- 364 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Başlıksız Yazı
BAŞLIKSIZ YAZI
Bir hafta önce ülke çapında tam kapanma kararı alınınca kendi kendime: “Gazetedeki köşemde öyle yazılar yazmışım ki hep dertten tasadan bahsetmişim, bir sonraki yazımda havadan sudan bahsedeceğim; çünkü evine kapanmış bir ülkede kaza, cinayet, intihar vakaları olmaz; ülkeme huzur gelir,” demiştim.
Biraz da kıskançlıkla “65 yaş üstü damgalı bizler tam kapanmaya alışmıştık. Şimdi gençler eve kapansın, neler çektiğimizi anlasın,” diye düşünüyordum.
Haftalık yazımı yazmak üzere bilgisayarın başına geçip “Havadan Sudan” başlığını yazdıktan sonra bir haftadır şahidi olduğum olayları ve gelişmeleri düşündüm ve bu başlığı silip “Başlıksız Yazı” demeye karar verdim. İsteğim şudur ki yazımın başlığını okuyucular seçsin. Sizce bu yazıya başlık olarak “Havadan Sudan” mı yakışır, “Dertten Tasadan” mı?
Dönelim tam kapanmaya… Sevgili okuyucular; 30 Nisan sabahı, tv’lerdeki sabah haberlerini izlerken anladım ki tam kapanma falan değilmiş bu kardeşim! İstanbul’daki trafik her zamanki gibi felç, yollardaki otolar kaplumbağa hızıyla yol alıyor. Sebebi malum; üretim aksamayacak, işçiler her zamanki gibi işbaşı yapacak.
Ekranlardaki bu görüntüler bana iki şey düşündürdü: Birincisi işçiler… Kapanmadan muaf tutulan üretim sektörü emekçileri…
O an emekçilerin (işçi kavramına çiftçileri de katarak emekçiler diyorum) ülkemizin belkemiği olduğunu fark ettim. Onlarsız olamazdık; üretim aksarsa her şey aksar, Allah korusun ülkede kaos çıkardı. 12 Eylülden önceki işçi sendikaları geldi aklıma; grev kararı aldıklarında Bakanların istifasına sebep olurlar ve hatta hükümetleri titretirlerdi. Şimdi ise maske – mesafe söyleminden uzak hâlde toplu taşıma araçlarına binip sessiz sedasız iş yerlerine gidiyorlar, çalışıp üreterek ülkemizi ayakta tutuyorlar. Emekçileri virüsten korumak için “Mutlaka aşılanmalı, aşıda öncelikli olmalı vs” diyen bir Allah’ın kulu yok.
Tam kapanma sabahındaki İstanbul trafiğinin bana düşündürdüğü ikinci şey, yapılması planlanan İstanbul kanalı…
Kardeşim, bunca yıldır ülkeyi yönetiyorsunuz; İstanbul’un en önemli sorununun ne olduğunu öğrenemediniz mi? Körlerin dahi görüp anladığı bu sorunu söyleyeyim size: Nüfus yoğunluğu… Her geçen gün artan nüfus yoğunluğu… Milyar dolarlar harcayarak yapmayı planladığınız kanal yüzünden bu şehrin nüfusu kaç milyona ulaşacak, onca insana su, ekmek, elektrik nasıl ulaştırılacak hiç düşünmediniz mi?
Derken efendim içki satış yasağı tartışması patladı. Kapanma süresince tekel bayileri kapatılmış, market zincirlerin açık kalmasına izin verilmiş. Alkollü içki satan bayilerden: “Hangi yasaya dayanarak alkol satışını yasaklıyorsunuz? Zincir marketlerin bazıları alkol satıyor, onları neden yasaklamıyorsunuz?” gibi itirazlar gelince marketlerde de içki satışının yasak olduğu ifade edildi. Bu sefer tuhafiyeciler, züccaciyeciler devreye girerek: “Zincir marketler tarak, kozmetik ürünler, tencere tava, iğne iplik de satıyor; onlar açık, biz niçin kapalıyız?” dediler. Adamlar haklı… Neyse efendim, genelge üstüne genelge çıkarılarak bu itirazlara da tedbir alındı. Öyle sanıyorum ki şu anda marketlere giren müşterilere “Şunları satın alabilirsin, bunları alamazsın,” diyorlardır; büyük ihtimalle müşterilerin ve market çalışanlarının kafaları benim gibi karışıktır. Neyi merak ediyorum biliyor musunuz? Böylesine tuhaf bir uygulama dünyada görülmüş mü acaba?
Sonra ne oldu? Mersin ve Antalya’daki çiftçilerin feryatları yansıdı ekranlara. Adamlar sebze meyve yetiştirmişler, hâle götüremiyorlar, götürseler bile hiçbir kabzımala satamıyorlar; çaresiz vaziyette o güzelim biberleri, marulları, salatalıkları çöpe atıyorlar. Yeni bir genelge çıktı tabii: “Cumartesi günleri semt pazarları açık olacak.”
Güler misin, ağlar mısın? Kardeşim bir karar alırken işin uzmanlarına hiç mi danışmıyorsunuz? Sizin müsteşarlarınız yok mu? Yama üstüne yama genelgelerle memleket yönetilir mi? Hasat edilen sebze meyvenin ne olacağı hiç aklınıza gelmedi mi? Ramazan Bayramı için dükkânını mal ile dolduran küçük esnafın bu malı kime, ne zaman satacağını hiç mi düşünmediniz?
Neyse efendim, birkaç gün önce yeni ve çok komik bir tartışma peyda oldu. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, Fatih’in türbesi yakınında elleri arkasında bağlı vaziyette yürümüş. Bu tavır türbeye hakaret mi, değil mi? Şikâyet varmış, soruşturma açılıp açılmaması konusunda inceleme yapılıyormuş. Vay anasını sayın seyirciler! Rıza Zarrap, Amerika’daki mahkemeye Türkiye’de rüşvet verdiği idarecilerin listesini verdi; soruşturma inceleme başlatılmadı; Başkent Gaz, Kızılay aracılığıyla milyon dolarları bazı vakıflara havale etti; soruşturma inceleme başlatılmadı; eski Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın; eşinin ve kendisinin ortağı olduğu şirketten, Ticaret Bakanlığına dezenfektan ürünleri aldığı tespit edildi; araştırma inceleme başlatılmadı; ama elleri arkasında bağlı hâlde yürüyen bir vatandaş için inceleme başlatıldı. Ne komedi yarabbi! Akıl mantıkla izah edilmesi mümkün olmayan saçmalıklar zinciri…
Şu an, 7 Mayıs Cuma sabahında öğrendim ki İmamoğlu hakkında inceleme tamamlanmış, soruşturma açılmasına gerek olmadığı anlaşılmış. Ve yine az önce öğrendim ki İmamoğlu’nu CİMER’e şikâyet eden aklı evvel, Toakatspor Başkanı Ufuk Akçekaya imiş. Adam 2. Lig’de top koşturan Tokatspor’a başkan olurken “Süper Lig’e çıkaracağım,” demiş ama amatör lige düşürmüş. Başka maharetleri de varmış zat-ı muhteremin. Beykent Kolejinin sahibiymiş bir zamanlar; velilere ve öğretmenlere borç takıp koleji batırmış. İktidara yakın kişilerle boy boy fotoğraf çektirmeyi unutmamış tabii.
Ey Allah’ım, ne günlere kaldık!
Dün akşam, tv haberlerini dinlerken bir şey dikkatimi çekti sevgili okuyucular. Dışişleri Bakanımız, Alman meslektaşıyla konuşurken Alman vatandaşlarını turizm sezonunda ülkemize beklediğini söyledi ve şu cümleyi sarf etti: “Turistin görebileceği herkesi Mayıs sonuna kadar aşılayacağız.”
Ne ağır (biraz hafifletip talihsiz diyelim) bir cümle değil mi? Bu cümleyi kurduran ihtiyaç ve panik hakkında, cümlenin arka planındaki psikolojiyle ilgili olarak ve yöneticilerin yönetilenlere bakış açısı bağlamında birkaç köşe yazısı yazılabilir. Ama hiçbir şey yazmayacağım.
İlgisi var mı yok mu siz karar verin; bu sözü duyunca Ulu Önder Atatürk’le ilgili şu hatıra aklıma geldi.
“Atatürk, 1924 yılı Ağustosunda Kastamonu’da asker koğuşlarını ziyaret ediyor; koğuşların birinin kapısı üzerinde “Bir Türk, on düşmana bedeldir” yazan bir levha görüyor. Kendisine refakat eden nöbetçi subaya levhayı göstererek:
“Öyle midir?” diye soruyor.
“Evet Paşa’m!” diye cevap veriyor subay.
“Hayır çocuğum,” diyor Atatürk. “Öyle değildir: Bir Türk cihana bedeldir.”
Sevgili okuyucular; şimdi siz söyleyin: Bu yazının başlığı “Havadan Sudan” mı olsun, “Dertten Tasadan” mı?
Kalın sağlıcakla!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.