- 470 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ADALAR SİZİ SICAK KARŞILAR
Marmara Deniz’inin güzelliği dillere destandı. Bu güzelim masmavi denizin irili ufaklı adalarında, bitmez tükenmez balıklar vardı. Hepsi birer aile oluşturmuşlardı. Adaların ağır ağır temaşa eden sandalları, gözlere hitap eden masmavi suyu hayat veriyordu etrafa. Adalarda; ihtiyar, genç, çocuk her tür yaştan balıkçılar suya bırakırlar kendileri. Düşüncelerini yüzdürler denizin maviliklerinde. Göklere uçarlar, Marmara’nın yaşam fışkıran adlarından.
Adalardan sevimli kardeşleri birbirinden asla ayrılmazlar. Bunlar beşkardeştir, denizin ortasında kahramanca duran. Büyükten küçüğe doğru; Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada, Sedefadası. Nedense Kınalıada beni cezbederdi. Beni cezbetmesini çözemedim. Bir sur gibi kalbimde saklı kaldı. Adaların kardeşliği dillere destandır. Aralarında; sen büyüksün, sen küçüksün ve sen ortancasın demezler. Tartışmaya asla yer vermezler. Birbirlerini kırmazlar. İşler hakça görülür burada. İyeşme yoktur.
Heybeliada:
“Ben, sizin en büyüğünüzüm. Abinizim. Benim sözümden çıkmayacaksınız.” Demez.
Yine Sedefadası için büyük kardeşleri:
“Sen, en küçüğümüzsün. Bütün işleri sen göreceksin.” Demezler.
Ortanca adalar için:
“Siz, ortanca adalarsınız. Bütün yükümüzü siz çekeceksiniz.” Demezler.
En büyükleri için:
“Sen, en büyüğümüzsün. Büyük taşın altında ezil. Bizim yükümüzü çekmek zorundasın. Geçimimizi sen sağlayacaksın.” Demezlerdi. Adalarda dostluk, kardeşlik ve sevgi diz boyuydu. Onların en büyük abileri aziz İstanbul’du. Arkalarını dünyanın en güzel şehrine yaslamışlardı. Aman Allah’ım! Bu ne büyük bir mutluluktu. O kadar şanslıydılar ki kendilerini hiç yalnız hissetmiyorlardı denizin ortasında. Aslına bakarsanız, onların en sevimli dostları denizdi. Gökyüzünün mavilikleri denizin mavisiyle birleşince aşk doğuyordu, sevgi doğuyordu. Güneş ve ay gece, gündüz sevgilerini adaların üzerinden hiç eksiltmezdi. Onları çepeçevre kuşatmış ve kucaklamışlardı.
Beşkardeşin şöyle konuştuklarını sarp kayalıklardan:
“Sizin en güzeliniz benim. En misafiriniz benim. En cömerdiniz benim. En sabırlınız benim. En çalışkanınız benim. En ahlâklınız benim. En helal kazanç yiyeniz benim. İnsanları en çok seveniniz benim. Ayrım yapmadan herkesi kucaklayanınız benim…” dediklerini sabahlara kadar hep duyardım. Gıpta ederlerdi, hasetten uzak dururlardı.
Lodos birden esmeye başladı. Yapraklar, kendini lodosun kucağına bıraktı. Şöyle bir esneyip haşır haşır ses çıkardırlar. Uykuları açıldı. Lodos öyle güzel esiyordu ki adalar bayram yapıyordu. Denizin ise keyfine diyecek yoktu. Poyrazı ve karayeli de severlerdi ancak lodos onlar için büyük anlam ifade ediyordu. Lodosun en büyük misafiri yağmurlardı. Kar, adalara pek yağmazdı. Soğuk için aynı şeyi söylemek doğru değildir. Her kış, soğuk sinsice adalara yaklaşırdı. Adalar, ısrarla karı beklerler; Ferhat’ın şirini beklediği gibi. Ancak adaların ziyaretine çok az gelir. Karayel veya poyraz uğrarsa bir beyazlık bırakır denizin ortasındaki kara noktalara. Karayel acı eser. Tadı da biber gibidir ha. Şakası yoktur. Sıkıysa kalın, yünlü paltonuzu giymeyin. Yün gömleğinizi giymeyin. Vallahi şakası yoktur. Mecbur giyersiniz. Giymek zorundasınız. Yoksa soğuk sizin burnunuzdan fitil fitil getirir ve hasta eder.
Lodosun ılık ılık esişi balıkları da mutlu ediyordu. Çipura, hamsi, istavrit, kefal, kolyoz, kupes, levrek, lüfer, mezgit, orkinos, palamut, sardalye, uskumru, çaça, kalkan, mercan, kılıç balığı, tekir, trança, kırlangıç, sinarit… Bütün bunlar, Marmara’nın zengin balık ailesiydi. Dostça geçinirlerdi. Küslük, kıskançlık, düşmanlık semtlerine asla uğramazdı. Hatta denizin derinliklerine bir muhabbet kahvesi bile açmışlardı. Her gün belirli saatlerde toplanırlar ve muhabbetin dibine vururlardı. Tavşankanı çaylarını yudumlarlar, saleplerini içerlerdi. Hal hatır sorma ile başlar sohbetler. Sevinçler paylaşılır. Üzüntüler ve sıkıntılar giderilmeye çalışılırdı. Yeryüzü insanları öyle mi? Kardeşini, ortağını aldatmanın planlarını kurarlar durmadan. Sizi kıl çula oturtmak için bin bir takla atarlar. Ortak olarak çalıştırdığınız dükkânınızda, canım ortağım dediğiniz aklı başında koca insanlar, arkanızdan plan çevirirler ve tezgâh kurarlar. Ama balıklar öyle mi? Onların her biri insanlar ve insanlık için:
“En güzeli benim. En lezizi benim. Beni avlayın. Oltalarınıza beni takın. Sofralarınızda beni tadın. Vitaminlerimiz bedenlerinizi sarsın. Biz nankör değiliz. Biz, kendimizi size feda ediyoruz…” diye düşüncelerini hiç çekinmeden dile getirirlerdi.
Sevdiğim dünyalar güzeli hanım kız da bu güzel adaların biri olan Burgazada’daydı. Belki de bu adayı güzel kılan sevgilimdi. Sevgilim bu adada olmasa bu kadar değerli olmazdı. Ama şu da bir gerçek ki ben adaları ve denizi sevgilim kadar sevdim…
Âşık Veysel’in söylediği gibi:
“Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa”
Sevdiğim ceylanımın ismi Yonca’ydı. Yonca’m esmer bir kızdı. Boyu posu da yerindeydi. Benim gözümde dünyanın en güzel kızıydı. Orta boylu, kalem kaşlı ve saçları kıvırcık ve simsiyahtı. Ben bu esmer kıza tutulmuştum. Rüyalarımı ve gerçeğimi süslüyordu. Konuşuyorduk, şakalaşıyorduk. Burgazada sahilinde el ele dolaşıyorduk. Gördüğüm her şey bizi selamlıyordu. Adaları da ölümüne sevdim. Burgazada’nın ayrı bir yeri vardı kalbimde. Yine söylüyorum, sevdiğim kız Yonca da buradaydı. Belki de beni bu şirin adaya çeken bu aşk ve sevgiydi. Burası benim kaderimdi. Bense kaderimi yaşayacaktım. Adanın sakinliği, kendi kendine nefes alması ve her şeyin burada doğal olması beni cezbediyordu.
Ben, adaları sık sık ziyaret ederim. Burgazada’sını o kadar misafirperver buldum ki anlatamam. Ayrılma vakti geldiğinde mavi gözyaşlarının yanaklarına süzüldüğünü gördüm. Bu durum beni çok etkiledi. Kendisine ayrılmadan söz verdim. “Bir daha sana geldiğimde seni asla terk etmeyeceğim” diye. Kader beni yine bu güzel adaya attı. İyi ki de atmış. Sevdiğim hayatımın kadını Yonca’m da burada beni dört gözle bekliyordu. Ben onu çok sevdim. Onun da bana ılık ılık deniz mavisi aşkının aktığını biliyordum. Onsuz yaşayamazdım. Evlenebilir miydim? Onu bilmiyorum. Burada bahçeli bir ev alacağım. Biricik annemi de ikna edip İstanbul’dan buraya getireceğim. Evet, isteklerimi tek tek yerine getirdim evlenmem dışında. Bahçeli ahşap evimize kavuşmuştuk. Sahil deniz manzaralıydı. Benim hikâyelerimin en güzeline tanık olacaktı bu ahşap evimiz. Yağmurlu havalarda sobamı yakar kitapların deriliklerine dalardım hem okur hem yazardım, yazdıkça açılırdım. Hafta içi bazen de hafta sonu vapurla sandalla İstanbul’a giderdim. İstanbul olmadan ben ne yapabilirdim. Hikâyelerimin temellerini orada atar, evime döndüğümde daktilomun başına geçer ve yazardım. Duygularımın ipini yumak haline getirirdim. Zaman zaman gazetelere yazılarımı gönderirdim. İnan ki verdiği ücretleri duysanız gülersiniz. Bir memlekette sanata bu kadar az değer verilir miydi? Sanat, edebiyat, tarih ve kültür yönünden gelişmeyen bir ülke geri kalmış demektir. Gazetelere gönderdiğim eserlerimin bir kısmından ücret alırdım, bir kısmından da almazdım.
Anne sevgisi bir başkaydı bende. Babamın vefatından sonra, annem benim hem annem hem de babam olmuştu. Annem beni çok seviyordu. Üzerime titrerdi. Şöyle düşünüyorum da annelerinin yavrularına sevgisi mukayese edilemez. Sevgilerin en güçlüsü ve kalıcısı evlat sevgisidir. Bir anne, evladı için canını çekinmeden verir. Annem de benim üzerime o kadar titriyordu ki onun gözünde ben hiç büyümemiştim ve hiç büyümeyecektim de. Haylaz çocuk olarak kalacaktım…
Anneler, yerleri doldurulamaz hazinelerdir. Çilelidir, fedakârdır, merhametlidir ve sevgi yüklüdür. Bütün Anneler, hep öyle değil miydi? Oğlunu tek başına büyütüp semaverini her sabah oğlu için yakan ve çayların en güzelini yapan anne sevgisi sanki çok mu farklıydı? Sabahın arken saatinde kalkıp sabah namazını kılardı. Sabahları biricik delikanlı oğluna ekmekleri kızartıp akşama da “oğlum için neler hazırlamalıyım?” diyen anne sevgisi nasıl inkâr edilebilir? Sabahları semaver inadına aşkla kaynıyordu. Hem de fokur fokur kaynıyordu. Ondan çıkan aşk buharı sabahın serinliğinde mavi gökyüzü ile buluşuyordu. Semaver; geçim sıkıntısı, ter, yemek korkusu, ücret azlığı ve patron korkusu olmadan kaynardı. Üzüntülü evlere umut aşılardı. Karamsar duygulara kapılmadan kaynardı. Öyle bir kaynayışı vardı adeta şarkı ve türkü söylerdi. Semaver bu güzelim yuvada Ali ve annesine mutluluklar yaşatırdı. Ali, annesine çok düşkündü. O bir fabrikada çalışıyordu. Ev geçimi genç yaşlarda omuzlarına yüklenmişti. Annesi, onun fabrikadan dönüş yollarını bıkmadan ve usanmadan beklerdi. O dönmeden, sobasını yakar, yatağını güzelce hazırlardı. O, fabrikaya gitti mi mahalle dükkânından evin bütün ihtiyaçlarını alırdı. Emekli bir maaşı vardı. Kıt kanaat geçinip gidiyorlardı ana oğul. O dönmeden yemekler sofrada hazır beklerdi. Allah ne verdiyse onu yerler ve Allah’a şükrederlerdi. Mutluluk zengin olmakla yakalanmaz, sevgiyle merhametle yakalanır. İşte iki kişilik ailede bu vardı, fazlası vardı. Ali’nin en çok sevdiği annesinin sabahları hazırladığı semaver çayı ve çalıştığı fabrikanın önündeki salep güğümüydü. Fabrika işçileri çeşmeden su içer gibi fabrikanın güneş vuran duvarına yaslanarak salep içerlerdi. Donan, üşüyen vücutlarını salebin sıcaklığı ile bir nebzecik ısıtırlardı.
Ali’nin annesi bir sabah yine semaverde çay demlemek için kalktı. Semaver fabrikasını harekete geçiremeden sandalyenin üzerine çökerek son nefesini verdi. O gün, Ali geç kalktı. Hiç bu kadar geç uyanmamıştı. Annesi her sabah erkenden uyandırırdı. Bu gün onu uyandıran olmamıştı. O gün geç saatlerde kendisi uyandı. Annesinin semaverin başında bir sandalye üzerinde hareketsiz bedenini buldu. Annesine dokundu, hiç ses ve nefes gelmiyordu. Annesinin buz gibi bedeni yatağına taşıdı ve “üşümüştür” dedi. Sıcacık bedeniyle ısıtmaya çalıştı annesinin soğumuş bedenini. Ama bütün bu çabalar nafileydi. Ölüm haktı, zamanı geldi mi affetmiyordu. Ne yapacağını şaşırdı. Biricik can annesi vefat etmişti. Ağlamak istiyordu, ağlayamıyordu. Kaskatı kesilmişti. Koşarak komşusu yaşlı teyzeye durumu haber verdi. Haberi duyan konu komşu koşarak geldiler. Annesinin cansız bedenini yatağın içinde buldular. Ali’yi teselli ediyorlardı. Annesi geri gelebilir miydi? Asla ama komşular Ali’yi yalnız bırakmadılar. Bıyığı terlememiş genç bu yaşta tek başına ne yapabilirdi? Ali’nin dramatik hikâyesi beni çok ama çok etkilemişti. Ne zaman semaver çayı içmek istesem bu hikâye aklıma gelir. Şunu anladım ki; semaver kaynar, dünya döner, bize ise imkânlarımız ölçüsünde çalışıp çabalamak düşer…
Her erkek ve kadın gibi ben de sevdim âşık oldum. Ama hayatımda şunu hep istemişimdir. Evlenmek ve çoluk çocuk sahibi olmak. Annem zaten yıllar yılı: “Evlen oğlum! Evlen oğlum! Evlenme zamanın geçiyor, senin mürüvvetini ne zaman göreceğiz?” diye baskı yapıp duruyordu. Kadıncağız da haklıydı. Mürüvvetimi görmek istiyor, torunlarını kucağına alarak sevip okşamak istiyordu. Haklıydı da ben ise: “Kısmet ana, kısmet. Bir gün o da olur.” diye hep öteliyordum. Keşke ötelemeseydim. Annemim hayatta benden istediği iki şey vardı: Birisi beni evlendirmek, ikincisi de güzel gelirli bir işe yerleştirmekti. O da benim geleceğimi düşünüp endişeleniyordu. Annem gerçekten çok tatlıydı. Dünyanın en iyi annelerinden biriydi.
Gözlerim mavi, saçlarım sarı ve dik dik dururdu. Rüzgâr bile sor sallardı saçlarımı. Kasketim beni güneşin yakıcı sıcağından korurdu. Beyaza çalan sarı pantolonumu giymeyi çok severdim. Yün yeleğim, beni soğuklardan korurdu kışları. Beyaza çalan dik sarı saçlarım adeta rüzgâra meydan okurdu. Gönlü olmadıkça ullenmezdi. Bedenen uzundum, zayıftım, inceydim. Kilolu değildim. Çok duyusaldım. Toplumu, toplumdaki olayları gözlemler ve dersler çıkarırdım. Bu çıkardığım dersleri kalemimle insanlarla paylaşarak onlara katkı sağlardım. Ha unutmadan söyleyeyim. Annem benim bir işe girmemde ısrar edep duruyordu.
Annem:
“Oğlum! Herkes gibi güzel bir meslek sahibi olsan, gül gibi geçinsek olmaz mı? Benim emekli param bize yetmiyor. Bir işe girsen, beni ne kadar mutlu edersin.” Diye durmadan söylenip duruyordu. Adeta başımın etini yiyordu. Bense hep alttan alırdım. “Canım annem tamam. Hepsi de olacak inşallah! Çok yakın zamanda bir işe gireceğim.” Derdim. İşe de girdim. Çalıştım, çabaladım ve emek sarf ettim. Birkaç iş denemesi de yaptım ama olmadı. Ticarete bile atıldım ancak yine olmadı. Orada yaşanan dalkavuklukları, dönen dolapları görünce insanlığımdan utandım. “Bu adam hile yapmaz” değim adam hile yapmıştı gözlerimin içine baka baka. Beni ticaretten tiksindirdiler. Neyse sözün özü bu yalan dolanın içinde ticareti de beceremedik.
Şuna inandım ben; okumak ve yazmak için yaratılmıştım. Ben okumalıydım ve yazmalıydım hem de durmadan. Ben hep yazıyordum; hikâye, roman, söyleşi, şiir… Gittiğim, gezdiğim yerleri, tanıştığım ve konuştuğum insanların hikâyelerini canlandırıyordum gözlerimde. Kalemi elime yazmak için alıyordum. Para getirisi yoktu, bunu da biliyordum. Bunu bile bile yazıyordum. Ama ne yapayım? Ben yazmak için doğmuştum. Yazacaktım; adaları, denizi, balıkları, denizdeki canavarları, güzel İstanbul’u, Adapazarı’nı, Pamukova’sını, Eminönü’nü, Gülhane’yi, Cağaloğlu’nu, Yeni Cami’yi, Süleymaniye’yi, Sultanahmet’i, Ayasofya’yı, Sirkeci’yi Galata Köprüsü’nü, Fatih’i, Sarayburnu’nu, Marmara Denizi’ni, Mahmutpaşa yokuşunu, simitçiyi, uzun adamı, seyyar satıcıları, kuaförü, balıkçıları, dişi olmayan adamı, Dülger Balığının Ölümünü, Sivriada’yı, Son Kuşları, deniz hikâyelerini vb. yazacaktım ama hep yazacaktım. Halk oralara gitmese de yazılarımdan tanıyacaktı. Belki de benim yazılarım, onların bu güzel yerleri ziyaretlerine vesile olacaktı. Ben, güneş olup etrafımı ısıtıp aydınlatacaktım…
Poyraz yine acı acı esiyor. Üşüyorum, titriyorum. Adanın sahilinde kış günü içimi ısıtan sigaram vardı. Çoğu bana: “Şu laneti bırak, şu içkiyi de bırak.” diyor ama denedim bir türlü sigarayı bırakamadım. Herhâlde benimle mezara kadar yolculuk yapmaya niyetliler. Yine de bırakma taraftarıyım. Bu ümidimi de hep taşıyorum. Annem de beni bu konuda çok uyardı ama nafile, bir kulağımdan girdi diğerinden çıktı…
Sarı köpeğim, benim en iyi dostumdur. Çevremdekiler, köpekle dolaşan adam olarak tanırlar beni. Köpeğimle konuştuğum doğrudur. Onu Yonca’m da sever ve okşar. Sevgilim, onu okşayıp sevdiği zaman sanki beni okşayıp sevdiği gibi duyular sarar bedenimi. Heyecanımdan ateşlenirim, terlerim ve titrerim. Kalbim gürp gürp atar. Yalnız yol boyu, sahil boyu adalarda o beni yalnız bırakmaz. Dertlerimi dinler, çözümler üretir. En çok sohbet ettiğim sarı köpeğimdir benim. Senin hakkını hiç ödeyemem. Ala kedim de öyledir. Ona haksızlık etmeyeyim. O da evimde sabahlara kadar benimle konuşur ve sohbet ederdi. Evimdeki sobamın sıcağındaki hırıltısıyla derin uykulara dalarım ve Yonca’mı sayıklarım.
Balıkçı kahvesinin önünden kayalıklara doğru yürüyorum. Adalarda vahşi kayalar, tuhaf kuşlar, derin uçurumlar vardı. İlk gittiğinizde kayalıkların korkusu kalbinizi sarar. Kalpazanlar kayası kayaların en meşhuruydu. Yeşil otların, çam ağaçlarının ve kuş seslerinin arasında ilerliyorum. Sakın ha! Çocuklar, soğuk günde çam ağacının dibinde uyumasınlar, hastalanırlar. Yürüyorum, otların arasından birden bir ses geldi: “Hişt hişt!” sağa baktım, sola baktım kimseyi görmedim. Arkama, önüme baktım yine bir şey göremedim. Otlar efil efil esiyordu. Başlarını eğerek beni selamlıyordu. Belki bu otların rüzgâr eşliğindeki sesleri bana öyle gelmiştir dedim. İlerliyordum yoluma. Yaşlı çam ağacının dibine vardım ve arkamdan birisi “Hişt hişt!” diye seslendi. Arkama, yanlarıma ve önüme baktım kimsecikler yoktu. İnekler çayırlara abanmıştı. Buzağılar annelerini habire emiyordu. Belki buzağılarının şıp şıp annelerini iştahla emme sesleri bana “Hişt hişt” gibi gelmiştir dedim. Başımı kaldırıp ağaçların tepesine doğru baktım. Bir gurup kuş vardı şakalaşıp oynaşıyorlardı. Tam sahile ulaşmışken arkamdan birisi “Hişt hişt” diye seslendi. Yine etrafa iyice baktım, kimsecikler yoktu. Acaba kayalıkların arakasına saklanan biri mi vardı? Gözüme öyle ilişti. Baktım, iyice baktım, kimsecikler yoktu. Kurbağalar, böcekler, kuşlar, martılar, erik ağaçları, badem ağaçları, fareler, köstebek yuvaları ve hızla uzaklaşan karıncalar vardı. “Hişt hişt” diye badem, erik veya incir ağacı ağaçlarının yapraklarının haşırtısıdır.” Dedim. Yine kendi kendime: “Herhalde ben, bu sesi yanlış anlamışımdır. Dalgaların sahile hırçınla vuruşunu ben; “Hişt hişt!” diye algılamışımdır.” Dedim. Zamanla bu sesten zevk almaya başladım. Genç delikanlılar, adalarda, Beyoğlu’nda, sahilde vb. yerlerde, güzel kızların arakalarından “Hişt hişt” deyip boyunlarını başka tarafa bükerlerdi. Genç kızlar, bu sesi duyarlar, tepki verip sağa sola bakarlardı ancak kalabalık içinden kimden gediğini bilmezlerdi. Ah! Tüh ederek yollarına devam ederlerdi. Bir müddet sonra gençler yine “Hişt hişt” diye seslenirler. Genç kızlar bu duruma alışmışlardı. Bu güzel sesleri duyduklarında gülerek geçerlerdi…
Kış, fazla oldu mu denizde balık az olurdu. Tek başıma yine sahile doğru ilerliyordum. Sahilde dede torun balık tutuyordu. Dede Seyfi babaydı. Adanın meşhur balıkçısıydı o. Bembeyaz uzunca saçları vardı. Geniş alınlıydı ve alnında derin çizgiler vardı. Boynu ise güneşten yanmış ve kalıncaydı. Kırarmış bıyıkları ve sakalları birbirine karışmıştı. Dede, öksüz torununu tek başına büyütüyordu. O da dedesi gibi adaları, gemiyi, balığı, balıkçılığı ve denizi çok seviyordu. Dedesi ismini seslenince duymuştum. Çocuğun ismi Turan’dı. O, ufacık boylu, tombul yüzlü uzun saçlıydı. Dedesini çok seviyordu. Dedesi de bütün sevgisini torununa vermişti. Onun her şeyiydi. Anne babasının yokluğunu yaşatmamaya çalışıyordu. Turan boş zamanlarında uğraşa uğraşa çok güzel bir gemi yaptı. Adını da dedesinin adını koymuştu; “Seyfi Baba Gemisi” Dedesini bu gemi çok sevindirmişti. Hele isimin gemiye verilmesi hayli mutlu etmişti ihtiyar balıkçıyı. Çünkü ismi bu gemi ile yaşayacaktı. Bu geminin bir bayrağı vardı. Bu bayrak, dünyadaki bütün ulusları kucaklıyordu. Evrensel bir bayraktı bu. Bu bayrakla dünyanın bütün denizlerini, ülkelerini sorgusuz sualsiz dalaşabilecekti. Uluslararası bir gemiydi. Turan, bu gemiyle bütün dünyayı gezecekti. İnsanların kardeş olduğunu bütün dünyaya gösterecekti. Bir gün erkenden kalktı, denizde bıraktığı güzel gemisine doğru koştu. Aman Allah’ım! Bir de ne görsün. Denizin sularına bıraktığı gemi ağlıyordu. Onca emek vermiş olduğu gemiyi alabora etmişlerdi. Yan yatmıştı. Onu kıskanan çocuklar, gemisini derdeste etmişler, kırmışlar ve parçalamışlardı. Bu durumu görünce çok üzüldü ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Seyfi dedesi onu teselli etti. Turan, küsmüştü hayata ve insanlara. Çocukların barbarca yaptıkları bu eşek şakasına inanamıyordu. Belliydi arkadaşları onu çok kıskanmışlardı. Kendi ellerinden böyle bir eser yapmak gelmiyordu. Turan’ın gemisi ve hayalleri kıskançlığın kurbanı olmuştu. Adanın sahilinde bu duruma şahit olmuştum. Yaşanılan bu olumsuz duruma Turan ve dedesi Seyfi Baba kadar ben de üzülmüştüm. Teselli verdim, hıçkırarak ağlayan çocuğa. Onu güldürmeyi ve hayata olumlu bakmayı sağladım. Gamzeli yanaklarının gamzesini yerine getirdim yeniden. Turan, dedesinin yanına koştu ve deniz de ona koştu…
Adalar uzaktan nokta gibi görünür. Onlara yaklaştığınızda bir dünya ile karşılaşacağınıza asla inanamazsınız. Sivriada ve Heybeliada karayel ve poyrazda canavarlaşır. Karayel ve poyraz; zengin, fakir demez, kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Sandallar savaşırlar, denizin ortasında. Dalgalar gelir gider. Ölüm, ensenize yapışır. İstanbul’dan adalara bakıyorum, her birini bir nokta olarak görüyorum. Hareketsiz bir noktadan bahsediyorum. Karşıdan adalara bakan herkes benim gibi görüyor. Sisli günlerde bu noktaları bile göremezsiniz. Adaların içindeki güzellikleri görmekten mahrumuz. İşte uzaktan baktığımız mat gözüken her şey gerçeği yansıtmaz. Öyleyse gerçeklik ayrıntılarda gizlidir…
Adalar sırtını Anadolu’ya yaslar. İstanbul adaları çok sever. At arabaları, çam ağaçlarının arasından gıcırdayarak yol alır. Yazları sıcak bunaltır insanı. Kışın gitmesini istediğiniz poyraz ve karayeli mumla ararsınız. “Keşke bir uğrasa da bizi rahatlatsa. Ilık bir nefes alsak” dersiniz. Yazları yalvarırsınız: “Allah’ım! Yağmur yağdır. Serinlet içimizi ve dışımızı. Kuruyan otlar, ağzını açan kuşlar ve böcekler kana kana su içip serinlesinler.” Diye. Bunaltıcı havanın ortasında imdadınıza karayel ve poyraz yetiştir. Kışın da lodosu severim. Kıble yeli, keşişleme arkadaşım olsun isterim. Ilıman rüzgâr, ruhumu okşar. Serin serin bağrıma dokunur. Soba lodostan kaçar. Lodosa Anadolu’da ters yel deriz. Talihsiz soba zehirlenmeleri olur. Onun için sobanın odununa, kömürüne yatarken çok dikkat etmek gerekir. Sobanın dumanı ters teperse duman sizi zehirler ve boğar. Haberlerde duyarsınız, binlerce insanın soba zehirlenmesinden öldüğünü. Düşmanın alamadığı canı, bir avuç duman uçurur göklere…
Adalar doğaldır ve ceylan bakışlıdır. Dünyanın en güzel kadınlarının gözlerini görürüsünüz bakışlarında. Gösterişi sevmez. Burada, yerli halkı ve yabancısı kardeş olarak geçinir. Ancak bazı tatsızlıklara zaman zaman şahit olursunuz. Adanın yerli balıkçıları, kendilerine katılan misafir balıkçılara bazen pay vermezler. Ben, buna çok kızarım ve üzülürüm. Hak haktır ve sahibine verilmelidir. Un değirmeninde bile değirmencinin hakkını vermezseniz; un yapan kocaman değirmen taşı dönerken: “Hu hak! Hu hak! Hu hak! Diye döner, durur. Hakkı verilmeyen adamın üzüntüsünü tâ Sirkeci’de hissederim. Balıkçılar arasında avlanılan balıklar pay edilir. Bu dağıtılan paydan kendi payına düşenin verilmemesi, Burgazada’da bir kahvenin önünde dilden dile dolaşması ve bu haksızlığı yapan yerli balıkçıların bu söylenenlere kulak asmaması gerçekten de rahatsız edicidir…
Adanın meşhur muhabbet kahvesini zaman zaman ziyaret ederim. Bazen arkadaşlarla beraber oturum bazen de boş bir masaya tahta iskemlemi çekerek foterimi hafifçe gözlerimin önüne indirim. Karşı ve yan masadakilerin muhabbetlerine tanık olurum. Onların konuşmaları, davranışları ve hayata bakış açıları benim yazacağım güzel hikâyelerimin temelini oluşturur. Aslına bakarsanız, ben hep düşünürüm ve gözlem yaparım. Bazen kendi kendime konuştuğum çok olmuştur. “Bu adam deli mi?” diye arkamdan söylenenleri duyduğum doğrudur. Garsona çayımı söylerim, bazen de soğuk meşrubatlardan içerim. Bazen iki el oyun artarız çayına ve muhabbetine.
Yine bir gün muhabbet kahvesinde masada tek başıma oturuyorum. Bana bir genç delikanlı yaklaşıyor. Gençle havadan ve sudan derken konuşuyoruz. Sıra yazma konusuna geliyor. Genç; uzun boylu, geniş omuzlu uzunca ve düz saçları vardı. Hep gülümsüyordu. Şair ve yazarların en çok karşılaştığı soruları sormaya başladı.
Genç:
“Yazmaya ne zaman başladınız? Nasıl yazarsınız? Hangi türde yazıyorsunuz? Yazdıklarınızı bir palana göre mi yapıyorsunuz? Hikâye yazmak zor mudur?” Buna benzer sorular başını alıp gidiyordu. Birine cevap vereyim derken, ikinci soru alnınıza yapışır. Bu genç delikanlının sohbet esnasında sorularını buraya getireceğini biliyordum. Klasik cevaplar verdim. Genci yüreklendirmek istiyordum. Gence: “Sen, yaz ama mutlaka yaz. Hiç yazmayan güzel yazamaz. Mükemmellik yazarak elde edilir.” Dedim. Genç, benim umut yüklü sözlerimle rahatlamıştı. Aslına bakarsanız tam adamın yanına gelmişti. Ben, başkaları gibi iki mesleği bir arada götüren biri değildim. Ben, yazmak için doğmuştum. Belki eserlerim, ben hayatta iken çoğu kimselere ulaşamayacak ama mızrağımın hedefine zamanında varacağından eminim. Genç ile sahil boyunca yürüdük. Hikâye üzerine konuştuk. Hikâye üzerine konuşurken hikâye kendiliğinden oluşmuştu. Hikâyemiz, Sakarya Nehri gibi Adapazarı’ndan Pamukova’sını sulayarak Karadeniz’e doğru akıyordu. Genç, sohbetimizden çok memnun kaldı. Benim ne kadar garip bir adam odluğumu ima edemeden de duramadı. Adalardaki kahveler, benim mahsul tarlamdı. Orada balık da tutuyordum. Meyve de topluyordum. Sohbetin en koyusunu körüklüyordu burası. Duymadığınız haberleri burada duyuyordunuz. Oracıkta genç adam hikâyeci olacağına karar verdi. Gencin benim hakkımda söylediği şu sözler ilgimi çekmişti. “Sizin hikâyeleriniz, benim ufkumu açtı. Yazma konusunda bana cesaret verdi. Sizin hikâyelerinizi birinci tekil ağızdan anlatmanız mükemmeldi. Benim bu kulvarda yol almama katkı sağladı. Sizinle tanışmak, sohbet etmek ve yazarlık üzerine konuşmak benim için şerefti. İyi ki sizi tanımışım…” dedi.
Balık zamanı; küçük sandallar, kocaman gemiler balık taşır durmadan şehre. Balık götürüler, İstanbul’a adalara. Adaların tahıl ve gıda gereksinimini karşılarlar. Gemilerin, vapurların arkasından çıkan siyah dumanlar göklere yükselirdi. Para pul, su, çuvalla et, un, tuz ve gıda, gazyağı, şeker, makarna vb. taşırlar. Şehrin ve adaların insanlarını mutlu etmek için ellerinden geleni yaparlardı.
Adaların sahillerinde çok balık tuttum. Denize açıldım ve balıklarla konuştum. Kendini balıklara iyice verdiğinde balıkların da insanlar gibi hislere sahip olduğunu görürsün ve konuşmalarına şahitlik edersin. Balıkçı teknesi gelmeden yüzme metre öncesinde, Sinan Baba balığı sizi karşılar. Bu balık, balıkçıların tamamını sandallarına kadar tanır. Adalarda meşhurdur. Benim konuştuğunu duyduğum gibi diğer balıkçılar da onun konuşmalarına şahit olmuşlardır. Osman Baba’nın teknesi denize açıldığında Sinan Baba balığı: “Bu gelen Osman Baba’dır. Oltası acıdır.” der. Sait Baba’nın oltasını attığını görünce: “Bu bizim Sait Baba’nın oltasıdır. Oltası yumuşaktır. Benimle hep sohbet eder.” der. Başka bir sandal yaklaştığında yine bunu far keder. Onun kendisinden ve sandalının özelliklerinden söz eder. Sizin anlayacağınız, Sinan Baba balığının koklamadığı ağ, koparmadığı olta kalmamıştır. İnsanlardan çok darbe yemiş ama yine akıllanmamış her defasında onlara kanmıştır. Dost sanmış, adam sanmış kardeş saymıştır…
Sinan Baba balığı:
“İnsanlık bende kalsın. Onların yaptığı kötülük yanlarına kalsın. “İyilik et, denize at; balık bilmez ise halik bilir.” Bütün balıkçılar bir tarafa, Sait Baba bir tarafa. Ben, ona canımı seve seve veririm ama işin aksine beni incitmeyende Sait Baba’dır. Eli öpülesi balıkçıdır o. Bütün balık kardeşlerime o geldiği zaman: ‘Korkmayın, sohbet edin ve rahatlayın derim.’ Onun konuşmalarıyla bir balık insanlaşabiliyor.” Derdi.
Adanın gökyüzüne bakan Bozburnu muhteşemdir. Adanın köhne yerinde gizlenmiş bir kır kahvesi vardı. Muhabbetin dibe vurulduğu yerdi burası. Mavi gökyüzünde adanın kuşları hep dikkatimi çekmiştir. Adapazarı’nın yeşil ovalarındaki kuşları bir âlemdi. Sabah erkenden hayat onlarla başlar, geri kalan kısmını insanlar sürdürürdü. Sık sık Adapazarı’na ve Pamukova’sına çıkar, nehrin yeşil havasına yolculuk yaparım. Çocukluk anılarımı canlandırırım gözlerimde. Çocuklaşırım, gençleşirim ve olgunluğumun zirvesini yaşarım. Beni mutlu kılan da bu değil mi? Adalarda, Adapazarı gibi düz araziler yoktur. Adapazarı’nda ekinlerin yeşillikleri arasına dalıyorum. Kuş sesi dinlemek ve hayata onlarla başlamak için. Kuşların en çok sevdiğim yönü, mal servet biriktirmemeleridir. Rızık korkusu yoktur onlarda. Sabah yuvalarından erken çıkıp akşama kadar ne bulursa yemeleri ve akşam da yuvalarına tünemek için dönmeleri. Yavruları olan ana kuşlar, yavrularının yiyeceklerini getirmeyi asla unutmazlar. Şimdi bakıyorum da kuşlardan bir eser. Evet, tek tük seslerini duymuyor değilim ama bu yetersiz. Bu duruma çok üzülüyorum. Yanımdan ayrılmayan sadık dostum sarı tüylü karabaş köpeğim de üzülüyor. Hatta gözlerinden birçok defa yaşlar aktığına çok şahit olmuşumdur. O da bana bu konuda dert yandı. Son zamanlarda çıkan ekin ilaçları kuşların zehirlenmesine neden oldu. Kuşlar azaldı, cıvıltıları yeşillikler arasında kayboldu. Hatta bazı kuşlar nesli yok olmakla karşı karşıya kaldı. Sonra hasadı yapılan ekin tarlalarının anızlarının yakılması yok mu? İçinde milyonlarca canlının yandığı ve yok olduğu yangın. Bu tarlalardaki anızların yakılarak canlıların yok edilmesi inanın ki uykularımı kaçırıyor. Kuşları besleyen canlıların yok edilmesi, kuşların da sonunu getiriyordu. Ben buna üzülüyorum. Sarı köpeğim ve güzel gözlü ala kedim de üzülüyor. Adalar da öyle mi? Hayır oradaki kuşların azalması da başka türlü. Çocukların ökselerle kuşlara tuzak kurmaları ve kafese girmelerini sağlayarak onları tutmaları. Sonrası malum. Çocukları bu işe teşvik eden biçimsiz suratlı ihtiyara ne demeli? Çocukları habire kuş avlamaya teşvik ediyor. Bedava zahire veriyor, kuşbaşına para veriyor. Çocuklar bunlara aldanıyor gurup gurup Bozburnun’da, adanın her bucağında kuş avındalar. Anlayacağınız, kuş simsarları hiç boş durmuyor adalarda…
Balıkçılar, geceleri dalgalı denizde balığa çıkarlardı. Balıkçıların boyunları kalın olurdu. Buruşuk derileri vardır. Bir balıkçı ne kadar ihtiyar olursa olsun o kadar dinç sağlam ve sıhhatlidir. Onunla yarışa girişemezsiniz. Yarı yolda kalırsınız. Derileri ne kadar buruşuk olursa olsun her zaman kafaları dinç, diri ve sağlamdır. Onlar kışın ortasında bile üşümezlerdi. Soğuk onlara işlemezdi. Ağlarının bakımlarını hiç aksatmadan yaparlar. Erinmeden iğ ile balık ağı örerlerdi. Paslı olta iğnelerini, olta telini değiştirirlerdi. Ne yapsın adamlar? Bu, onların ekmek tekneleriydi. Herkes ekmeğine dört elle sarılıp helalinden para kazanmalıydı.
Sahilde acıktığımda midyeyi tuzlayıp yiyorum. Martıların biri iniyor, diğeri kalkıyordu. Sanki her balıkçının bir martısı vardı adalarda. Sahiplerinin kokularını tâ denizin derinliklerinden alırlardı. Balıkçıların martı hayranlıkları unutulmazdır. Hayri Efendi, Hasan Efendi, Yusuf Efendi ve adını sayamadığım bütün balıkçıların gözü sahilde açılırdı. Martılarla beraber kahvaltı yaparlar, dertlerini, sevinçlerini beraber paylaşırlardı. Hep sormuşumdur: “Beyaz kırmızı gagalı martılar, balıkların kokularını nasıl anlar? Onları nasıl tanır? Sevdiklerinin sandallarını uzaktan nasıl tanırdı?” Martıların içinde Hayri Efendi’nin martısı dikkatimi çok çekmişti. Evet, benim de martım vardı. Ancak o başkaydı. Hayri Efendi’nin suratsız halini o martısı çekerdi. Sarkık bıyıkları sakallarına karışmış, başında yünden örme bir şapka vardı. Şapkasını soğuk günlerde gözlerinin önüne kadar indirir, kulaklarını kapatacak şekilde arkaya çekerdi. Hayri Efendi, uzaktan huysuz gibi görünse de içi insanlık doluydu. Martının adını bile koymuştu: “Kınalı Kuzu” Ayakları ve gagası kına rengindeydi. Bu yüzden martısını “Kınalı kuzum” diye severdi. Kınalı sözcüğünü de kısaltarak daha ziyade “Kuzum” diye severdi. “Kuzum ileri git, kuzum geri gel. Kuzum sofraya otur. Kuzum balıkları kap. Kuzum geri git. Kuzum sandala gel ve arkadaşlarımdan çekinme…” derdi. Ne yerse onu kuzusuyla paylaşırdı. Yaşlı Hayri Efendi’nin yaşam kaynağı olmuştu adalarda. Hayri Efendi, bir gün denize açıldı. Kınalı kuzusunu beklemeye başladı. Bir taraftan ağları denize salıyor, balık avlıyor, diğer taraftan kınalı kuzusunu bekliyordu. Ufukta gözüktü Kınalı Kuzusu. Yaklaştı kanatlarını süzdü ve daire çizerek sandala zor atabildi kendini. Hayri Efendi, balık tutmayı bıraktı Kınalı kuzusu, can arkadaşına doğru koştu. Yanına tez elden ulaştı. Kokladı ve elleri arasına aldı. Okşadı, çok hastaydı. Deniz suyu ile yüzüne şöyle bir su çaldı, kendine gelsin diye ama nafileydi. Sanki son nefesini Hayri Efendi’sinin yanında vermek için gelmişti. Hayri Efendi’nin gözlerine baktı ve: “Hakkını helal et. Seninle şu güzel adalarımızda çok güzel vaktimiz geçti. Bir tek sen anladın beni. Merhamet yüklü kanatlarını bana sen açtın. Sen, benim anamsın, babamsın, canımsın ve kanımsın. Seninle unutulmaz güzel günler geçirdim. Ayrılık vaktimiz geldi. Seni asla unutmayacağım. Hakkını helal et, Hayri Baba.” Dedi. Beklemediği bu veda konuşması karşısında Hayri Efendi: “Helal osun.” diyemedi şıpırdatan gözlerinden akıttı ve kendine geldikten sonra: “Kat be kat helal olsun.” dedi. Hayri Efendi’nin sevimli Kınalı kuzusu denizin ortasında, sandalın içinde dünyaya gözlerini yumdu. Hayri Efendi, onun mezarını adanın en güzel yerine kazdı ve oraya gömdü. Her balığa çıktığında, onun anısını hatırlar ve balıklarını tutarak dönerdi. Hayri Efendi, ölünceye dek Kınalı Kuzusunu hiç unutamadı…
Şu soruları sormuşumdur hep kendime. Dersler; adalar ve denizler kadar öğretici ve güzel miydi acaba? İnsanlar, sizleri adalar ve denizler kadar sıcak karşılarlar mıydı acaba? Ben diyorum ki adalar, sizi hep sıcak karşılar…
14.03.2021
Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.