- 681 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
867 – AŞKIN BÖYLESİ
Onur BİLGE
İstanbullu hanım kalkıp gidinceye kadar konuya dönülmedi. Başka şeylerden bahsedildi. En çok da İstanbul’dan...
Nazik bir hanımdı. “Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı vardır. O zaman ben de bugünün, burada sizlerle tanışmanın anısına bir hatıra eşya almadan gimeyeyim!” dedi ve benim en beğendiğim biblolardan birini, hem de en güzelini ve en pahalısını seçip satın aldı. O, çok pahalı olduğu için ben bildim bileli Virane’nin girişindeki koridorun rafında olan, normal boyutunun on katı kadar büyüklükte, aslının aynısı gibi bire bir işlenmiş, ağaçtan oyulmuş bir cevizdi. Kabuğu, tam ortasından ikiye ayrılabiliyor, içindeki ceviz içini muhafaza ediyordu. “Kilitli Sandık” diyordu Define ona. En nadide eseriydi. Ağacın damarları aynen cevizin damarları gibiydi.
Onun satılışına sevindik de üzüldük de... Hele ben... Daha çok kazanır hale geldiğimde onu satın almak istiyordum. Bu durumda Define’nin öyle bir ağaç daha bulmasını, aynı onu gibi oymasını beklemek zorunda kalmıştım. Fakat iyi iş yapmıştı. O kadar ki neredeyse bir ayda satacağı oyuncaklardan elde edeceği kârın tamamını bir anda almıştı. Çukurlarına kaçan kara gözleri biraz mahzun, biraz da ışıltılıydı. Nadide eserlerinden birini satmak sanatçı için kolay değildir. Burukluğu onun içindi.
Yerine döndükten sonra bir süre de Kilitli Sandık’tan söz edildi. Sonra asıl mevzuya geçildi.
“Nerede kalmıştım?” diye sorduktan ve “Kaptan’la karşılaşmanızda...” cevabını aldıktan sonra kaldığı yerden devam etmeye başladı.
“Kaptan’a sırrımı açıncaya kadarki eksiğim, bir kulu deli deli sevmekti. O kadar ki, o aşk benim için çok tehlikeli bir hal almıştı. Her ânımda onu düşünüyordum. Bir takım sesler duymaya, hayaller görmeye başlamıştım. Kaptan’dan Allah razı olsun! Demek ki Allah beni seviyormuş ki ona yönlendirdi. Derdime ortak olunca, onu çok sevdim! Sevdiğim kıza duyduğum sevgi zamanla ikiye bölündü. Ona yaklaştıkça dinime yaklaştım, sevdiğimden uzaklaştım.
Kur’an okumaya, namaz kılamaya başladım. O Antalya’nın kavurucı sıcağında eve kapandım. Cehennemin içinde cennet hayatı yaşamanın tadını aldım. İlahi mutluluğu tanıdım.
Öyle bir an geldi ki o deli gibi görmek istediğim kızın yüzüne bakmak bile istemedim! Dini kitapları aldım kucağıma. Yarama İslami bilgileri bastım. Bir öğle vaktinde, okumakta olduğum tefsirin nuru sağ tarafıma bulut gibi indi. Hayal falan değildi. Gayet net bir şekilde gördüm!
Gözüme bir şeyler gelmeye başladı istemsiz. Gelmeden önce gelenler oldu. Bir kahvehanede ya da çay bahçesinde oturuyorum mesela... Diyelim ki bir dostum gelecekmiş, sağımdaki sandalyeye oturacakmış. Ben bundan habersizim... Olacak olan olaydan birkaç dakika önce bir araba geliyordu. Diyelim ki bir payton... Ondan siyah pantolonlu, beyaz gömlekli bir adam iniyor, sağımdaki sandalyeye oturacak... Yerimden kalkıp: "Dur, oturma! Sileyim de öyle otur!" falan diyeceğim. Bir de dikkatle bakıyorum ki, kimse yok!
Beni görecekler ve deli diyecekler! Gören var mı diye etrafıma bakıyor, yerime oturuyorum. Çok geçmeden az önceki yaşanan olay aynen vuku buluyor.
Bir payton gelip duruyor, aynı kıyafette bir arkadaş inip geliyor ve o sandalyeye oturuyor. Diyorum ki ona: “Yahu, sen nasıl bir adamsın! Erenlere mi karıştın!” “Ne diyorsun? Ben mi? Nerde? Ah, keşke...” falan diyordu. “Evet, sen... Gelmeden önce gelenlerdensin mutlaka. Yemin ederim ki birkaç dakika önce geldin. Hatta seninle konuştuum. Baktım ki yoksun, “İnşallah kimse görmemiştir, yanımda biri varmış gibi kendi kendime konuştuğumu!” diye korkuyla etrafıma bakındım ve oturdum. Yemin ederim, iki dakika geçti geçmedi, aynı şekilde sen geldin!” diyordum.
Gelmeden önce gelenlerde mi bir şeyler vardı bende mi bilmiyordum. Başkaları için de farklı farklı şeyler oluyordu. Onlara söylediğimde hayretler içinde kalıyorlardı.
Mesela hayatımda hiç görmediğim, o an karşılaştığım birinin adının ne olduğunu, nerden geldiğini, nasıl bir evde oturduğunu, kendisi ve aile fertleriyle ilgili benzer şeyleri, çok eskiden yaşadığı önemli olayları net bir şekilde, hatasız söyleyebiliyordum. Bilgiler doğrulandığında Yalnız onlar değil, ben de hayretler içinde kalıyor, halden hale giriyordum!”
“Ne mutlu senin gibi olanlara!”
“Sevinmem mi lazımdı? Ben bende değildim ki o anlarda! Adımı sorsalar tam olarak ve anında asla söyleyemezdim. Kim olduğumu bile unutmuş, hiç bilmediğim biri haline gelmiş gibiydim. Sesim, diksiyonum bile değişiyordu. Çok dalgın bir halde oluyor, gördüklerime odaklanmış vaziyette, sayıklar gibi konuşuyordum.
Kendime geldiğimde zorlasam da olmuyordu o olanlar. Belki de ruh uzaklaşıyor, görüyor, duyuyor, geliyordu. Öyle tuhaf bir olaydı.”
“İsteyerek transa mı geçiyordun? Anlayamadım.”
“İsteyerek yaptığım bir şey değildi. Kendiliğinden olan... Cinlerle işim olmadığına göre Allah’tan gelen bilgilerdi... Mutlaka bir sebebi vardı. Belki birileriyle tanıştırmak kaynaştırmak içindi... Belki de yerin göğün boş olmadığını göstermek için... Aslını Allah bilir. Hâlâ o işin sırrını çözebilmiş değilim.”
“O zamanlar çok dindar mıydın yine böyle?”
“Allah’a kesinlikle inanmak için O’nu görmek istiyor, göremedikçe sıkıntı çekiyordum. Görmek ve sevmek, âşığı olmak istiyordum, göremediğim için yeteri kadar sevemeyeceğimi zannediyor, ümidimi kesiyordum. Allah âşığı olan eren evliyaya imreniyor: “Ben niye onlar gibi olamıyorum? Onlar nasıl görmüşler de sevmişler?” diye saçmalıyordum. Bu arada kıvranıyordum. Yaklaşıp yaklaşıp uzaklaşıyordum. Uzaklaştığım zamanlarda dindarlara sataşıyor, kızıyordum. Parasal yönden ne kadar aciz olsam da kendimi onlardan yüksek ve ilerde görüyor, dini vecibelerini yerine getiren insanları küçümsüyordum.”
“Kim bilir neler yapmışsındır! Kim bilir kimleri kınamışsındır! İnsan, kınadığını yaşamadan asla ölmez! Nihayet onlardan biri olup çıktın! Üstelik çoğunu koyup geçtin!”
“O zamanlar birine ihtiyacım vardı. Dinine yaklaşmak için birini arayan, bulamayıp yalnız kalan bilir, benim nasıl yapayalnız kaldığımı ve nasıl kıvrandığımı! O küçücük dükkânda, sonra da harabe benzeri tek odalı evde yapayalnızdım. Yakınımda bu işlerle meşgul olan bir o Allah’ın kulu vardı. Ona yönlendirildim. Kimselere diyemediğim derdimi ona açtım.
Onu tanıdıkça kendimi, rehberliğiyle Allah’ı tanıdım. Ben ona o değeri, Allah’ıma olan saygı ve sevgisinden dolayı verdim. Yoksa, sıradan bir insandı. Aramızda gerçekten samimi bir arkadaşlık bile kurulamazdı. Onun yolu ayrı, yönü farklıydı. Benimki de malum... Onun beni anlaması, bana yardım etmesi, aynı fikirde ve yolda olmadığımız halde bana değer vermesi, beni dışlamaması, aynı ana babadanmışız gibi bana sahip çıkması, her şeyden önce beni sevmesi ve benim onun sevgisine inanmış olmamdı, bu mucizeyi gerçekleştiren. Onun beni sevdiğini bilmenin sevinci içindeydim ve bu beni dünyanın en mutlu insanı etmeye yetiyordu!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 867