- 426 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
-ATATÜRK YAŞIYOR MU?-(6)
Atatürk ilkeleri dediğimizde ağırlıklı olarak ana ilkeleri biliriz de, bütünleyici ilkeler daha geri planda kalmaktadır. Oysa Atatürk’ün düşünce yapısını ve dünyaya bakış açısını olduğu gibi ortaya koyabilir de.
Bu ilkelerden “yurtta sulh cihanda sulh” günümüzde sorgulanmakta, ancak yapılan değerlendirmeler ne ölçüde Atatürk ve erken cumhuriyetin tasavvuruna uymaktadır?
Sözün içerdiği mana derinliği duruşun, vücut dilinin hükmüdür. Bakın nasıl!
Şöyle bir örnek verelim temsili olarak. İri yarı bir köpek düşünün. Yerinde sakince oturuyor. Siz de ona belli mesafeden itibaren hafif çömelerek ah yavrum, canım benim hitabıyla yaklaşıyorsunuz. Hayvan kıpırdamıyor. Daha yaklaşıyorsunuz, derken daha ziyade. Yine ah güzelim benim sevecenliğiyle. Tam dibine girdiğinizde, hav hav hav bir sıçrıyor köpek. Nasıl metrelerce geri sıçradığınızı anlamazsınız bile. Hayvan yine sakince oturuyor olsun. Ne anlarsınız bundan? Fiziksel olarak size verdiği hiçbir zarar var mı? Yok. Bir daha yapsana diyor yalnızca. Sağlıklı bir heybetli köpek budur. Yoksa aşısı, karnesi tam denilen pitbull, rotweiler cinsi laboratuvar ürünü soysuzlaştırılmış köpek değil.
Her şeyden önce, Atatürk’ün bu sözü tarihsel ve güncel dayanakları olan hak ve menfaatlerimizi, uluslararası arenada göz ardı eden bir insaniyetperverlik asla olmamaktadır. Evet Lozan’da Misak-ı Milli ile çizilen sınırları tesis edemedik. Musul örneğinde olduğu gibi Cemiyet-i Akvam’da konunun ele alınmasını kabul ettik. Doğuda Şeyh Sait isyanıyla içine düştüğümüz iç mesele etrafında bu değerli toprak parçasını yitirdiğimiz ise bir gerçek olarak karşımızda durmakta.
Şu kadar ki, Misak-ı Milli’nin maddeleri arasında yer alan “ Mondros Mütarekesi imzalandığı zamandaki yabancı işgali altında olan bölgelerin geleceği halkın serbest iradesi ve oylarıyla saptanacaktır.” Maddesi Müslüman Arapların kendi geleceklerine kendilerinin karar vereceği anlamını vermektedir.
Ege adalarının ise Lozan’da yitirildiği doğru değildir. Çünkü adalar Misak-ı Milli kapsamında ele alınmamıştır. Şöyle ki, tarihimizin mücevherlerinden olduğu kuşkusuz Ege adaları Trablusgarp harbi sonrası İtalyanların eline geçmektedir. Daha sonra ise Balkan harbini yitirmemiz esnasında adaları Yunanlılar ele geçirmektedir. Bu aşamaların İttihat ve Terakki yönetimi altında yaşandığı aşikardır. Ne var ki bu, adaların statüsünün belirlenmesinde nihai nokta olmamaktadır. 1947’de toplanan Paris Konferansı neticesinde imzalanan Paris antlaşması ile on iki ada Yunanistan’a verilmiş bulunmaktadır. Bu noktada, 2’inci dünya savaşı sonrasında askeri/siyasi bağlamda batı dünyasıyla bütünleşme yönünde attığımız adımlar göz önüne alındığında, adalar konusunda süreç yönetiminde yetersiz kaldığımız söylenebilir de.
Halbuki, Atatürk dönemi için bu sorgulama anlamsız kalmaktadır. Bir kere Lozan’a giderken on bir yıllık harpler döneminde sıfırı tüketme noktasına geldiğimiz o kadar açıktır ki. İkincisi Montreux ile boğazlar konusunda Lozan’dan kalan önemli bir pürüzü çözmemiz, yine Hatay’ın ana vatana kazandırılması önem arz etmektedir. Peki biz bu başarıları hangi safhada gerçekleştirdik? 2’inci Cihan harbinin arefesinde değil mi? Balkan Antantı ve Sadabat paktlarının tesis edilmesi konusunda yaptığımız çalışmalarda bu dönemin ürünleri olmaktadır. Avrupa’da Nazizmin ve Faşizmin yükselişi yaklaşan harbi apaçık gözler önüne sermektedir çünkü.
İşte “yurtta barış dünyada barış” söylemi bu çizgide yürümektedir. Güvensiz bir çağda alınan güvenlik önlemleri kadar, ülkelerin kendi dertlerine düştüğü bir esnada bu durumdan yararlanarak tesis edilen kazanımlar önümüzde durmaktadır.
Yoksa sözün özü, kimsenin toprağında gözümüz yok bahsi etrafında şekillenmez. Uygun koşullarda, dahası o şart ve imkanları hazırladığımızda yapılacak hamlelerin hazırlık safhasını ifade edecektir bu ünlü deyiş.
Bütünleyici ilkelerden biri de, “insan ve insanlık sevgisi” olmaktadır. Burada da “İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak insanlıktan uzak ve son derece üzüntü duyulacak bir sistemdir. İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir.” Demektedir büyük Atatürk.
Yine, büyük harbin soluğunu duyurduğu bir sırada
“Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.” Derken batı dünyasında yükselen ırkçı ve faşist dalgalanmaya işaret edilmektedir. Özü itibarıyla insanlığın düşmanı olanların düşmanı olmak tüm bir tarih boyunca Türk ruhunun şiarı olduğu kadar izdüşümünü vermektedir de.
Üstte yerdiğim laboratuvar ürünü, kimyasıyla, genleriyle oynanan köpeklerin gündelik yaşamda sebep olduğu halleri düşünün bir. Otuzlar Avrupa’sında insanlık dışı tasavvurları hayata geçiren akımları bir de.
Hani derim ki, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı ırkçılığı kapsam dışı tutmakta, Hitler ve Mussolini tarafından harlandırılan ateşin insanlığın düşmanı olduğunun bilincini duyurmaktadır.
Bir bakıma bu, Atatürk’ün döneminde Mussolini ve Hitler’den etkilenerek milliyetçilik anlayışının önceye oranla kırılıma uğradığı bahisleriyle de ters düşer kanaatimce. Ki, bu yaklaşım sahipleri genelde Hitler’in ve Mussolini’nin Atatürk hakkında övgü dolu söylemlerine vurgu yaparlar.
Hatta Gazi Paşamızın vefatı dünyaya duyurulduğunda, İtalyan radyosundan Sezar, İskender, Napolyon ayağa kalkın büyüğünüz geliyor şeklinde anons yapıldığı sosyal medya çevrelerinde hikaye edilir kimi zaman. Şüphe yok ki, İtalyan spikerin tam da Mussolini Roma hayalleri kurarken Sezar’ı da ayağa dikmesindeki garabet akla gelebilir, kendi kendimizi gaza getirmeye dönük türetme bir söyleyiş olarak okunabilir de. Dahası Napolyon dahi Fransa hükümdarı gözükse de, İtalyan asıllı olmaktadır gerçekte. Öyle ki, radyonun faşizmin propaganda aracı olduğu, olarak kullanıldığı bir dönemden söz ediyoruz beyler, biraz ciddi olalım yahu!
Yahut da yerli yabancı ciddi klasik eserler üzerinden mesnedinin tetkiki gerekmez mi? Demem şu ki, kopyala yapıştır kültürünün etki alanının son hızla dışına çıkmalıyız bu tip haller kapsamında.
Ne var ki, batı dünyasının nasyonalist liderlerinin Mustafa Kemal’in fikir ve eylemlerini algılayış biçiminin Atatürk’ün gerçekliğini ne ölçüde yansıtıp yansıtmadığı hususunu değerlendirmek bağlamında da serinkanlılığı yitirmemeliyiz derim.
-DEVAM EDECEK-
L.T.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.