- 465 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
805 – ŞEREF MİSAFİRİ
Onur BİLGE
Sadullah Bey, haftada üç dört gün Virane’ye uğruyor, sohbetleriyle faydalı oluyordu. Ancak o günkü tartışmadan sonra uzun süre aramızda olmak istememiş olacak ki hiç gelmedi. Mahir’in ısrarını, diğer arkadaşların araya girmelerini saygısızlık olarak mı kabul etti, bilmiyorum. Neden sonra bir öğle sonu yine geldi. Genelde dedeyle birlikte cami çıkışı gelirler. Bu defa da öyle oldu. İkindi namazı sonrası iki kafadar konuşa konuşa içeriye girdiler. Alışkanlık üzere her zamanki yerlerine oturdular.
Define’nin minderli iskemlesi bellidir. O hep oraya atar kendisini ve nedense boş olsa da başka kimse oturmaz ona. İskemlesiyle de piposuyla olduğu gibi bütünleşmiş durumdadır. Genelde Sadullah Bey de onun sağında yer alır. Eh! Ne de olsa şeref misafiridir.
Cebrail de bembeyaz giysiler içinde, mis gibi kokular saçarak, Efendimiz’e en çok benzeyen Dıhye’nin kılığında gelir, sağ tarafına oturur, ona sorular yöneltirmiş. Sorduklarının cevaplarını kontrol eder, onaylarmış. Her yıl baştan sona okunan Kur’an’ı dinlermiş. Son gelişi üst üste iki kez olmuş. Efendimiz, şeref misafirinin kim olduğunu, o gittikten sonra bildirirmiş.
“İnsanın sık sık kendini kontrol etmesi gerekiyor. Fakat burası farklı bir yer olduğu için sizlerle fazla senli benli oluyorum. Aslında karakterimde böyle bir şey yoktur. En yakınlarıma bile mesafeli dururum.
Buraya gelmeye ara verişimin bir sebebi de yine kendimi kontrolle ilgilidir. Sizi zor durumda bırakıp bırakmadığımı anlamak için yaptığım küçük bir testti. İnsanlara yük olmayı hiç sevmem.
Eskişehir’deki en değer verdiğim insan olan rahmetli Hacı Baba’m: "Evladım, yâr olun da bâr olmayın!" derdi. Bu söz her zaman kulağımda küpedir. Belki de bu huyum oralardan geliyor.
Şimdi siz “Bâr ne demek?” diye düşünüyorsunuzdur. Bileceğinizi sanmıyorum. Osmanlıca bir kelimedir. Birkaç anlama gelir. Yemiş, meyve anlamında da yağdıran, serpen, döken anlamında da kullanılır ama benim kastım yük, ağırlıktır. Kimseye yük olmak, ağırlık vermek istemem.” dedi, Şeref Misafirimiz. Bunun üzerine:
“Ben de mi içime kapansam ne?” diye takıldı mekânın sahibi.
“Bu insanın elinde değil ki! Geçmişi, bu günü ve bu arada başından geçen olaylarla ilgili... Sen benim gibi değilsin. Maşallah hayat dolusun! Gördüğüm kadarıyla, içine kapanmayı gerektiren bir durum da yok.”
Tartışmayı başlatan ve tezinde ısrarcı olan Mahir’di. Yıkılanları onarma konusunda fedailik ona düşmüşcesine atıldı. Adı üstünde, delikanlı! Atak olacak tabii ki!
“Düşüncemi özgürce söyleyebilir miyim? Galiba fevri çıkışlarıma kızıyorsunuz. O günden sonra sizi bir daha burada göremedim de... Size karşı bile bile bir saygısızlık yapmak istemedim. Yaptığım hataysa, özür dilerim.” dedi.
“Söyle evladım! Kızmam ama Allah’ın, senin dediğin anlamda eli ayağı yok. Haliyle böyle anlaşılmasını istemem ve iddia edilirse, sessiz kalamam. Tavrım şahsi değildir.”
“Orada mecaz var. Sonunu dinlemeden reddettiniz o gün. Elbette bizim anladığımız mânâda herhangi bir uzvu yok! Ben elinin kolunun olduğunu söylemedim. “İki el ile ilgili bir ayet var!” dedim. Arkasından söyleyeceklerimi beklemediniz. Malumunuz, muhkem ve müteşabih ayetler vardır. Muhkem olanları olduğu gibi kabul mutlak gerekli, fakat müteşabihler hakkında konuşulmalı! Bundan korkmamalı!
Ben o gün o ayeti bulamasaydım mahvolmuştum, bitmiştim! Onu araken okuduğum ayetler, kalbimi yerinden söküp aldı! "Onlar Allah’n ayetleri okunduğu zaman kalpleri titrer!" ayeti tam anlamıyla o gün tecelli etti! Fakat size darılmadım. Tabii ki nasıl biliyorsanız öyle anlarsınız. Özgürce, hür iradenizle, aklı seliminizle... Şimdi dilediğiniz kadar anlatabilirsiniz. Benim söyleyeceklerim bu kadar.”
“O zaman neden feveran ettin? Senin bildiğini bir de ben deseydim, bildiğinden bir şey mi eksilirdi! Hani haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandı! “Bu işe dört elle sarıldım!” desem, dört elimin olduğu anlamında mıdır!”
“Doğrudan haşa!.. Allah’a iftira konumuna düşürdünüz beni. Feveranım bu yüzdendi.”
“Peki... “En çok insana benzer!” demek suç değil mi! Sıfatları itibariyle tamam ama Zatını tefekkür etmek bile suç... Azıcık aklımız ona yetişebilir mi! Benzemek mevzu... Konu oradan açıldı.”
“Ben tüm sözlerimi geri aldım, sizin istediğiniz gibi konuşmadığım için suçluyum. Beni bağışlayın, sizden tekrar özür diliyorum. Bana zarar gelsin, bu güzel yola gelmesin!”
“Senin dediğin seni, benim dediğim beni bağlar. Benim dediğimden ne sana, ne de yoluna zarar gelir. Ben sana iftira atsam, Allah işin aslını bilmiyor mu! Madem ki birbirimize yardım etmek için bir aradayız, yanlış bir şey dersem, siz düzeltin lütfen. Anlayamamış olabilirim. Anlayıncaya kadar anlatın, aklımı yatırın.”
“Bakın, şimdi oldu! Haklı da olsak, insanlara anladıkları dille, yumuşak bir usulle, hilimle davranmamız gerekiyor. Sabıra buralarda daha çok ihtiyaç duyuluyor.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 805