- 580 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
801 - İFLAS
Onur BİLGE
Eskişehir’de küçük bir havlu fabrikası varken iflas ederek Bursa’ya göçen Sadullah Bey, Define’nin cami arkadaşlarından. Tüm mal varlığını kaybettikten sonra Altıparmak’ta kiraladığı bir eve yerleşmek zorunda kalmış. Dedeyle tanıştığından beri hemen hemen her Cuma, cami dönüşünde onunla birlikte Virane’ye gelmeyi alışkanlık haline getirmiş.
Bunlar genelde baş başa otururlar, ülke ekonomisinden, iş hayatından, günlük gazetelere manşet olan olaylardan, dinden imandan bahsederler. Bu defaki konuşmalarına biz de şahit olduk. Öncekilerden farklı bir sohbetti. Sadullah Bey, geçmişinden bahsetti. İki oğlu olduğundan, onları nasıl yetiştirdiğinden... Sonra neden bu semte taşındıklarından... İş hayatının iniş çıkışlarından ve en son geldiği durumun sebebinden...
“Ben en son iş yerimi neden kapattım biliyor musun muhterem?” diye başladı konuşmaya. “Şayet hiç sözümü kesmezsen, baştan sona hikâye edeyim sana! Siz de dinleyin gençler! Belki faydası olur size de!
Yeryüzünde olmuş olacak iki oğlum vardı. “Her şeyim sizin!” derdim onlara. Yanımda çalışıyorlardı. Hem üretimi hem ticareti öğretiyordum. Allah için, itaatkâr çocuklardı. Sözümden hiç çıkmadılar.
Zaman geldi evlendiler, çoluğa çocuğa karıştılar. Bu arada ben de ben de kurduğum atölyeyi küçük bir fabrikaya döndürmüştüm. Biliyorsun, birkaç iş değiştirdikten, birkaç varto atlattıktan sonra son bir gayretle tekrar düze çıkabilmek gayesiyle havlu işine girişmiştim. İşi öğrendim. Başarılı oldum. İlerlettim de... Fabrikayı büyütme planları kuruyordum.
Ticari hayatın güçlüklerine, içinde bulunduğumuz siyasal durum nedeniyle ülkede yaşanan ekonomik çöküntüye rağmen kazancım, üç ailenin de gül gibi geçinmesi için yetip attığı gibi çalışanlarımı da ziyadesiyle memnun edecek kadardı. Onun için hepsi de kendi işyerlerindeymişler gibi çalışıyorlardı.
Geçmişteki sıkıntıların tümü bitmiş, krizler atlatmış, refaha ulaşmıştık. Oğullarım, içinde bulunduğumuz durumun kendilerinden kaynaklandığı zannına kapılmış olacaklar ki orada burada bu yönde konuşmaya başlamışlar. Arkadaşlar, eş dost laf arasında: “Azizim, artık işyerini çocuklarına devretsen... Sen de biraz rahat etsen ahir zamanında... Her şey iş mi canım! İbadet taat...” demeye başladılar.
Duydum ki onlar da sağda solda: “Babamız başımızda olmasa süper işler yaparız!” diye laf ediyorlarmış. Ben de kenara çekildim o yıl, başka bir fabrikada müdürlük yapmaya, onların gidişatlarına uzaktan bakmaya başladım. Bunlar o sene, bir önceki sene yaptığımız işin onda birini bile yapamadılar. Fakat burunları hâlâ havadaydı. Ne oldum delisi oldular!
Baktım olmuyor, bunları desteklemeye karar verdim ve kendilerine bellerini doğrultacak kadar ham madde yardımı yaptım ve ben tamamen aralarından ayrıldım. İşyerini onlara bıraktığımda yanlarında çalışan kırk sekiz işçi vardı. Bir yıl geçmeden bir kişi kaldı. O da beni çok sevdiğinden, sadakatinden...
Hasılı, kısa sürede fabrikanın altından girdiler, üstünden çıktılar! Her şey darmadağın oldu! O zamanki parayla elli altmış milyar liralık malzeme ve makine araya gitti. Demirbaşlar ucuz pahalı devredildi. Tezgâhların bir kısmı hurdaya çıkarıldı, bir kısmı yok pahasına satıldı, bir kısmı da depolarda çürümeye terk edildi.
Fabrika kapatılınca bizim bilgiç kafadarlar işsiz kaldılar. Ailelerine borç harç bakmak benim vazifem oldu. Sonra biri yerinden yurdundan, biri evinden barkından oldu. Utançlarından Eskişehir’i terk etmek zorunda kaldılar. Büyük, anadan babadan, ticari itibardan uzak, onun bunun işinde üç kuruşa çalışarak evliliğini zar zor ayakta tutabildi. Küçüğün yuvası sallantıda... Bursa’ya taşındıkları için biz de buraya gelmeye gelmeye mecbur olduk.
Bütün bunlar, acemiliklerinden, başlarına buyruk yaşamak istediklerinden ileri geldi. Oğullarım henüz ticari hayatı tam anlamıyla öğrenmeden iş tutmaya kalktılar. Düşüncesizce yatırımlar yapmak suretiyle ellerindekini avuçlarındakini har vurup harman savurdular. Kısa sürede köşe dönmeye kalkarak, ilerisini göremedikleri işlere giriştiler. Kanatlanmadan uçacaklarını sandılar. Havalanmaya çalışırlarken tepetakla yere çakıldılar!
Olan ailelerine, hanımlarına ve zavallı çocuklarına oldu! Bize de oldu tabii ki! Analar babalar kadar üzülen olmamıştır hallerine ama elimizden gelen bir şey yoktu. Aile içi huzursuzluklar, iş dünyasında sürtüşmeler başladı.
Evlatlarımız elin biri olsunlar diye neyimiz var neyimiz yoksa sattık savdık, avuçlarına saydık. Fakat maceraya atılarak her şeylerini kaybettiler. Kendilerini dev aynasında görerek başına geçtikleri işi kaşla göz arasında yerle bir ettiler! “Babamız bize fırsat vermiyor ki!” diye şikâyetlerinden usanarak kendilerine devrettiğim işi büyütmek şurda dursun, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar! İflas ettikten sonra çektiler gittiler, dertlerini belalarını bize havale ettiler.
Rahmetli babacığım çiftçiydi. “Toprak tava gelmeden ekin ekilmez evladım!” derdi. “Kafesin dışındaki tavşan, kafesin içindeki aslandan rahattır.”
Babam bize beş on dönümlük tarlasını bile bin bir tembihle, başımızdan ayrılmadan emanet etti. Yaptığımız işi daima denetlemekten de geri kalmadı. O başımızdayken kendimizi güçlü hissettik. Ona güvendik, ona dayandık. Eskiden ata sözü dinlenirdi. Tecrübelerinden istifade ettik. Her birimiz canla başla çalışarak köy yerindeki zor şartlardan sıyrılmayı başardık. Her birimiz bir iş tutarak iyi kötü hayatımızı idame ettirmeyi başardık. Battığımız da oldu çıktığımız da ama kendi ayaklarımızın üstünde durabildik.
Ne yazık ki ben, etrafın da kışkırtmasıyla direksiyonu evlatlarıma bırakmakla çok büyük, telafisi imkânsız bir hata yaptım. Ben bu duruma düşecek adam değildim. Eskişehir’de nam salmış bir insandım. İş kuracak, iş değiştirecek olanlar gelirler, tecrübelerimden faydalanmaya çalışırlardı. Kaç kişi, söylediklerimi yaparak başarıya ulaştı. Sanayide kaç işyeri benim sayemde halen büyüyerek faaliyette...
“Mum dibine kör yanar!” derler ya, öyle değil. Bu düpedüz ukalalıktan kaynaklanan bir durum... Zamane maceraperest! Hazıra dağ dayanmaz! Kestane kavurdular da elleri yanmadı ya... Hazıra kondular! Onun için düşüncesizce atılımlar yapmaya cesaret edebildiler. “Sen karışma!“ denir mi babaya! Üstelik kırk yıllık tecrübe sahibi olan bir adama...
Yedi yaşında başladım ben çalışmaya. Öyle yan gelip yatmak yoktu köy yerinde. Durup dinlenmeden yıllarca çalıştım. Tatil günü nedir bilmedim! Kardeşlerim de öyle... Fakat onlar iyi yaptılar. Evlatlarına benim gibi körü körüne güvenme hatasına düşmediler. Belki de benim durumumdan hisse çıkardılar kendilerine de işlerinin başından ayrılma gafletine kapılmadılar. Her biri bir yerde işlerini başarıyla idare etmekteler.
Haklarını yemek istemem. Az çok yardımları oldu bize ama dökme suyla değirmen döner mi! Diyorum ki kendi kendime: “Elleme! Burunları sürtülsün! Görsünler Hanya’yla Konya’yı! Para nasıl kazanılıyormuş, servet nasıl elde ediliyormuş, anlasınlar!”
Sonra da diyorum ki: “Sadullah, torunların var. Onların istikballeri var! El kızları var içerde, onlara yazık! Yeme yedir, giyme giydir!” Benim de elimde avucumda bir şey kalmadı ki! Babadan kalma tarlalar var işte! Kim alırsa üç beş kuruş verecek. Onunla tekrar sıfırdan bir şeyler yapmaya çalışacağım ama bu sefer onları dükkâna bile sokmam! Akıl kârı oldu bana!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 801
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.