- 462 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
827 - UYUYAN GÜZEL
Onur BİLGE
Neslihan Hanım’ın rüyaları da kâbusları da bitmiyor. Hemen hemen her gün bir rüya anlatıyor. Sanki Define, rüya yorma konusunda uzmanmış gibi...
“Yine ara ara kâbuslar görüyorum. Tam anlamıyla iyileşemedim ben. Nasıl yatarsam yatayım, sırt üstü uzanmış, dümdüz yatar vaziyette uyanıyorum. Kollarımın ikisi de geride... Başımın iki tarafında dümdüz... Sopa gibi buluyorum kendimi. Dişlerim sıkılmış. Neredeyse kırılacaklar! Öylesine kilitlenmişler! Sanki bayılmışım da çenem kilitlenmiş. Bir süre kendimi bulamıyorum. “Kimim ben? Neredeyim?” gibi sorular geçiyor beynimden.”
"Kayseri’de, Erciyes’in yavrusu vardır. Yılanlı dağı... Onun bir adı da Uyuyan Güzel’dir ama çoğu bilmez. Silueti, sırt üstü yatıp uzanmış bir kadına benzer. Birden o dağı hatırlattın bana. Uyumak seni çok değiştiriyor. Ne hırçınlığın, ne de çirkinliğin kalıyor.”
Neslihan Hanım, elindeki soğuk su şişesini başına dikti. Fakat dudaklarına değdirmedi.
“Nasıl su içmek o öyle? Çiğnemeden mi yutuyorsun?”
“Su çiğnenir mi! Ben şişedeki suyu ağzıma beş on santim yukarıdan dökerek içerim. Zemzem de öyle içilirmiş, değil mi? Ağzımı şişeye değdirmem. Değdirenlerden de nefret ederim.”
“Gazozu falan da mı öyle içersin?”
“Hayır! Sadece suyu... Alışkanlık meselesi...”
“Kaymakamın biri köye gelmiş. Muhtarın hanımı bir tas ayran getirmiş, “Buyurun kaymakam bey!” demiş. “Bardak yok mu?” demiş kaymakam. “Öküzle kaymakam bey öküzle!” demiş kadın...”
“Ne demek? İçine mi eğilip içecek?”
“Senin su içişini görünce aklıma geldi. Tası kafasına dikecek!”
“Sence dün ne kadar ağlamış olabilirim?”
“Neden?”
“Kabus gördüm rüyamda da, ağlayarak uyandım.”
“Hayırdır, nasıl bir kâbus? Muamma gibi konuşuyorsun.”
“Saat üçtü ağlamaya başladığımda... Dün gece ne kadar ağlamışımdır?”
“Neden ağladın? Ne kadar ağladığını ben nerden bileyim!”
“Saat üç falandı ağlamaya başladığımda. Ne kadar ağlamışımdır sence?”
“Neden ağladığını soruyorum, söylemiyorsun. Nerden bilebilirim hangi sebeple üzüldüğünü! Kahin değilim. Belli bir enim boyum var. Ağırlığımı bilirim. İnsancık cücesi olduğumu da... Hâlâ bilmiyorum ama her ne sebeple ağlamışsan, her damla göz yaşına Allah binlerce rahmet deryası versin!”
“Ne kadar ağlamış olabilirim?”
“Önce ağlamanın sebebini bilmeliyim! Sırsa söyleme, değilse anlat!”
“Çok kızdım!”
“O zaman öfken dininceye kadar ağlamışsındır. Umarım seni kızdıran ben değilimdir. Şayet bensem, oyuncağını kaybetmiş çocuk gibi oldun herhalde. Bilmece gibi konuşuyorsun. Binlerce anlam yüklemek mümkün söylediklerine.”
“Gözlerim şiş hâlâ...”
“Seni ağlatacak sebep göremiyorum. Var olduğunu iddia ediyorsan ben körüm. Seni etkileyecek bir nokta bile bulamıyorum. Var mı?”
“Ne kadar ağladım!.. Haklı sebebim yok da “Cehenneme gitsin!..” demedim işte! Kızdım!”
“Kız arkadaşım kız! Surat bir karış! Yakışıyor yakışıyor...”
“Senin her günkü halin...”
“Çatsam bela tütüyor!”
“Uyuyunca da kâbus gördüm. Ağlayarak uyandım. Çok ağladım.”
“Nedir o kâbus? Anlatmadın.”
“Bir evin balkon ve penceresinin altındaydım. Yukarıda çocukların babası vardı. Yanında büyük kara çerçeveli gözlüklü, çok çirkin ve yaşlı bir Alman kadın... Onunla evlenmiş. Ben de oradan gördüm kadını. Sonra babaları ağabeyim oldu. Ağabeyim ölü... Öleli çok oldu. Biliyorsun.
“Neslihan! Gelsene yukarıya! Gel de konuşalım!” dedi. Gitmedim. Babaları belki kızar diye. Sonra ağabeyim babaları oldu, yukarıya gittiğimde. Yalnız, önce “Şak!.. diye bir tokat sesi duydum. Bir çocuk ağladı. Benim çocuğummuş. “Ne oldu?” dedim. “Çocuk vurdu!” dedi. İnanmadım, çıktım baktım, sarışın iki erkek çocuk... Halbuki benim bir kız bir erkek çocuğum var.
O iki erkek çocuk küçük... Dört ve altı yaşlarındalar. Benim oğullarımmış. Kadın vurmuş. Kızdım! “Ver çocuklarımı!..” dedim. O da gülerek: “Mahkeme kararıyla alırsın!..” dedi. “Bu kadın bakmaz. İstemiyor. Dövüyor!” dedim. İçim çok acıdı! Ağladım. Çok... Perişan bir vaziyette uyandım.
Sonra tekrar uyudum. Deniz kenarındaydık. Kızımdı galiba yanımdaki. Arabayı bir yere bırakmıştık. Nereye bilmiyorum. Fakat bu ikinci veya üçüncü gelişimizmiş. Başka araçla dönmüşüz. Arabayı bir yere park etmişiz. Kızıma: “Git getir de gidelim!” dedim.
Bir çocuk, iki mika cetvel verdi. “Kızım kullanır.” dedim. Yüksek apartmanlar vardı. Sonra tekrar babalarının çok yaşlı başka bir kocakarı ile evlendiğini gördüm. Başka bir mekân... “Yaşlandığı için zevki değişmiş, bunları nasıl beğendi? Artık seçici değil herhalde...” diye düşündüm. İkisi de Türk’tü. İkisi de mukayeseli görebileceğim şekilde yanımdaydı.
Başka bir kadın bana bir kalem kutusu gibi yine mika, cetvele benzer bir şey verdi. Radyo açmıştım. Telefon açtı, bana verdi: “Bak, burada bir numara var, onu karşıya oku!” dedi. Karşıda devlet dairesi olduğunu söyledi. Kızıma burs gibi bir para bağlanacakmış.
“Radyoyu kıs!” dedim. Telefonu aldım, numaraya baktım, okuyacaktım, uyandım.”
Bir ağabeyim oldu babaları... Bir kendisi... Bir derneğin genel başkanı ile eşim değişmişti rüyamda. Ben o rüyadan sonra evlenmiştim.
Rüyamı tabir ettim. Eşime: “Başkan ölecek. Vuracaklar. Başkan sen olacaksın!” demiştim. Sonunda başkan değil, eşim öldü.
Bir bedende iki kişi olamazdı. Biri ölüydü. “Bir bedende bir ruh olabilir!” diye düşünmüştüm. O öldü. Yanlış yormuşum.
Şimdi de ölü ile babaları... Aynı yer, aynı beden... Ağabeyim beni yukarıya çağırdı. Gittim ama o yoktu. Kızıma: “Babanı gördüm.” dedim. Belki babalarıydı çağrılan... Çağıran ağabeyimdi.
“Neslihan! Gelsene yukarı!” diyordu.
Oraya çıktım ama orada çok ağladım. Az ağlamak sevince, çok ağlamak derin kedere çıkar. Senin rüyanda da eşim ölmüştü ya...”
“Seni çözüyorum da, bağlamaya gücüm yetmiyor. Sen yabani bir kısrak gibisin. Zapt edilmesi zor bir kadınsın.”
“Vakit doldu değil mi? Dolmuş.”
“Herkesin ve her şeyin bir eceli vardır. Canlılar ve toplumlar, ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler ama kimse ne zaman öleceğini bilemez. Allah bildirirse bilebilir. Rüyalara fazla takılma!"
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 827