Madem kap konuşmaz, Rab konuşur, bana neden kızıyorsun?”
“Hırçınlaşma, karşındakini de tahrik etme! Yavaş yavaş, konuyu dağıtmadan konuşalım. Allah yaptığından sorulmaz ! Sen yaptıklarından sorulursun. Burada da çelişkidesin. Bir bakıyorum yaptıklarını sıralıyorsun, bir bakıyorum ona yıkıyorsun!”
“Şeytanı da Allah görevlendirdi. Onu neden yakacak? O görevini tam anlamıyla yapıyor.”
“Ne söylesem bir karşılığı var!”
“Sohbeti o kilitledi o zaman! Görevini yaptı! Bana neden kızdın?”
“O zaman rahat rahat anlat, sözünü kesmeyeyim. Söz sende! Buyur!”
“Şeytan melek idiyse ve melekler emre itaatte asla hata yapmayan robot varlıklar idilerse, nasıl olur da Allah emreder, hem de Allah’ın huzurunda emre karşı gelir de secde etmez! Üstelik bir de konuşabilir! Bilgiçlik edebilir! Hani meleklere cüzi irade verilmemişti, insana verilmişti? Onun için insan, meleklerin secde ettiği varlıktı? Şeytan, Azazil adlı baş melek idiyse, o iradeyi kimden aldı? Allah’tan... O zaman şeytan, yine şeytandı. Melek falan değil... Kur’an’da, onun baş melek falan olduğundan bahsedilmiyor. Açık açık Allah’ın lanetlediği bir varlık... Aleyhi’l - lane... Lanet onun üzerine olsun!
İzin vermemiş olsaydı, ağzını açamazdı! Ânında şiddetle cezalandırılırdı! O zaman ona da onu yaptırtan Allah! Üstelik o zaman istedi, ona zaman verdi. Neticede cennetten kovulacakmışız da ondan... Allah, öyle murat etmiş. Kalem öyle yazmış. Hadi madem bir hatadır yaptılar, cezasını onlar çekseydi de biz bari kurtulsaydık! Fakat, biz de aynı hamurdanız. Denendiğimizde biz de hata yapacağız. Hiçbirimiz tertemiz kalamayacağız. Çünkü insanız. Noksanız. İrademizi bir yere kadar kullanabiliyoruz. Mutlaka günaha batıyoruz! Ona kıyamete kadar izin verdi ki bizimle cebelleşsin!
Dünya sürgün yeri... Meşakkatlerle dolu bir yer zaten. Bari o mel’unla savaşmasaydık, olmaz mıydı? Olmazdı! O ortalığı karıştırmasaydı, imtihan da, kazanan da kaybeden de ödül de ceza da olmazdı.
O zaman o da senaryoda vardı ve görevini yapacaktı. O zaman o baş melek idiyse, şeytanlık görevi verildiyse ve vazifesini aksatmadan, harfiyen yaptığına, yakamızdan bir lahza düşmediğine göre cezalandırılması değil, aksine ödüllendirilmesi gerekmez miydi?
Benim senin yakandan düşmediğim gibi... Ben olmasaydım sen tekamül edebilir miydin! Benimle kaç yönden deneniyorsun! Başta sabır...”
“Bu son özleri belki on kere tekrarladın. Bunu kasıtlı yaptığını biliyorum. Sözlerin doğuracağı sonuçları hesaba kattın mı konuşurken? O soruların bir tek muhatabı var. O da Allah! Akıl ve mantık yürütmen doğru olabilir ama doğuracağı sonuçlar itibari ile yanlış sarf edilmiş sözler de olabilir. Bunlar çok ciddi sorgulamalar... Bende malumat olarak var ama bir ilme dayalı olması gerekir. “İlim malumata tabidir!” sözünü bilirsin.”
“Denenmemiz için şeytanın iş başında olması, bize bir an bile göz açtırtmaması gerekiyordu, aynen yapıyor. Melekler gibi emre itaatte... Hele bir de iyilik yapsın bakalım! Ona öyle emredilmiş.
Aslında şeytan denen varlık belki de bir semboldür. Şeytan içimizde... Nefis... Kolayca anlayalım diye kişileştirilerek sembolleştirilmiş olabilir.
Efendimiz, tırnakların içinde küçük küçük, gözle görülmeyen şeytan yavruları olduğundan söz etmiş. O zamanın insanına mikrobu nasıl anlatacaktı! O zaman söylemesi yetmez, göstermesi de gerekirdi. Mikroskop yoktu ki! Şimdi mikrop başka, şeytan başka... Yani mikrop, şeytan değil ama zararlı, pis bir şey. Nefis de öyle... Zararlı ve pis...”
“Nefsin ne olduğunu bildik de mi pis diyoruz? Pis olarak tanıttıkları için mi?”
“Şeytana bak! “Sen emredeceksin, ben yaptırmayacağım!” diyor. Allah’la boylaşacak, adi mahlûk!... Bu ne cüret!.. Allah’ın sabrına bak! Allah biliyor. Her şeyi biliyor. Kesinlikle emin. O da kendince bir şeyler biliyor ya da bildiğini sanıyor. Her neyse... Bilgiçlik ediyor. İddiasını ispatlama süresi istiyor ve o süre ona veriliyor. Arada olan bize oluyor! Başımızın püsküllü belası... İyi ki aciz! İyi ki elinden bir şey gelmiyor. Sadece kışkırtıyor. Vesvese veriyor. Sonra da: "Ben bir şey yapmadım ki! Sadece fısıldadım. Bana uymasaydı! Kur’an’a uysaydı! Ne yaptıysa o yaptı!” diye kenara çekiliveriyor!
“Biraz önce simgelerden söz ettin. Sözümü kesme de kısaca bazı simgelerden bahsedeyim!”
“Cennette şeytanın işi ne? Denenme yeri sürgün yeri olan dünya ise, onlar ne güzel cennete kondularsa, orada neden denendiler? O zaman onlar cennette değil, dünyadaki herhangi bir bahçedeydiler. Madem ki o da o ana kadar melekti, neden insan yaratıldığında şeytanlaştı? Kıskançlıktan!.. İçinde kıskançlık ve kibir vardıysa vaktiyle nasıl melek, hem de baş melek oldu? O fitne fücur, fesat haliyle cennete nasıl kondu? Benim bu baş melekliğe aklım yatmadı. Kur’an’da da onun melek falan olduğundan bahsedilmediğine göre o farklı bir yaratıktır. Melekler secde etti, İblis etmedi. "Ben ondan üstünüm! Beni ateşten yarattın, onu topraktan..." diye akıl yürüttü. Melek isyan etmez! Yaratılışı da farklı... Melekler nurdan yaratılan varlıklar olduklarına göre o asla melek olamaz! Ateşten yaratılanlar Cinlerdir. Cinlerden olabilir.”
“Vaz geçtim!”
“Aklımdaki sorularla boğuşurken, diyeceklerimi kafamda toparlamaya çalışırken dediğini duydum ama anlayamadım. Af edersin!”
“Bu hatayı da defalarca yaptın. Bunu da bilesin!”
“Yemin ederim ki dalgınlığıma geldi! O kadar hızlı gidiyordum ki aniden fren yapamazdım!”
“Bu sohbet değil, farklı bir şey... Başta dinlememen hata! Ben senin her dediğini dinliyorum.”
“Her zaman değil... Çoğu zaman...”
“Hatta bazen öyle şeyler yapıyorsun ki, bir bakıyorum, benimle iletişimin kesilmiş, bir başka şeyle meşgulsün. Bu da ayrı bir hata... Birisi sana hitaben bir şeyler söylüyorsa, başka şeylerle meşgul olmaksızın! Dikkatle dinlemek zorundasın! Bu, insanın karşısındakine olan saygı ve samimiyetinin göstergesidir. Suçlusu da hazır! Sana bunu yaptıran!”
“Kim bana bunları yaptıran?”
“Ben de anlayamadım! Yerine göre Allah, yerine göre şeytan... Fakat nedense, kesinle sen olmuyorsun! Hem de hiç olmuyorsun!”
“Sen öyle diyorsun. Yanlış mı anladım ben? "Fiillerin sahibi Allah!" diyorsun. "Fiilleri Fail’e ver, çık işin içinden!" Öyle değil mi! “Aslında namazın ilk yarısını kılan biziz, ikinci yarısını kılan O!” dememiş miydin bir keresinde laf arasında! Nasıl oluyorsa... Anlayamamıştım! Hayretler içinde kalmıştım! Tövbe tövbe! Bu dediğin Hakikat’ten miydi, Marifet’ten miydi? İyi bir marifet miydi yani! O zaman ödülü alan da, cehennemde yanan da biz olmayacağız demektir! Tuhaf! Çok tuhaf! Lakin ben cahil bir adamım. Senin seviyene çıkamam. Senin dilinden ancak âlimler anlar. Ben anlayamam! O zaman beni kınama! Suçlama! Cahilliğime ver! Benim namazımın tümünü ben kılarım. Allah tamamlamaz! Biz daha oralara gelmedik!”
“Ondan kasıt o değil. Her şeyi düz mantıkla anlamaya çalışma! Benim dilimle konuşmaya gayret et! Senin söylediklerinin çoğunu merkez vaizleri anlatır durur. Yıllardır da dinleriz. "Bana seni gerek seni!" dendi mi her şeyin rotası, rengi, kokusu değişir. Körkütük olmuş sarhoş gibisin. Sorular içinde dert olsun ki derman bulasın! Bunlarla dertlenmeden, derman veren olmaz! Daha önce sana bir hayli şeyler dedim. İçinde kırıcı söz olduğunu sanmıyorum. Sivri laflar ettiğimi de sanmıyorum. Ta ilk baştan “Bu bir gönül işidir!” dedim. Dikkate ve ciddiye alınmalıydı!”
“İstediğini diyebilirsin. Mesele etmem. Ben alınmam, darılmam.”
“Darılmama, hiçbir zaman “Aklıma eseni diyebilirim!” şeklinde alınamaz.”
“Aklına eseni de, sen! Sana serbest!”
“Şaka zamanı şaka, ciddiyet zamanı ciddiyet... Seni incitiyor muyum, ukalalık yapıyor muyum, çizmeyi aşıyor muyum, sen ona bak!”
“İçinden geçirir de demezsen, o riyadır! De!”
“İçten geçenlerin de bir sınırı, bir edebi erkânı vardır. “Benim senin yakandan düşmediğim gibi...” “Ben olmasaydım sen tekamül edebilir miydin!” “Sabır başta olmak üzere, benimle kaç yönden deneniyorsun!” Bu sözleri lütfen bir daha hatırlatma! Belki beni senden soğutabilir. Çünkü bu sözler soğuk...”
“Hani anlatacaktın?”
“Dinlemeye hazırsın belki ama anlamaya hazır değilsin.”
“Sen anlat! Ben anlamazsam, melekler anlar.”
“Onların ihtiyacı yok!”
“Onlar ilim sohbeti dinlemeyi sevmezler mi! Fark edince gelmezler mi! Benim ihtiyacım varsa sen ver, almazsam, alamazsam, o benim suçumdur.”
“Bu günlük yeter! Geçen gün de böyle yaptın. “Besmeleden başlayalım!” dedim, o gün de bin türlü işin çıktı. Bunların adı sohbettir, birbirimize meydan okuma değil!”
“Aklıma gelenleri söyledim. Aklıma takılanları sordum. Meydan mı okudum! Sen her şeyi ertelemekten vaz geçmedikçe bir arpa boyu ilerleyemeyiz. Tanıştığımızdan beri Bism’deyiz. Besmele’nin B’sinde...”
“Eğer gerçekten istiyorsan, bir edep ve disiplin içinde, belirlenen bir konu üstünde, belirli sınırlar dahilinde ve belli bir zaman dilimi içinde yaparız sohbetimizi. Demek ki başka şeylerde aranan ve talep edilen zemin burada hâlâ bataklık gibi... Saplanmışız, çıkamıyoruz! Söz kâfi gelmez! Sözle özün birliği gerekir. Konuları, Tevhit dairesi içinde ele alarak incelemeliyiz. Hâlâ zemini yok! Kâh define, kah kasnağına vurmakla olmuyor.”
“Ben doğru kişi değilim o zaman.”
“Eğri de değilsin. Aynı frekansı yakalamalıyız. Anlatmak istediğim bu! Farklı dillerde konuştuğumuzu biliyorum. Aynı dili konuşalım! Bu yüzden soruyorum. Şeriatı mı, Tarikatı mı, Hakikati mı, Marifeti mi? Hangisini konuşacağımızı birkaç kez sordum, şimdi de soruyorum. Her birinin dili farklı farklı...”
“Şimdi “Marifeti...” diyeceğim, yine başa gideceksin! Bism’e... Besmele’nin B’sine...”
“Elbette zahirini bulamadığımızın batınını bulmamız mümkün değil! Adam padişahlığı bırakıp, dervişliğe başlıyor. Âlim ilmini bırakıyor, dervişliğe başlıyor. Alfabeden başlamak gerekiyor. Tarihte Türklerden çok alfabe değiştiren millet olmamış. Baksana, dil aynı dil ama her Türk devletinin alfabesi farklı, lehçesi farklı...”
“Konuyu dağıtma! Başla da sıfırın altından başla! Tamamını dinlemeye ömrüm yetmeyecek!”
“Madem ki dilimiz aynı, ortak bir alfabemiz olmalı değil miydi? Üstüme bir ağırlık çöktü. Dün dışarıya çıkamadım. Halletmem gereken işler var. Şimdi gitmem lazım. Sabırlı ol! Sen kolay kolay ölmezsin! Korkma!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 870