- 442 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
784 – RUHUN GIDASI
Onur BİLGE
“Ben de konuşmaya başladığımda detaylara giriyorum, Bahtiyar Bey evladım. Sadece hal hatır sormakla kalmıyorum. Karşımdakilere değer verdiğimden o kadar emek çeke çeke konuşuyorum ama bu arada galiba sıkıcı hatta çekilmez oluyorum.”
“Benim bir şikayetim yok aksine memnun oluyorum Necmettin Amca.”
“Konularımız farklı... Sen belki madde hep madde, ben de serserice... Orhan Veli gibi... Bu havalar kötü ediyor beni de... Birazcık şairlik var ya derde...”
“Sandığın gibi maddeci değilim.”
“Hem “Hava bedava, su bedava... Bedava yaşıyoruz, bedava!” demiş. Bizim örneğimiz kötü, ne yapalım! Evkaftan istifa etmiş. Üç satır yazıp, satıp, karnını doyurmuş. Gününü gün etmiş ve de gayet de iyi etmiş! Çünkü genç yaşta hayatını kaybetmiş. Kendince gönlünü eğlemiş, mutlu olmuş dünyada. İnşallah kabrinde de mutludur!”
“Yaşamak o kadarcık bir süre aslında! İş dünyasının içinde olmak, zorunlu olarak bi takım şeyleri yapmayı gerektiriyor ve artık maalesef bedava değil.”
“Üç günlük ömre, beş günlük hizmet değil de ne? Elimizde kalanları sayın!”
“Yok ki sayacak bir şey! Olsa olsa iyiliktir yapabildiysek, akılda kalan...”
“İki yokluk... Yani yoktuk ya öncemizde... Sonramızda da yok olacağız. İki yokluk arasında biz zavallılar, var mıyız aslında?”
“Yani çok olan yokluktan yine yokluk çıkıyor.”
“Ya da ne kadar varız? Nereye kadar? Ya da varlığımızın bize ait kısmı ne kadar?
Bilmem kaç saat çalışırsın. On desek, sekiz de uyku... İki saat yemek ve temizlik olsun. Dört saatin kaliteli hale getirilmesi için mi yirmi saatlik emek? İnsan hırs sahibi... Asla sıradan olmak istemiyor!”
“İnsan oğlu çok tüketen bir varlık… Yirmi dört saatin tamamında tüketici aslında.”
“Hiç tüketemese, zaman tüketiyor! Bizim mahallede bir komşumuz vardı. Didar Hanım... O zaman ben dinden pek bir şey bilmiyordum ve sanırım yirmi sekiz otuz yaşlarındaydım. O da kırk beş miydi neydi...
“Halam ameliyat olacak!” diyordu telaş içinde. Çok üzülüyor, ağlıyordu. Allah söyletti tabi, hiç de niyetimde yokken: “Halan yaşlı ve herkes gibi o da vadesi gelirse ölür. Hazırlıklıdır. “Ölüm geldi, hoş geldi!” der de... Sen namaz kılıyor musun? Bir hazırlığın var mı? Sana da gelecek ve seni aniden yakalarsa ne yapacaksın?” demiş bulundum. Gelinini kastederek: “Filiz iyi yapar o işi de ben alışmamışım. Ne yalan söyleyeyim! Kılmıyorum. Hiçbir hazırlığım yok!” dedi.
Aradan bir yıl geçti geçmedi... Duydum ki bir komşusu gelmiş arka sokaktan. Onunla otururlarken mahallede bir kavga çıkmış. Kadın: "Benim kızlarım bunlar!..” diye kavgaya karışmış.
Araya giren yermiş dayağı! Onları ayırmaya çalışırken kafasına bir sandalye bacağı gelmiş! Beyin kanamasından halasının yanını boylamış!
Ne hırslı kadındı! On parmağında on marifet... Elinden uçanla kaçan kurtulurdu! Durup dinlenmeden çalışırdı. O kadar çok severdi ki parayı! Hayatı boyunca ekmek atlıydı sanki o yaya! Paranın peşinde koştu durdu! Ne oldu? Hasılı, hırs iyi eğil! Benimki gibi serserilik de iyi değil! Ortasını bulmalı, değil mi?”
“Ortası da yok galiba.”
“Mantıken kaç yılımız daha vardır?”
“Yirmi diyelim!”
“Haydi otuz olsun! Kırk ya da elli olsun! Nasıl olsa bitmeyecek mi bir gün! Hiç bitmeyen, çağlar boyu sürecek olan bir hayat için çaba sarf etmek, sırf dünya için hırs yapmaktan daha akıllıca değil mi! Oradaki mutluluk ve refahımız için ne kadar hazırlık yaptık?”
“İşte ben o noktada biraz farklılaşıyorum sanırım.”
“Üniversite öncesinde on bir yıl boyunca hazırlanıp, kalan ömrünü rahat geçirebilmek için ortalama on beş yıl boyunca çalışıyor, kazanamıyor ve harcıyor. Altı yedi yıl da okul öncesi var. Sonra da dazıradazır çalışmaktan, öteye hazırlanacak vakit bulamıyor! Ben de diyorum ki çevremdekilere: “O kadar çok çalışmayın! Hem kendinize, hem de yakınlarınıza zaman ayırın! Allah’ın hakkını da gözetin! Beden de emanet... Ruh da... Bedeni de dinlendirin. Ruhunuzu da...” Yanlış mı yapıyorum?”
“Ben de diyorum ki: “Benim gibi insanlar Allah’ın farklı misyonlar yüklediği insanlardır.” Benim işim çalışmak!”
“Hiç bir ayrıcalığın yok! Para kazanmaktan kasıt, mutluluğa ulaşmaksa, belki de köyündeki fakirhanesinde Mehmet Efendi daha mutludur. En azından ruhsal sıkıntıdan uzak, bir mümin olarak yapması gerekenlerin çoğunu gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmekte olduğundan İlahi huzur içindedir. Vakit tamam olduğunda da Azrail’i tebessümle karşılar. Onun eşliğinde, kendisine vaat edilen güzelliklere doğru yola çıkar! ”
“Ayrıcalığım yok belki ama fazladan görevlerim var. Günümüzün iş dünyası sizin anladığınız ve yaşadığınız dünyadan çok farklı...”
“Yani o dünyada, dini görevlere yer yok mu? Kurtarılmış bölge mi yani? Muaf mı?”
“Tabi ki sorumluluklarımız var ama ertelemek zorundayız. Yani ben öyleyim. Öyle olmak zorundayım.”
“Bedensel ihtiyaçlarını da ertelemek zorunda mısın? Onlardan fedakârlık ettiğini sanmıyorum.”
“Beni öyle bir köşeye sıkıştırıyorsun ki! İnkârı mümkün değil! Aksine... Aksatmıyorum bile!”
“Acaba hırs yapıyor musun? Neden? Allah, adalet sahibidir. Sana neden daha çok mesuliyet duygusu yüklemiş olsun? O, kendi hassasiyetinden, bence.”
“Galiba öyle! Kendimi kardeşlerimden, babamdan, çocuklarımdan, hatta boşadığım eşimden bile sorumlu hissediyorum. İnan ki en çok onları düşünerek bu kadar işin altına giriyorum! Haliyle dini görevlerimi yerine getiremiyorum.”
“Sabah sabah hiç de çekilmiyorum, değil mi? Miraç Kandiline kadar vaaz edeyim de... Yine namaza başlamazsan ondan sonra yine eski programa devam ederim.
Oralara bir yerlere kaydetmelisin bu sözümü! Her şey kabrin kapısına kadar! Sadece iyi amel içeriye giriyor. İyi amel, ibadeti de kapsıyor. Ben, gevezelik ediyorum ama edene de bak, ettirene de... Arkadaşıma kıyamadığım için... Hem dünyada yıpranmasına, hem de ukbada hüsrana uğrayanlardan olmasına dayanamıyorum.!
Sol eline dünyayı al, sağ eline Kur’an’ı!”
“Asla öyle demiyorum, Biraz da insani boyuttan bakmak gerek diye düşünüyorum. Sadece dünyevi ve uhrevi değil...”
“Dünyevi düşünürsek, tabii ki hepten insani bakmak gerek. Fakat bir de şu dünyanın, hatıra getirmek istemediğimiz altı var. İlle de farzlar! İlle de farzlar!..”
“Bence, o kadar kuralcı olmamak “Kurallar kaideler!..” diye diye insanları boğup hayata küstürmemek lazım.”
"Kuralları koyan ben değilim ki! Peygamberler de değil! Allah!.. “Ya Ali! Herkes nafilelerle meşgulken sen farzlara sımsıkı sarıl!” Hiç değilse bir süreliğine de olsa Allah’ın dediğini yapmayı dene, bakalım hayata küskünlük mü, yaşama sevinci mi hissedeceksin yüreğinde! Denemesi bedava!..
Ben, kayıpları fazla olan bir insanım. Fakat hiç umutsuz, mutsuz, neşesiz, bedbin gördün mü beni? İçimdeki çocuğu gördün. Onun hep dışarıda olmasının nedenini düşündün mü hiç? Birileri için bir şeyler yapmak da mutlu eder insanı tabi de kendi ruhu için, Allah rızası için bir şeyler yapmak daha da çok mutluluk veriyor.
Biz acıkıyoruz, susuyoruz, sevgiye ihtiyaç duyuyoruz, eş istiyoruz, uyku istiyoruz. Ruh da sevgi ve ibadetle mutlu oluyor. Onun gıdası da o! Az, ya da çok...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 784