- 499 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
802 - CESARET
Onur BİLGE
Sadullah İnsel’in özellikle ticaret hayatı hakkında yapmış olduğu açıklamalar, ileride yapacağımız girişimler konusunda hayli uyarıcı oldu. Kaydedebildiğim kadar değildi elbette anlattıkları, detaylara da girdi ama tamamını yazmak roman olur. O yüzden özet halinde aktardım.
O ikisinin konuşmaları, hangi konudan başlarlarsa başlasın, dine doğru yol alır ve onda son bulur. Yine öyle oldu. Sadullah Bey, Kur’an’dan bahsederken, meallerde araya giren parantez içlerindeki açıklamalardan bahsetti. Onları yazmanın epey bir cesaret işi olduğunu söyledi.
“Nasıl oluyor da düşünceyi kendilerinin anladıkları şekilde aksettirmeye kalkıyorlar! Böyle açıklamalar yapabilmeleri için yüzde yüz emin olmaları gerekir. Oysa bazı ayetlerin bir değil birçok anlamı var. Anlamlandırmayı neden okuyucuya bırakmıyorlar ki! Merak edenler tefsir okusunlar!” dedi. Define her zamanki bilgiçliğiyle:
“Bir kişinin kendini selamette sayması, başkalarını ve başka fikirleri kınamasıyla olur.” diye cevap verdi. Aralarında ilginç bir konuşma başladı.”
“O zaman ben selametteyim!”
“İnsanın kendini selamete erdirmesinin ilk yolu, kendini kınamasıyla olur. Elbette selamettesin. Onu teyit için söylendi bu söz. Fakat kınanacak sen değilsin, aksine senin kınadıkların… Kınayan ne güze!! Kınanana ne! Saygım sonsuz… Kaygın olsa bile, her şeyden önce verdiğin erlik mücadelesi başlı başına kutsal ve o halde sen de kutsalsın. Bu benim değil, Yaratan’ın muştusu… Bunu anlamaman kusurun değil, belki inancının sana göre sağlam temeller üstüne inşası… Gerisinde akıbet elbette hayırdır. Sana kutlu olsun!”
Ben bu sözlerin içinde inceden alaylar, kinayeli sözler buldum. Sadullah Bey nasıl anladı bilmiyorum.
“Azizim, bu devirde bu konularla kimse alakadar olmak istemiyor. Sohbet edebileceğim bir arkadaş bulduğum için bahtiyarım.”
“Arkadaşlık etmeyi ben istedim. Reddetsen bile sonucu değişmeyecekti. Aramızda ruhsal bir bağ var. Bunu kopartmaya ne senin, ne de benim gücüm yeter! Neye rağmen? Her şeye rağmen… Senin ve benim için bir şey ifade etse de etmese de… İfadenin anlamı varsa, sahibi ne sensin ne de ben… Burada iki ortak sevgilimizin esrarı var. Allah ve Resulü... Gayrısı da ne ola ki!”
“Ne güzel izah ettin! Bunlar benim hissettiklerim, düşündüklerim, dile getiremediklerim... Bu konularda sohbet edebileceğim birisini aradım Bursa’da, yok! Daha sonra sohbetinde bulunmak istediğim bir zat aradım, o da yok! Birilerinden bahsettiler. Birkaç kere gittim, sohbetleri beni sarmadı. O kişilerin etraflarındakiler de kayıtsız şartsız inandıkları ve titizlikle itaat ettikleri kişilerin yeryüzünün en üstün insanı olduğunu iddia ediyorlar. Bu da ters geldi bana. Onun için o toplantılardan zevk alamadım. Hem ben, bire bir konuşmak isterim. Karşılıklı yani... Oralarda bu mümkün olmuyor. Sohbet sonunda birkaç soru sorulabiliyor. Fikir beyan edilemiyor. Onun için bana göre değil. İkide birde seninle konuşmak istememin sebebi budur.
Bir zamanlar sohbetlerinde bulunmak şerefine erdiğim bir zat vardı. Aman Allah’ım! Ne muhteşem bir insandı! Hacı Sami Efendi... Az yer, az içer, az uyurdu. Bir deri bir kemik kalmıştı. Vefat ettiğinde otuz üç kiloydu. Öyle bir zatla karşılaşmış olsaydın, gömü bulmuş gibi olurdun! Yeri dolacak gibi değildi. Ondan sonra hep arayış içinde oldum.”
“Haramla beslenen bedeni ibadetle eritmiş.”
“Anneciğim de otuz beş kilodur.”
“Kemikleri sünger gibi olmuş galiba onun.”
“Yemek yemez. Çok az yedirebilirlerse ayağa kalkar ve örgü örmeye başlar.”
“Vitamin bari verin. Ölür Maazallah! Serumla falan besleyin. Olmaz öyle...”
“Ondan da çabuk usanıyor, dondurmayla besliyoruz.”
“Öyle yemeden içmeden kesilenlere, aydaş çocuklara falan balla karıştırılmış kırk çeşit bahar verirler. Kuvvet macunu derler. Her gün bir çorba kaşığı yedirirler. İştah açar, güçlendirir. Havuç tatlısı da öyle. Rezene miydi adı, neydi?”
“Almaz, çok nazlıdır. Damak tadı bitmiş. Nasıl yaşadığına akıl erdiremiyoruz.”
“Ya süt? Et suyu falan?”
“Yemez, ilginç bir yapısı var, hastalığı da yok. Asla! Bazen çikolata, çoğu zaman dondurma, çok ilginç şeker bulursa o... Bunları da dönem dönem yer. Bazen fındık, badem içi gibi şeylerle idare eder.”
“Desene benim gibi...”
“Ne zaman hangisini isteyeceğini kestiremezsin.”
“Az yemek, az içmek, az uyumak... Hepsi bu mu yani! Benim aklımın takıldığı pek çok sual var. Bunları sormak ve cevap almak isterim. Cevapları körü körüne kabul edecek değilim elbette. Konuşacağız, tartışacağız, aklımıza en çok yatanda karar kılacağız. Ben senden bunu talep ediyorum. Bu sana zor gelir mi?”
“Allah kimseyi kimsenin üstüne müfettiş olarak tayin etmemiş. Herkesin aklı var fikri var. Benim sohbetlerim daha çok gençlere yönelik ama arzu eden herkes faydalanabilir. Anlattıklarım da kendi düşüncelerimden çıkan şeyler değil. Kulaktan dolma bilgilerle elime geçeni okumaktan kaynaklanan birikimler...”
“Ben onu bunu anlamam arkadaşım! Benimle yarenlik edeceksin! Kafamda karanlık nokta kalmayacak! Yoksa ahrette iki elim on tırnağım yakanda olur!”
“Baş üstüne! Bizim fakirhaneye gelenlerden biri eşkıya gibidir. Ancak beni çok sever ve sayar. “Amca, ben kendimi anlamıyorum neyim ben?” diye sordu. Ben de: “Allah’ın bu mekâna gönderdiği azap memurusun!” dedim. Şimdi de sen mi azap memuru oldun bana!”
Sohbetleri nereye gidecek, doğrusu çok merak ediyorum. “Ayetlere hadislere girseler!” diyorum içimden. Benim de aklıma takılan neler neler var! Ancak bu konuda gerçekten dört dörtlük âlim değil ki Define! O da senin benim gibi zavallının biri...
Kıt akıllarımızla neler yapmaya kalkıyoruz! Ne kadar cesur insanlarız biz!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 802