ADINI SİZ KOYUN
Bu sabah çok kararlıydım, iyi bir kahvaltı yapacaktım. Sakin sakin keyif alırken, her cumartesi sabahı yayınlanan, "Konflikt" (Çelişki) adlı proğramımı dinleyecektim. Öyle de yaptım.
Dünyada olup bitenleri gündeme alan bu bir saatlik proğramın bugünkü teması - tahmin edeceğiniz gibi- ABD seçinmleri ve Covid-19 idi. Radyoyu dinlemeye öyle angaje olmuşum ki, ne yaptığımın farkında bile değilim.
Bir baktım ki, iki dilim ekmek ekstradan gelmiş soframa, defalarca kalkmışım yerimden. Lokmaları hızlı çiğnemekten alt çenemin kaslarına ağrı girmiş.
Üstelik, söylenenlerin hiçbir kelimesini kaçırmamak için radyonun sesini de yükseltmişim. Sanki, ben olup bitenleri duymasam, dünya kendi ekseni etrafında dönmeye son verecek, sanki Trump tahttan düştükten sonra dünya güllük gülistanlık bir cennete dönüşecek...
Hiçbir şeye yetişememek...
Hiçbir şeyi istedigim zaman yetiştiremiyorum. Ben mi yetersizim, zaman mı yetmiyor, hala anlamış değilim.
Yapacaklarımı tek tek ve sırayla yapsam bu denli karışmaz kafam. Oysa ben dört-beş işi bir arada yapmaya çalışıyorum. İşleri azaltayım derken kaosun içine düşüyorum. Huyum kurusun!
Dedim ya, yapacaklarımı sığdıramıyorum zamana: Üst üste yığılmış beni bekliyor her şey.
"Yapılacaklar" defterim benimle dolaşıyor, bağımlı bir eş gibi. Ben neredeysem o da orada, sanki mucize yaratacak. Bana, "Telefonunda not al" diyenler var. Sanki bunu ben düşünmemişim gibi.
Kendilerini yaratıcı ve zeki hissetsinler diye "Evet, çok haklısınız" diyorum. Onların önerdikleri gibi davranmam halinde hayatın daha kolay olacağını sanmaları ne büyük bir yanılsama.
Telefona not düştüklerim de yok değil hani. Aslına bakarsanız, telefonu elime almaktan bilinçli olarak kaçınıyorum çünkü bu kez de, gelen mesajları görüyorum.
Cevaplamam lazım, ama buna zamanım yok. Erteliyorum habire. Ayrıca, niye kafamı daha da karıştırayım ki? Anlayacağınız, içinden çıkılması zor bir dilemma benimki.
Sanki salyangoz hızı...
Onca hızlı konuşmama ve hızlı yürümeme rağmen, yaptıklarım tam zıt bir yönde gidiyor. Sanki salyangoz hızı var yaptıklarımda.
Geçen gün bir işimden dolayı metroya bindim. Covid-19 virüsü bu mekana geldiğinden beri metroyla yolculuk hiç yapmamıştım.
Yapmaz olaydım! Zaten hiç sevmem o metrolardaki koşuşturmacaları. Hele hele o karanlık tünellerde yolculuk işkence gibi gelir bana. Ama daha çabuk gideceğim yere varırım diye bindim.
Az kalsın klostorfobiye kapılıyordum. Bu virüsün, her an gırtlağıma yapışacağı endişesiyle adımlarım hızlanmıştı.
Bir labirenti zikzaklar gibi aşmıştım insan kalabalığını ve bir anda yerin altında ilerleyen bir vagonda buluverdim kendimi.
Vagondaki hava kasvetliydi, yolcular da suspustu. Ne olur ne olmaz diye yanımda taşıdığım maskemi çıkarmaya yeltendim ama anında vazgeçtim. Etrafıma baktım. Maske takan yoktu. Kendi halime ironiyle güldüm.
"Sosyal mesafe" diye bir olgu eksize etmiyordu sanki (burada, maske takmayı tavsiye etmiyor epidemiyologlar, bilesiniz). Ben yine içgüdüsel olarak montumun cebini yokladım. Evet, maske oradaydı.
Yarım saat gibi gelen dört dakika...
İki istasyon sonra inecegim için rahatlayabilirdim. Belki bir işe yarar diye nefesimi tuttum. Yanımda dikilen ve telefonlarına odaklanan yolculara sırtımı döndüm. Yaklaşık dört dakika süren iki istasyonluk yolculuk yarım saat gibi geldi bana.
Az sonra nasıl sıyrıldım, nasıl kalabalığı dele dele yeryüzüne çıktım, inanın bilmiyorum. Yeryüzüne çıktığımda, nefes nefeseydim. Bir kenara çekilip derin derin soludum. Ellerimi ıslak mendille sildim. Güneşi aradım, ama bulutlar siper olmuştu ona.
Bulutlar karaydı, içimin karartısı gibi. Sonra, pozitif düşünmem gerektiğini hatırlattım kendime; dile takılan bir nakarat gibi.
Sevindim oracıkta. Nijeryalı yazar Chigozie Obioma’nın metafor olarak kullandığı "havanın kararması günün bittiği anlamına gelmiyor" repliğini hatırlamak, iyi geldi bana.
Gerçekten de kuzeyde, kış mevsiminde gündüzleri karanlıktır ve o karanlık döneme girdik bile! Sabah işe giderken karanlık, eve dönerken karanlıktır.
Dönüşte otobüse bindim. Maskemi de taktım, çok geç olmadıysa tabii. İyi ki de taktım, çünkü bana en yakın koltukta oturan yaşlı adam, aramızdaki iki koltukluk mesafeye rağmen sigara kokuyordu. Bu maske bir aldatmaca mı ne!
Otobüste maskeli iki kişi daha vardı. Bunlar Asya kökenli olmalı! Bir azınlık mensubu olarak sempati duyuyorum onlara; yalnız değiliz!
Cellat uzantısı...
Ben pandemiyi ciddiye alan, hem kendime hem de başkalarına karşı sorumluluk taşıyan "iyi bir yurtdaş" edasıyla pencereden dışarıya baktım. İnen binenleri izledim.
Oldum olası hem otobüs yolculuğunu hem de insanları izlemeyi çok severim. Nihayetinde indiğimde, ilk işim maskeyi çöpe atmak oldu. Kurtuldum o "cellat" uzantısından!
İvedilikle evin yolunu tuttum. Bir an önce özgürlügüme kavuşmak ister gibi. Elim omuz çantamda, kapı anahtarını arıyorum. Parmaklarıma başka anahtarlar geliyor habire. İş anahtarları, bisiklet anahtarları, çamaşırhane anahtarları ve daha bir sürü şey.
Ama evin anahtarını bulamıyorum. Büsbütün dalıyorum çantanın içine. Hem yürüyorum hem de iki elimle çantanın içindekileri altüst ediyorum.
"Sakin ol be kızım" diyor ikinci ben’im. "Tamam" diyorum ama anahtarı bulmaya çalışan elimin hareketleri hızlanıyor histerikçe. Sonunda buluyorum mereti. Halbuki henüz cümle kapısına gelmeme 100 metre var. Gören, "yangından" kaçtığımı sanacak. "Anahtarlarını hep aynı yere koy ki bulasın anında" diyecektir kimileri. "Aynı yer" neresi ki?
Ev hapsinde sevinç aramak...
Sonbaharın bu son günlerini yaşarken ağaçlar çırılçıplak oluvermiş. Ne çabuk, hayret! Nicedir güneş de büsbütün soluk. Sanki küsmüş gibi beliriyor yan tarafımda. Şimdiden özlemini duyduğum güneş, "Bundan böyle kendi kendinizi ısıtın" der gibi.
İçinden geçtiğim ormanda bir saksağanın ötüşünü duyuyorum. Yüzüme vuran hafif rüzgarın serinliğini hissediyorum. Az ilerideki meşe ağacının kocaman gövdesine tırmanan bir sincap aniden duruyor. Beni gördüğüne sevindi mi acaba?
Yoksa çok mu yalnız, kimimiz gibi? İçinde bir giz saklar gibi merakla bakıyor kocaman gözleriyle. Kıpırdamadan bakıyorum ona. Çatık kaşlarım yerine oturuyor sevinçten, dudaklarım da geriliyor.
Sincap, merağını yenmiş olmalı ki, ansızın yükseklere tırmanıp gözden kayboluyor. Bir dirhem sevincin, sadece çeyreğini yaşatıyor bana. Az daha bakışsaydık ne olurdu ki?
En iyisi ev hapsimde arayayım sevincimi. Beni - az da olsa - mutlu eden şeylere odaklanayım. Toz alayım mesela. Okunmayı bekleyen kitaplarıma döneyim ya da notlarımı gözden geçireyim. Ve belki ilham gelir, birkaç satır çiziktiririm. Not defterimi bulabilirsem tabii...
Heidi Kokrmaz 14/11-2020 Stockholm (arşiv)
YORUMLAR
Hasan PULUR'u rahmetle andım...
Keyif aldım çok...
Yaklaşım çok iyi...
Çok saygımla.
Tüya
Saygılar, selamlar.