Senin özgürlüğünün bittiği yer, benim özgürlüğümün başladığı yerdir
Hep eskiyi yâd etmekte ne kadar haklıyız diye düşünürüm zaman zaman. Şimdiki zamana göre daha mutluyduk; küçük şeylerle büyük mutluluklar bulurduk, çünkü büyük şeylerle büyük mutluluk nasıl olurdu bilmezdik. Hemen hemen aynı noktalarda birleşirdik. Fazlaca aykırılıklarımız yoktu.
Bahçe içerisinde ahşap evlerimiz vardı, yeşilliklerimiz derya kadardı. Her yer yeşil ağaçlarla bezeliydi. Sahil boyu mis gibi kokan ıhlamurlarıyla devasa büyüklükte ağaçların altında piknik yapar, pırıl pırıl denizde doyasıya yüzerdik.
O kadar yeşilliğe karşın ağaç dikmek ihmal edilmezdi yine de. Komşuluk ilişkilerinde saygılıydık.
Şimdiler de ne bahçende ne balkonunda huzur yok. Bağıra bağıra konuşanlar, yüksek sesle müzik dinleyenler vb. Uyarmak isteseniz inadına yapıyorlar.
Küçük kasabalarda yaşlı teyzelerimizin dedikodularına karşı uyarılırdık. Eve geç gelmek yoktu, ezan okunmadan evde olurduk.
Elbettte giyim kuşam konusunda kısıtlamalarımız vardı ancak gitgide bundan da sıyrıldık. Polise yol sorardık, bekçi düdüğü gece başımızı yastığa rahatça yerleştirmemizin güvencesiydi.
Parti kavgaları ve böylesi kutuplaşma yoktu, seçimlerin tatlı bir çekişmesi olurdu. Bir Hayriye halamız vardı; onun Boşnak damarı demokrat partili olduğunu, oyunu verdikten sonra ortaya koyma hoşluğu aklımın bir köşesinde kalmıştır.
Ramazanlar, bayramlar şenlikliydi. Annemiz, ananemizle teravih için camiye gitmek, düğüne gitmek kadar mutlu ederdi bizi. Sinemaya gitmek, hele yazlık sinema en büyük lüksümüzdü.
Annemin dedikodu uyarılarına rağmen, erkek kardeşimin bisikletine binmek özgürlüktü benim için. Asiydim birçok konuda, bundan dolayı bazıları bu senin kızın erkek gibi derlerdi.
Oysa ben erkek-kadın ayrımına değil, insan olmanın hakkına karşı direniyordum ancak bunun dedikodudan başka bir zararını görmedim. Tekme tokat girişmedi bana kimse. Hoş girişmiş olsaydı da, alırdı cevabını. Rahmetli anneme çekmişim, vücut gücüm kuvvetlidir.
Bilindik bir hırsızımız vardı, yarı meczuptu onu da herkes bilirdi zaten. Kız kaçırmak köy yerinin adetlerindendi. Kavga erkekler arasında olurdu onu da araya girenler bitirir, iş tatlıya bağlanırdı. İnsanlar bu zamandaki gibi, bıçakla satırla, tabancayla saldırıp birbirlerini öldürmezlerdi.
Ya benimsin ya kara toprağın cinayetleri işlenmezdi. Her gün kadın cinayetlerini yazmazdı gazeteler.
Kalantorların “ortanca eşim” diye nitelendirip, yaşına bakmadan birkaç tanesiyle birlikteliğini ortaya açıkça sermekten, her birinle ayrı ayrı fotoğraf çektirip gururlanması yoktu.
Sayıca belli “gerçek” zenginlerimiz vardı. İnsanlar arasında bu kadar uçurum yoktu bildiğim. Kimse kimseye üstünlük taslamazdı.
*Kötülük diye nitelendirdiğimiz “kan davaları” ve “töre” olayları vardı bildiklerimiz arasında.
Birkaç mafya babası vardı bildiğimiz; hesaplaşmaları kendi aralarında kendince olurdu. Sanırım, çocuk sayılırdım o zamanlar.
Tek büyük olay 9 ekim 1961 yılında 1955 doğumlu Aylâ Özakar adındaki bir kız çocuğu İstanbul Bahçelievler semtindeki evlerinin ilerisindeki bakkala giderken kaçırılmış ve bir daha bulunamamıştı. Bu olaydan sonra aileler çocuklarına tembihlerini daha bir sıkılaştırmışlardı.
Memleketin bir Kıbrıs meselesi vardı gençliğe adım atarken. Olayın vahametini bilmiyorduk elbette. Çıkartma günlerinde, geceleri karartma yapıldığından pencerelerimize koyu kara kumaşlar germiştik. Sokakta “ çatla patla Makarios Kıbrıs bizim olacak “ sloganlarıyla vakit geçirirdik.
Şimdiye bakalım. Nasıl bir ülke olduk biz? Doğuda güneydoğuda nerden ne zaman geleceği belli olmayan bombalar, çatışmalar ve bunların gerçekleşmesi sonrasında ölen, yaralanan ve sakat kalanlar.
Her gün gelen şehit haberleri. Ne yapacağını bilmeyen, psikolojisi bozulmuş insanlar. Ve ileride psikolojik sorunlarla boğuşacak olan hastalıklı bir nesil.
Büyük kentlerde patlayan bombalardan sonra, her şeyden şüphe duyma paranoyasıyla karşı karşıya kalan insanlar.
Kavga kıyamet gırla, kimse kimsenin başına ne geldiğine bakmıyor bile çünkü kendisinin de aynı belâya bulaşması hatta canından olması işten bile değil.
Her türlü kutuplaşmalar, kimsenin kimseye saygısı olmadığı gibi kuralları da takan yok.
Cezai yaptırımları kalemle getirmekle olmuyor, bunların gereği ne ise onları kararlı bir şekilde devamlı uygulamak gerekir.
Şort giydi diye karşısındaki kıza tekme atacak kadar azgınlaşan “olurunda giyinseydi tahrik olmazdık” diyebilecek kadar ileri giden bir sapık ruhlunun sokaklarda dolaşması, ne kadar ürkütücü bir durum.
Bu ve buna benzer olaylarda, ifadelerinden sonra salıverilmeleri, tepkiler sonrasında bazen tekrar gözaltına alınmaları da düşündürücü. Öldürme, gasp, yaralama vs için görülen davada, duruşmada bir kıytırık kravat takıp, süklüm püklüm durması karşısında iyi halden indirim türünden cezayı anlamak mümkün değil.
Bu konularda cezai yaptırımların adilce , kesin ve caydırıcı olması gerektiğinin kanaatindeyim.
Yabancı ülkelerde cezai yaptırımların ciddi uygulanması neticesinde, yaşam biçimi haline gelmiştir.
Her türlü taciz ve buna benzer eylemler içinde olanlar için terbiyemi de bozabileceğimin kanaatine vararak şöyle demek istedim.
*Aklı sadece bir yerleri için çalışanlar, o tekmeyi o yerlerine çalışsınlar ki nefislerine hâkim olabilsinler. NOKTA
Ve bu tür eylemlerde paçayı kurtarmak için “ruh hastası-kişilik bozuklu” sıfatların arkasına sığınmak ayrıca abesle iştigaldir ki: ileri derecede ruh hastalığı ya da kişilik bozukluğu olan kişilerin tedavi edilmesi gerekirken sokaklarda ne işi var?
*’Bir kadına tekme atmak sadece karnındaki bebeğin hakkıdır.
Teknoloji ile birçok olgu da yerle bir oldu: insanlar tanımadıkları ile tanışır, en mahremlerini paylaşmaktan bile çekinmez oldular. Dünya teknolojinin getirdikleriyle kötülük üretiyor.
Çevreyi kirletiyoruz, sonra "yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış" misali arsızca temiz çevre istiyoruz. Şimdilerde denizlerimizde görülen "salya" insanların marifetinden ibarettir.
Kavgalar, savaşlar ve her türlü kötü eylemler ile dünya tepetaklak olmuş durumda.
Gerçekte hiç kimsenin anlamak istemediği konu şu, bizler bizim olmayan dünyayı paylaşamıyoruz.
*Oyun bittiğinde bütün taşlar aynı kutuya girmiyorlar mı?
Beklemek sonsuzdur, bizler de bekliyoruz sadece. Kendini sarsıp sıyrılarak ben insanlık için ne yaptım, ne yapıyorum diyen kaç kişi var?
*Son söz:
" Uyuduk mu eşit oluruz. Ne tutku, ne gurur, ne umut.."
Melih Cevdet Anday
Hâdiye Kaptan