- 648 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
832 – BİLGİ
Onur BİLGE
“Hiçbir şey bilmemek, gereken her şeyi bilmek demektir bence...” dedi Define.
Sadullah Bey’le konuşmaya başladıklarında bir reklam sözü geliyor hatırıma: “Sierra radyoları çalarken bülbüller bile susar!” Herkes put kesiliyor, dikkâtle dinliyor. Kimi anlıyor, kimi anlamıyor haliyle. Kimi de yarım yamalak... Herkes seviyesine ve kapasitesine göre...
“Daha önce konuşmuştuk azizim.” diye başlıyor Sadullah Bey de... “Bir yerde "Biz insanı bilici yarattık" diyor. Bir başka ayette "Siz bilmezsiniz ancak Allah bilir." diyor. Birinciyi kasdediyorsan çok haklısın. İkinciyi kasdediyorsan, elbette bilen tek ve kendisi... Bizim bilmemiz, O’nun bize bildirdiğinden öteye geçmez. O halde de bilgi bizim olmaktan çıkar.”
“Bu iki ayet arasında çelişki yok! Bilgi, her zaman O’nun... Bilen, ancak bildirilirse bilebilir. Adem’i, bilinçli vaziyette yarattı. Bilmeye müsait... Ona bilmesi gerekenleri bildirdi. İsimleri öğretti. Bize de gerekenleri bildirdi ve bildirmekte... Bebeği bir şey bilmezken bilebilir hale getiren O! Büyüten, yetenek bahşeden ve bilgiye ulaştıran O! Bilme isteğini veren, yönlendiren de O! Seviyesini yükseltmek de aşağıların aşağısına indirmek de kulun elinde... İradesi ve ona bağlı tercih hakkı var. Çalışabilir de yan gelip yatabilir de... Kendi bileceği bir şey...”
“Aklıma takılanları sormak isterim. Buranın şerhi nasıl olur?” diye birkaç dize okudu Sadullah Bey.
“Ef’al, sıfat, zât diye anılır bu libâslar;
Soyundukça bunlardan, gider gönülden paslar.
Sâlik de fakîr olur ve tüm ârâzdan berî;
Diline pelesenktir, artık, "El fakrü fahrî”
“Azizim, eğer bir salik üç elbiseden, yani fiilden, sıfattan ve Zat’dan soyunursa, daha da “Ben!” demesine anlam vermekte elbette zorlanırım. Şayet denirse ki “O, soyduğu elbiseleri, bilmediğiniz biçimde tekrar giydirir.” bu da onun işini ona anlatmak, onun yolunu ona tarif etmek, onun adını ona hatırlatmak gibi bir şey olur bence. Kendime bu soruyu sorduğumda, çelişkiler yumağıyla boğuluyorum. Madem varlığımdan soyunduysam, işine karışmak benim ne haddimde! Tabi ki benimkisi sadece bir düşünce tarzı ve yalnız beni bağlar. Bunları, ilmine güvendiğim insanlarla paylaşmak gibi bir zaafımım olması da belki edebe ve erkana terstir. Allah affetsin beni!”
“Ben sen o... Bunlar sadece şahıslara işaret... Fiillerin sahibi Allah’tır. Sıfatların sahibi de O’dur. Onlardan kullara, belli miktarlarda, bir süreliğine kullanım hakkı verir sadece. Yaratan ve yok edecek olanın da O olduğu malumken, kula ait ne kalır ortada! Bilgi konusunda da: “Fakrım iftiharımdır!” derse, Resulümüz gibi... Fakirlik sadece parasal olmaz ki! Kul, her yönden muhtaç, O’nunla ve bir süreliğine var. İki yokluk arasında var gibi yani...” diye açıklama yaptı Define.
“Haklısın.”
“Kişi bunun bilincinde olduğu zaman ona göre düşünür, hisseder ve hareket eder. Böylece suç da ceza da ortadan kalkar.”
“Bunda da haklısın.”
“İradeyi vermeseydi... Vermiş, değil mi! Suç da ondan, ceza da ondan kaynaklı... Öyle değil mi?”
“Onu O’na sor! Ben bilmem! Şimdi ikimiz de bir odadayız. Odanın güneye, kuzeye, doğuyla ve batıya açılan dört penceresi var. Eğer dört pencereden birinden bakıp, üçünden bakamamak gibi bir şanssızlığımız varsa, elbette ki, ikimiz de baktığımız pencerede neler görüyorsak onları anlatırız. Dolayısıyla burada yalan ve yanlış aranmaz. Bu yüzden hak sahibinin hakkını vermek gerekir. Şayet ikimizden biri, diyelim ki sen, dört pencereden defalarca baktıysan, gördüğün her şey ruhuna işlemişse, bu durumda benim tek pencerelik görüşüm, elbette ki sana abes gelir. Fakat arif bir insan olduğundan o abesi, sanırım seviyeme inerek hoş görürsün.”
“Kur’an tek pencere...”
“Haklısın fakat ben o evin kapısını bulup açamadıysam, penceresi bana mahrem demek değil mi!”
“Allah, açmayacağı ve açtırmayacağı kapıyı ortaya koymaz! Nasrettin Hoca’nın sembolik kapısı değil bahsi geçen!”
“Elimden birsi tutmalı ve oraya kadar bana delillik etmeli ki o kapıdan girme şerefine nail olayım!”
“Mürşit mi arıyorsun? Son isim Sabur... İman, evvab, namaz, oruç, zekât, Hac, sabır, rıza... Bunlarla biter bu iş… Gerisi, neme lazım!”
“Zaten ben de sana lazım olanı sormadım ki! Bana lazım olanı sordum. Bilenlere, arayıp bulanlara, ilim irfan sahiplerine ne mutlu! Görenlere verir. Rabbim inşallah bize de nasip eder! İlmin, irfanın, aşkın, zevkin artsın, eksilmesin! Rabbim benim gibileri de bu hal sahiplerine bağışlasın!”
“Efendimiz demiş ki “Cennete gitmek çok kolay!” O bunu müjdelemiş. Sen onu güçleştiriyorsun. Maksat nedir? Cennet değil, diyelim. O zaman rıza... “Razı olsun da nereye koyarsa koysun bizi!” Öyle mi? Cehennem dert değil. O zaman?”
“Rıza olsaydı, Merziyeden ötesine ne gerek vardı!”
“Yine hoşnutluk… Rıza... Dedim ya… Kolayı zorlaştırmada üstümüze yok! Kâbe’ye bak. Tek kapı... Pencere mencere yok.”
“A be mübarek insan, yorma kendini!”
“Doğru tektir. iki üç beş doğru olmaz. Allah ne demişse o! “Apaçık!” diyor. Kur’an’ı Mübiyn... Yüz on dokuz ayette geçer. Deşen deşsin, ne bulursa bulsun! Herkese, anlayış seviyesine göre anladığı kadarı yeter!”
“Şüphesiz Allah doğru diyor, dostum da doğru diyor.”
“Bizim bulabildiğimiz, nasibimiz kadardır. O da bize yeter!”
“Eyvallah!”
“Nasıl ki rızıktan yana, nasipten ötesi yok, ilimde de öyledir. Herkes, kabının aldığı kadar alır.”
“Buna da Eyvallah!”
“Bileceğiz bileceğiz de feriştah mı olacağız! Nasıl olsa her şeyi bilmemiz imkânsız! Yırtınsak nafile! Bilgi de her şey gibi kararında olmalı ve insan bir yerde durmalı. Bilgi neden talep edilir?”
“Bilmediğini anlamak için...”
“Üç şeyin talep edilmesini istemiş. İlim, anlayış ve iman... “Rabbi zidni ilmen ve fehmen ve imanen...” Bu ayeti bilirsin.” İlim, bilmediğini öğrenmek amacıylaysa, güzel... İstenmesi emredilmiş. Bazıları onu övünç vesilesi etmek için talep eder ve tartışmayı sever. Oysa tartışmada ego vardır ve yasaklanmıştır.”
“Çok haklısın! Ego içindir. Benlik vardır, kibir vardır.”
“İlk sözler geliyor aklıma. “İkra!” “La edri!” Ona “La edri!” dedirten kim? Örnek insana... Onun cehaletini mi sergilemek istedi? Haşa! Bence örnek teşkil etmesini istedi. “La edri!” diyen, bilgiye açıktır. İster, bekler ve alır. Aksini diyen kapıyı kapatır. Hiç bir şey almaz. Bu bir tarafa...
İnsan, tüm duyularıyla sınırlı bir varlık... Aciz... Neyi ne kadar bilebilir! Bilse bilse bildiği, okyanusta damla kadar bile değildir. O halde kafa patlatmaya ne gerek var! Fakat ortalık bilgiçten geçilmiyor! Her mürşit bir bilgiç... Hepsi diğerlerine meydan okumakta, yukarıdan bakmakta, ahkam kesmekte... Allah, büyüklenenleri sevmez. Doğru mu?”
“Vallahi haklısın!”
“Kâmil yol göstericileri neden severim? Hiç kimse için aşağılayıcı konuşmazlar, konuşmamışlardır.”
“Büyük adamların halidir. Adı üstünde kâmil...”
“Yalnız haramları helalmiş gibi gösterenlere kızarlar. Mesela faizi kılıfına uydurarak yiyenlere ve yenmesinde sakınca olmadığını söyleyenlere... Diğerlerine laf yok!”
“O halde onun bin katını yapana tabi olmak mı gerekir? Merak ettim.”
“Tabi olmak gerektiğini kimse söylemiyor. Gıpta yetiyor. Tabi olmak ya da olmamak... Bunlara önem verilmiyor.”
“Gıpta eden mi, gıpta edilen mi?”
“Allah’ın verdiğinden başka bir şeye talip olmak, ya da tabi olmak kimin haddine!”
“Sana müteşekkirim azizim. Beni ihya ediyorsun. Allah razı olsun!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 832