- 277 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Salya mı, kusmuk mu?
SALYA MI, KUSMUK MU?
Türkiye’de değişen gündemle birlikte hayatımıza yeni kelimeler giriyor. Covid-19 virüs salgını çıkınca daha önce hiç işitmediğimiz “pandemi, bulaş” gibi kelimeler girdi dilimize. Marmara Deniz’indeki felaket ise bizi “müsilaj” ve “deniz salyası” ile tanıştırdı.
Neymiş müsilaj? Deniz salyasıymış!.. Geçin onu efendiler, geçin! Salya değil bu. Resmen kusmuk; el birliğiyle zehirlediğimiz Marmara’nın kusmuğu… Dünyada eşi benzeri olmayan o güzelim denizin can çekişirken can havliyle vücudundan atmaya çalıştığı zehir safraları… Kim bilir belki de yüzümüze tükürüyordur deniz. “Aferin, bir iç denizi yok ederek dünyada bir ilk’e imza attınız,” diyordur tükürürken.
Birkaç haftadır basın – yayın organlarından Marmara felaketiyle ilgili haberler izliyorum, makaleler ve köşe yazıları okuyorum. Bana göre, konuyla ilgili en gerçekçi ve akla yatkın bilgiyi hidrobiyoloji (sularda yaşayan canlıları inceleyen bilim dalı) uzmanı Levent Artüz veriyor. Artüz’e göre Marmara Denizi şu anda tam bir foseptik çukuru, daha açık ifadeyle lağım çukuru. Biliyorum, abartılı bir ifade bu, ama acı gerçeği tüm çıplaklığıyla vurguluyor.
Hidrobiyolog Levent Artüz: “Biz Marmara’yı 1989 Ekim ayında öldürdük, o günden beri bir cesedin yavaş yavaş çürümesini izliyoruz,” diyor. Peki ne olmuş 89’da? “Haliç gözlerimin renginde olacak,” sloganıyla başlatılan Haliç’in temizlenmesi ve atıkların Boğaz’ın dip noktalarına deşarjı projesi başlatılmış. Daha sonra İstanbul’un kanalizasyonu ve atık suları filtrelerden geçirilerek arındırılmış hâlde Marmara’ya boca edilmiş.
Şimdi bir düşünün, şu coğrafyayı gözlerinizin önüne getirin: Tekirdağ’dan İstanbul il sınırına girdiğinizde otomobilinizle saatlerce yol alırsınız fakat İstanbul bitmez. Daha doğrusu evler, apartmanlar, iş yerleri ve fabrikalar bitmez. Yerleşim merkezi manzaraları seyrederek yaptığınız dört saatlik yolculuktan sonra İzmit’e ulaşırsınız. Durmayın, İzmit’ten yola çıkın; Gölcük, Değirmendere, Karamürsel, Altınova, Çiftlikköy, Yalova derken iki saatlik yol boyunca evler, apartmanlar, fabrikalar yine bitmez.
Şimdi soralım kendimize? Marmara kıyılarında yaşayan bunca insanın dışkıları ve atık suları, bunca fabrikanın zehirli atıkları nereye gidiyor beyler? Elbette ki Marmara’ya! Yok efendim sterilize ediliyormuş, katı atıkların denize dökülmesi önleniyormuş, atık sular arındırılıyormuş, her fabrikada filtreleme ve arındırma tesisleri varmış! Hepsi de boş laf! Geçin bunları beyler, seksenli yıllarda değiliz; herkesin elinde kamera görevi de yapan cep telefonu var, sosyal medya platformları ve tv kanallarının tümü eşyayı ve tabiatı rengi ve biçimiyle gözler önüne seriyor. Marmara’ya dökülen derelerin, çayların kurşunî renklerini, zehirlenerek ölüp kıyıya vuran balıkların hâlini görmüyor muyuz?
Bilim adamları şöyle diyor: “Olmaz ya; farz edelim ki tüm fabrika ve kanalizasyon atıkları arıtıldı ve temiz su olarak borularla Marmara’nın derin dip noktalarına döküldü? Peki ya mikroorganizmalar? Bakterisi, mikrobu, virüsü… Onları temizleyebilir misiniz? Atık sulardaki mikroorganizmaları arıtabilecek bir kimyasal madde var mı veya böyle bir teknoloji icat edilmiş mi dünyada?”
Cevap: Elbette ki hayır…
Aslında bilim insanlarının bu sorusunu hükümet üyelerine, belediye başkanlarına ve fabrikatörlere başka kelimeler kullanarak sormak lazım:
“Arındırdık dediğiniz suyla çay demleyip içer misiniz veya o suyu evladınıza içerir misiniz?”
Cevap: Elbette ki hayır.
Madem öyle, bu suları denize dökmeyeceksin kardeşim, “Su içtiğin kuyuyu pisleme” derler ya; balığını yediğin denizi pislemeyeceksin. Oraya çer çöp atmayacaksın; denize akaryakıt, lağım suyu ve zehir dökmeyeceksin.
Mikropları ve bakterileri elle tutamıyoruz, gözle göremiyoruz; dokunma veya koklama duyularımızla algılayamıyoruz ama öyle mikroorganizmalar var ki şu dünyada eksi veya artı üç yüz, beş yüz derecede yaşayabiliyor ve çok hızlı üreyebiliyor. Bilim insanlarından öğrendiğim kadarıyla deniz salyası dedikleri kaygan, yapışkan ve su dünyasındaki canlıların celladı olan varlık, bu mikrooganizma ordusundan ibaretmiş. Her geçen gün Marmara’nın dibini kaplamakta ve oradaki hayatı yok etmekteymiş.
Hidrobiyolog Levent Artüz “Bir zamanlar Marmara’da 124 çeşit balık yaşardı, şimdi bu sayı bir elin parmaklarını geçmez,” diyor. Öyle anlaşılıyor ki beş on sene sonra Marmara’da hiçbir canlı balık kalmayacak; kim bilir belki de çevreyi pis kokular ve mikroplar saracak; deniz bizi Anadolu içlerine kovacak. Şu sözü işitmişsinizdir: “Doğa sabırlıdır ama mutlaka bir gün intikamını alır.”
Sevgili okuyucular; Gelelim ilçemizin incisi İznik Gölüne… Manisa’da Marmara, Afyon’da Eber, Konya’da Akşehir, Antalya’da Avlan gölleri kurudu. Bu kadar mı? Hayır… Son elli yılda Türkiye’de yetmiş civarında göl yok oldu. Bir de kurumaya yüz tutan, tedbir alınmazsa yakın bir tarihte kuruyacak olan göllerimiz var. Maalesef ki gölümüz bu gruba dâhildir. Herkesçe malumdur ki İznik Gölü’nün suyu çekilmekte ve kirlenmektedir. Kırk elli yıl önce bu gölde “gördek, dikence, ilik” balıkları vardı, özellikle ilik balığının tadına doyum olmazdı. Şimdi nerede o balıklar? Hepsi de yok oldu.
Sevgili okuyucular, Marmara Denizinde müsilaja sebep olan etkenler İznik Gölü için de geçerli. Gölümüzün çevresindeki iki ilçenin ve otuz civarında köyün lağım suları nereye gidiyor acaba? Ya göle yakın fabrikaların atık suları? Bu sorunlara bir de vahşi sulamayı eklemek gerekiyor. İlgililerin dikkatine sunulur.
Kalın sağlıcakla…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.