- 503 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DÖNGÜ
“Her gün aynı. Her gün bir gün. Aynı evlere. Aynı yollara. Aynı kentlere düşen aynı gün.”
Elimde bir haftadır aynı kitapla evde dolanıp duruyorum. Özlü’nün acılarından kalanlarını okuyorum. Aynı sayfaları defalarca okudum. Bitmesin istiyorum. Yazarın duygularıyla kendi duygularım örtüşürse yazarı da kitabı da bırakmak istemem. Kasveti bu denli yoğun hissettiğim zamanlarda dramatik filmlerden, içli şarkılardan, acı çeken insanlardan ekseriyetle uzaklaşmak gibi bir huyum var. Lakin kitapların acıyı ve yıkımı ne kadar yoğun yaşattığı, o ince çizgiyi aşıp aşmadığı önemli değil. Zamanın çekilir gibi olduğu anlarda sözcüklerini içine akıtıp sonra dayanılmaz olunca onulmaz bir iştahla kâğıda sarılan tüm o yazarlarla sanki eskiden beri arkadaşız. Tekdüze bir bunalımın sıradan bir yaşama karıştığı kitaplar, insanın dibe doğru çekildiğini düşündüğü zamanların bir zırha bürünmüş hali gibi. İnsanlar kendini bu kitaplarla ya da yazarın acılarıyla beslemek istiyorsa bunda bir sakınca görmüyorum. Hem iyileştirici bir yanı da var. Sadece bazen merak ediyorum. Diğer insanlara, çevreme göstermediğim tahammül neden söz konusu kitaplar ve melankolik yazarları olunca sel olup taşıyor. Bu bana biraz ironik geliyor doğrusu. Sanırım yazarı zihnimde masalsı bir kahraman olarak tasavvur ediyorum. Hep uzakları, sahip olamadıklarını, dağların tepenin ardındaki kentleri özlemek, bu dünyadan olamayacak kadar formuna yabancı bir insanı düşlemek ya da onu anlayışla karşılamak bu yüzden. Yazarın tüm o hüzünlü deyişlerinden, depresif hallerinden usandığım zamanlar olmuyor değil, elbette oluyor. Varoluşsal sıkıntıları kendi bünyemde bile hoşgörüyle karşılayamazken yazara karşı tahammülüm sonsuz. Çünkü o yazmaya başladığı anda bizimle denk bir yükseklikten sıyrılıyor. Artık onu görmek, hissettiklerini bilmek ve anlamak için gövdemizin üstündeki nadide başımızı göğe kaldırmak şart. Yazar bulutların arasında belli belirsiz düşsel bir ikona olarak yerini alıyor. Artık oradan sözcüklerini yağdırabilir, tüm benliği ile haykırabilir. Sonsuza kadar sürecek olsa dinlerim. Onu anlarsam kendimi de anlarım. Kendimi anlarsam tahammül edemediğim insanları, karmaşayı, düzeni çözmek mümkün olur belki.
Neyse ki bu karmaşa içinde yazarın “her gün aynı” dediği günlerin dayanak noktaları yok değil. Var. Tezer’i bırakıp başka bir kitaba geçiyorum. Varoluşunu çözmeye çalışan tüm yazarların olduğu gibi onun yeri ayrı. Her ne kadar hüzünlü yoğunluğa yatkın olsam da insani yanım dünyevi neşelere oldukça açık. Bu cümleden sonra gülümsüyorum. Bunu söylemek ne kadar doğru bilmem ama yazarken arada telefon ekranındaki o tuhaf gülen, sarı renkli ifadeler olsa fena olmaz. İşte size dünyevi neşe! Şakayı bir kenara bırakırsak dayanak noktaları biraz şiirsel kaçıyor. Yine duygular fikirlerin çok ötesinde. Mesela bu sabah ruhuma çiçekler açtıran şairin şu dizeleri: “Koruyucu en tatlı uykusunda / Sabah yanındaki toprakta serinlemektedir / Tatlı ve yapışkan bir buğu gökte / Sabah rüzgârını özlemektedir.” Ne denir ki varoluşum uçurumdaki yazarı anlamaya çalışırken yeryüzünün madde halini almış neşesi işte beni de cezbediyor. İnsana açlığını, acısını unutturan pür neşe ve varoluşun karmaşık duyguları tek vücutta beraber can buluyor. Üstelik ikisini de besleyen kan aynı damarda akıyor. Hepsini bir anda doğal akış olarak hazmetmek zor. Hatta bazen dışarıdan hastalıklı, histerik bir durum gibi algılansa da insana ait olanı kabulleniyorum. Fikirleri yatıştıran da onlara gem vuran da ele avuca sığmayan duygularımız değil mi? Öyle ya da böyle benim için zaman ve içindekiler düz bir çizgi değil; döngüsel, değişken. Hüznü ve neşeyi aynı döngüde yaşıyoruz. Döngüyü kırmak zor ama anlamak mümkün. O döngüde kalmak umuduyla…
KULE
YORUMLAR
YedinciKule
Yorumunuz için teşekkür ederim.