- 531 Okunma
- 5 Yorum
- 4 Beğeni
ÇOCUK İŞÇİ MEHMET
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Mehmet öksüz kalmıştı. Annesini küçük yaşta kaybeden Mehmet, çok çileler çekmişti bu yaşına gelinceye kadar. Çok sevdalara uğramış. Sonunda görücü usulüyle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Anadolu’da ev geçindirmek zordur. Hele tarlanız, malınız ve melalınız yoksa bu daha da zordu. Hep başkalarına çalışıp amelelik veya ustalık yaparak geçiminizi sağlamak zorundasınız. Ev, çoluk çocuk, hanım ekmek ve aş ister. Mehmet, küçük yaşlarda gurbetin yolunu tutmuş kâh çobanlık yapmış, kâh inşaat köşelerinde amelelik yapmıştı. O, çocuk amaledir. O, çocuk çobandır. Gayretlidir, atiktir ve çeviktir. Çalışkandır da kendisi, çocuk yaşta sıva ustası olmuş. Sizin anlayacağınız, Anadolu’nun kaderini paylaşan çocuk işçilerinden biridir o. Anadolu’da böyle çocuk yaşta çalışanlar, çalıştırılanlar kıyamet gibidir. İşte Mehmet de bir semboldür. Mehmet; büyümüş, yaşlanmış ve aksakallı olmuştur. Köyümüzü dolaşıyoruz. Saçları kırarmış, Mehmet ustayla karşılaşıyoruz.
Mehmet Usta:
“Size çay içirmeden kesinlikle göndermem.” Diyor. Dışarıdaki beton balkona minderler seriliyor, yastıklar yaslanıyor duvara, biz de yastıklar yaslanıyoruz. Hafifçe yüzümüzü okşayan bir rüzgâr var efil efil esiyor.
Mehmet Usta:
“Şimdiki hâlimize şükretmemiz gerekir.” diyor. Bir taftanda sigarasını tüttürüyor. Kalp krizi geçirmiş ama yine de sigarayı bırakamamış. Dertli mi dertlidir. Dereden tepeden konuştuktan sonra lafı açıyor başlıyor anlatmaya…
Mehmet Usta:
“Boğazlıyan’dan inşaat işini tamamlayıp köye geldim. Güz mevsiminden sonra köye döndüm. Kış mevsimiydi, ay olarak birinci ay yaklaşıyordu. Öyle bir hastayım ki yerimden kalkacak, kırmaşacak halim yoktu. Evimizin bahçe duvarını çevirecektik. Hastalanmadan önce babamınan Derindere’den taş kırdım. Evin bahçesine taş kırdık. Yorgundum hastalanmıştım ve hasta olarak yatıyorum. Babam köyün içinden ağrı çıka geldi.
Üvey anam Sultan:
“Mehmet, burada dedesi Hamdi gibi gözünü kıpırtada kıpırtada yatsın! Sen, Derindere’de tek başına taş kırmaya git. oğlun Mehmet’te burada yatsın dursun. Babam; bunun üzerine beni incitici bir iki çift laf söyledi. Babamın bana söylemiş olduğu laflar yüreğime bir hançer gibi saplandı. Aha işte şu ciğerime saplandı. Yer yarılsa içine girseydim de bu lafları duymasaydım. Babam evden çıktı, arkasından Mehmet’te evden çıktı. Herhangi bir yere gitmek için cebimde bir lira bile yoktu. “Bu eller bana haram dedim, burada durmam artık. Mehmet başını al git buralardan” dedim. Şuradan şöyle Satılmış Emmimgilin evin ordan Sarı Ismayıl’ın evinin oryaya vardım. Vardım ki Anişgilin Veysal, Sarı Ismayıl’ın bakkaldan yeni çıkmış. O, İstanbul’da kazakçı da çalışıyordu. Dururken o da yanımıza geldi.
Ben:
“Lan veysal” dedim.
O da:
“Eyy! Ne diyon Mehmet?” dedi.
“Bizim köylülerin İstanbul’da çalıştıkları yeri biliyor musun?”
O da:
“He biliyorum.” dedi.
“Nerede” dedim.
Veysal, İstanbul’da çalışan köylülerimizin adresini bir kâğıda güzelce yazdı ve bana verdi. Adres şöyleydi: “Telsiz Mahallesi, G 3 Sokak, Zeytinburnu ilçesi, İstanbul” Gitmeyi, kaçmayı kafama çoktan koymuştum. Ne yapıp edip bu ellerden kaçmalıydım. Babama ve analığıma hiçbir şey söylemedim. Onların kaçacağımdan, buraları terk edeceğimden haberleri yoktu. Buradan yola çıktım ve köyden ayrıldım. Öylen ezanı okunmuştu namaz kılınmıştı. Komşu köyümüz Arpaç’a uğradım. Babamın ve analığımın bana söylediklerine öyle içerledim ki Arapaç’taki dayımgilin caminin dibinde olan evlerine bile uğramak istemiyordum. Arpaç köyünden geçerken rahmetlik Hamdi dayım (analımın babası) öğle namazından çıkmış eve geliyordu.
Hamdi dayım:
“Nereye gidiyorsun Mehmet! Eve uğradın mı?” dedi.
Ben de:
“Uğradım dede.” Dedim.
Hamdi dede:
“Aş ekmek yedin mi?” dedi.
Yemediğim halde “Yedim.” Dedim. Dedemi kandırdım. Oradan sürdüm, Çekerek ilçesine vardım. Çekerek’te güzün işinde çalıştığım Ismayıl’ın babası Kalaycı Osman vardı. Hamdi dedemin kardaşıydı. Babamın adı da Osman’dı. Daha ziyade babam, Goca Osman olarak tanınmıştı çevrede. Babam Arpaçlı Kalaycı Osman’a beş yüz lira borç para vermişti. Babamdan habersiz o parayı “babam parayı istiyor” diyeceğim ve parayı alacağım, aldığım para ile de İstanbul’a kaçacaktım. Kaçıyorum, evi barkı terk ediyorum senin anlayacağın. Babam, bana analığımın sözlerinin üzerine öyle ağır laflar söyledi ki yenilir içilir gibi değildi. Babam, analığımın sözüne gitti. Beni hiç anlayıp dinlemedi…
“Kendi kendime:
“Oğlum Mehmet! Kaç buralardan. Yaşama buralarda. Burada yaşamak sana haramdır.” dedim. Terk ediyorum, evimi barkımı, köyümü, bağımı, bahçemi, özümü, ilçemi şehrimi. Uzun yolculuktan sonra Çekerek’e vardım. İlçeye ulaşınca Kalaycı Osman dayımın evini biliyordum doğruca oraya vardım. Eve vardım ve kapıyı çaldım.
Dedim ki:
“Osman dayı durum böyle böyledir. Babam beni paraya saldı, bu günlerde çok sıkışığız. Borcumuz olan beş yüz lirayı bana vereceksin, ben de babama teslim edeceğim.” Beş yüz lira o zaman kıymetli bir paradır. Kalaycı Osman’a borcumuzu söyleyince “bu miktarda parayı nereden bulacağız.” diye kara kara düşünmeye başladı adamcağız… Bu olay 1976 yılının birinci ayında yaşanıyordu. Kalaycı Osman, araya raya 250 lira parayı yani paranın yarısını ancak bulabildi. Paranın geri kalan kısmını bulup da veremedi. Kalaycı Osman, iki yüz elli lirayı bana verdi ve:
“Bu parayı babana ver. Baban da çokça selam söyle.” dedi. Adamcağız zannediyor ki beni paraya babası saldı. Mehmet bu parayı babasına teslim edecek… Benim kaçma planımdan haberi olmadan 250 lirayı bana teslim etti. Parayı aldıktan sonra doğruca lokantaya gittim. Karnım o kadar acıkmıştı ki adeta zil çalıyordu açlıktan. Lokantada karnımı güzelce bi doyurdum. Masada önüme gelen kuru fasulye ve soğanı öyle yedim ki karnımı tıka basa doyurdum. Lokantadan çıktım ve Çekerek otobüs yazıhanesine vardım. O zamanlar, ilçede şehirler arası seyahat yapan Azimkar otobüs şirketi vardı. Azimkar yazıhanesine vardım ve İstanbul biletimi alıp cebime koydum. Otobüse bindim. Yolculuk başlamıştı. Doğruca İstanbul’a yolum.
Sabah beşte Topkapı’ya indik. Sabah biraz ışıdı. Minibüs hatları çalışmaya başladı. Şimdi minibüse biniyorum Zeytinburnu merkeze gidiyorum. Zeytinburnu diye biniyorum ya minibüs beni, buradaki Zeytinburnu merkez durağa getiriyormuş. Telsiz Mahallesine götürmüyor. Ben Zeytinburnu merkeze götürüyor. Ben ise Dikilitaşta Telsiz mahallesinde inecektim. Minibüs beni ta Zeytinburnu merkeze götürüyor orda indiriyor. Merkezde soruyorum adresi hiç bilen yok. Adresi gösteriyorum bilen yok. Zeytinburnu merkez durağından biniyorum, Topkapı durağına tekrar geliyorum. Topkapı’dan biniyorum, Zeytinburnu arabasına, araç beni Zeytinburnu merkeze kaymakamlığa, belediyenin yanına götürüp bırakıyor. Arıyorum adresi bulamıyorum. Tekrar biniyorum Topkapı’ya orada iniyorum. Bu tekrar bi beş altı sefer oldu. Benim bu sefer işi; git, gel Konya altı saat işine döndü. Ya da bizim oğlan bina okur, dolana dolana yine aynı yeri okur misaline döndü.
Öyle bir daraldım, öyle bir daraldım ki anlatamam… “Yarabbi! Ben nerede kalacağım? Ben ne yapacağım? Nereye giderim? diye kara kara düşünmeye başladım. “Kul bunalınca Hızır yetişir” derler ya. Ben Hızır’ı Topkapı’da gördüm abi. Hızır’ı gördüm, inanın ki gerçekten ben orada Hızır’ı gördüm. Nasıl gördüm de seyret bakalım. Bunu filim gibi seyredeceksiniz. Öğleyin saat birde Topkapı’dan bizim Yozgat’ın Çekerek ilçesine otobüs kalkıyordu. Topkapı garajına vardım. Çekerek Yozgat arabası kalmak üzereydi. Ula! Otobüsün yanında dururken, Allah tanıdığım bir adamı tam karşıma çıkardı. Adamı gerçekten tanıyorum. Ama adamın nereli, kim olduğunu bilmiyorum ama adamı gerçekten tanıyorum inan ki. Adamın yanına vardım.
Adama dedim ki:
“Selamun aleyküm amca!”
Adam:
“Aleyküm selam yeğenim.”
“Amca! Bizim köylülerin yattığı yeri biliyor musun?” dedim.
Adam:
“Oğlum sen nerelisin?” dedi.
“Ben, Yozgat ilinin Çekerek ilçesinin Karahacılı köyündenim.
Adam:
“Ha!” dedi ve elimden tuttu ve bana:
“Sen kimsin, nerelisin?” dedi.
Ben:
“İmamgilin Goca Osman’ın oğluyum. Hamdi babanın da de torunuyum.” dedim.
Adam bana dedi ki:
“Nurettin babayı tanır mısın?”
“Tanırım, tanıyorum.” Dedim. Nurettin Baba, uzun boylu, aksakallı zayıf biriydi.
Adam:
“O, her gün Seyit Nizam Camiine ilkindi namazına gelir. Şu gördüğün minibüse bineceksin, Dikilitaş’ta ineceksin. Oradan Seyit Nizam Camisini sorarak camii istikametine doğru git. Seyit Nizam Camisine var orada bekle. O, ikindi namazına gelir ve sen onu ancak orda bulursun.” Dedi. Ben de bu yabancı adamın söylediklerini harfiyen yerine getirdim. Zeytinburnu’ndan minibüse bindim ve yolculuğa başladım. Dikilitaş’ta indikten sonra, sora sora Seyit Nizam Camisine doğru gittim. İkindi namazına müteakip oraya vardım. Vardım ki cemaat de camide namaz kılıyor. Ben de ikindi namazımı güzelce cemaatle kıldım. Namazdan sonra cemaate Nurettin Baba’yı sordum. Camiden cemaat, çıka çıka çıktı. Nurettin Baba da camiden en son olarak çıktı. Sonunda Nurettin Baba’yı buldum. Gittim, Nurettin Baba’nın elini öptüm.
Nurettin Baba:
“Oğlum! Sen kimin nesisin?” dedi.
Ben de:
“İmamagilin Goca Osman’ın oğlu Mehmet’im. Tüvergilin Hamdi Baba’nın da torunuyum.” dedim.
O da:
“Oooo benim kuzum!” dedi. Elimi elinin içine aldı, tuttu elimden ve evine götürdü. Nurettin Baba’nın evine vardık ki Go Hacıgilin Kadim orada oturuyor. Ayrıca bizim Melek ve eniştem Eyüp de orada oturuyor. Kambur Halil’in Seyfali, Kör Kazım’ın Ahmet ve bizim köylülerin hepsi de oradalar… Oraya varınca köyün adamını buldum. Sanki bizim köy buradaydı abi...
Zeytinburnu’nda bir gün mü iki gün mü gezdik dolaştık. Çevreyi tanıdık. Daha sonra beni bir yere işe saldılar. İşe saldılar ama bana amelelik yaptırıyorlar. Kör Kazım’ın Ahmet ile Necati de bana amelelik yaptırıyorlar. Bir iki gün amelelik yaptım. Yevmiyeyi falan bilmiyoruz ya bana altmış lira yevmiye verdiler.
Dedim ki:
“Ben burada altmış liraya çalışamam.” Altmış liradan iki gün çalıştım. İki günlük yevmiyem olan yüz yirmi lirayı aldım. Ertesi günü Dikirli Hasan ile Faraşlı Mahmut’a çalışmaya gittim. Onlarla çalışıyorum. Onlar, kürek çekmeye çalışırken harcı hazırladım. bunlar perdaha başladılar. Mahmut’un kardeşi Osman vardı. Osman da onların yanında çıraklık yapıyor ben de harçlarını hazırlıyorum. Ben zaten iki sene arasında usta olmuştum ama beni yine de amele olarak çalıştırıyorlardı. Benim usta olduğumu kimse bilmiyordu. Harcı yaptım, tam olarak hazırladım, iskeleye harçlarını koydum ve boş beklemeye başladım. Yerimde boş bekleyemedim, atladım iskeleye çıktım. Başladım duvarların başlarını sıvamaya. Hasan’ınan Mahmut şimdik bana dik dik bakmaya başladılar.
Onlar:
“Ya delikanlı! Sen usta mısın?” dediler.
Ben de:
“He ustayım!” Dedim.
Ustalar Osman’a dediler ki:
“Sen bi iskeleden aşağı in bakalım.” Velhasıl Osman aşağı indi. Bunlar bana, yüz yirmiden, yüz otuzdan yevmiye teklif ettiler.
Ben ise:
“Olmaz” dedim. Ordan çıktım. Eve geldim.
Gocafa’nın rahmetlik Abdullah dedi ki:
“Mehmet! Benim çalıştığım iş yerimde iş var ve işçiye ihtiyaç var. Çalışmak için adam istiyorlar. Eğer çalışmak istersen, beraber oraya gidelim.” Abdullah ile mala küreği aldık koca Mustafa Paşa mıntıkasına doğru gittik. Malayı ve küreği aldık, takımı düzdük. Akşamlayın Abdullah ile bindik Haznedara. Haznedar’da o gece yattık. Sabahleyin aynı yattığımız binada da çalışacağız. Bununla çalışmaya başladık. Ben hayatta yevmiye kesmem. Ben, ne çalışıyorsam adam değerini verecektir. Haftalık geldi, yüz kırk lira yevmiye kesti iş sahibi. O zamanlar zaten baş ustanın yevmiyesi yüz kırk, yüz elli ve yüz altmış lira arasındaydı. Abdullah ile orada çalışmaya başladık. Bizden başka çalışanlar da var yanımızda. Ben çalışırken yanımdakilere bakıyorum, bakıyorum bakmasına da yanımda çalışan diğer ustalar benden daha az iş yapıyorlardı... Ben onlardan fazla iş yapıyorum. Kayserili Âdem Kalfa vardı.
Âdem Kalfa dedi ki:
“Hele sen çalış, ben senin yevmiyeni artırırım.”
Âdem kalfaya dedim ki:
“Yevmiyemi artırıyorsan şimdi arttır. Benim çalışmamı ve yanımdaki ustaların çalışmalarını görüyorsun. Ona göre yevmiyemi arttır. Gördüğün gibi ben onlardan fazla iş yapıyorum.” O da yevmiyemi artırmadı. Takımları aldım eve indim. O akşam rahmetli dayımın dedim çok yaşayacak kulakları çınlasın dayımın oğlu Kendir Ahmet yanıma çıka geldi.
Kendir Ahmet bana:
“Dayıoğlu benim çalıştığım ustalar, işte çalıştırmak için usta arıyor.” dedi.
Ben de:
“İyi olur. Dayıoğlu sabahleyin orya gidelim.” Dedim. Sabahleyin tuttuk, bunun oryaya gittik. Şimdi ben bir çocuğum ya! Bin dokuz yüz altmış doğumluyum. O zaman, ben on altı yaşında bir delikanlıyım. Kıbrıs savaşı bin dokuz yüz yetmiş dörtte oldu. Savaştan iki yıl sonra oluyor bu olay. Sabahleyin Ahmet’inen vardık ki bir yerde, adamın biri bizi bekliyor. Ahmet bu bekleyenin Hüseyin Kalfa olduğunu söyledi.
Hüseyin Kalfa:
“Ahmet! Usta getirdin mi?” dedi.
Ahmet:
“He getirdim.” dedi Ahmet ona beni gösterdi ve: “İşte getirdiğim usta bu” dedi. Şimdi Hüseyin Kalfa beni baştan aşağı iyice süzdü. O kadar küçüğüm ki benim taşıdığım takım torbası yerden sürünerek gidiyordu. Yani o kadar yaştayım, anlayın işte. Hüseyin Kalfa, ben ve Ahmet yolda yürümeye devam ediyoruz. Hüseyin Kalfa, önden gidiyor, bense geride kalıyorum. Hüseyin Kalfa, iki de bir geri dönüp üsten aşağı, üsten yukarı şöyle bir süzüyor beni. Aşağı yukarı bakıyor ve bakıyor tekrar önüne bakarak yola devam ediyordu. Beni süzüyor, sonra da yola devam ediyordu. İnşaata vardık ki inşatta iki usta daha çalışıyor. Amelemiz de Kendir Ahmet’ti. Benimle üç usta bir de amele Kendir Ahmet dört kişiyiz. Kendir Ahmet harcı kardı. Bu inşaatta sıfırdan kaba sıvaya başladık. Herkes hangi odayı sıvayacaksa o odaya girdi. Hüseyin Kalfa da biz işe başlayıncaya kadar bizim yanımızdan ayrılmadı. Biz çalışmaya başladık. Hüseyin Kalfa, bizi işle baş başa bırakıp çekip gitti. Öğlenleyin yemeğe indik, Ahmet yemeğimizi getirdi. Yemekte iki dene yumurta, bir ekmek, bir sarı kola içeceği vardı. Öğle yemeğimizi afiyetle yedik. Hüseyin Kalfa, öğle zamanı biz yemeği yerken inşaatta çıka geldi. Hüseyin Kalfa, bizim çalışmış olduğumuz odalara girip yapmış olduğumuz işlere iyice tek tek baktı. Çalıştığımız yerlere mastar tutmuş. Öğle sonu tekrar işimize kaldığımız yerden başladık.
Hüseyin Kalfa bana yaklaştı:
“Mehmet usta yanıma gel.” dedi. Yanına ardım.
Ben: “Ne diyon abi?” Dedim.
Hüseyin Kalfa dedi ki:
“Arkadaşlarının yapmış olduğu sıvadaki köşeler düzgün değil, ben mastar tuttum. Arkadaşlarına yardımcı ol, düz olmayan yerleri beraberce düzeltin.” dedi.
Ben dedim ki:
“Abi ben on altı yaşında bir çocuğum. Yirmi yirmi beş yaşlarındaki kelli felli ustalara ben ne diyebilirim? Ben bir şey söyleyemem. Ben bir çocuğum, ben onlara bir şey söyleyemem. Diğer ustalara ne söylenecekse sen söylersin. Ben de elimden geldiğince onlara yardımcı olurum.” Dedim.
Hüseyin Kalfa:
“Tamam” dedi. Kalfa ustaları yanına çağırdı. Ustalar da doğudan Van’dandı.
Hüseyin Kalfa:
“Çocuklar buraya gelin.” dedi. Onlarda kalfanın yanına vardılar.
Hüseyin Kalfa:
“Bakın ustalık büyüklükte ve küçüklükte değildir. Siz, köşeleri biraz yapamamışsınız. Yaptığınız iş olmamış, mastar tuttum olmamış. Mehmet Usta size yardımcı olsun. Siz de ona yardımcı olun. Düzgün olmayan yerleri düzeltin ve kardeşçe çalışın gidin.” dedi. Ustalar da Allah razı olsun o kadar iyi çocuklar ki yani ne diyeyim.
Ustalar:
“Tamam, abi” dediler. Köşeye mastar nasıl konacak ayarlayarak onu koydum. Ustalarla beraber burada tam bir hafta uyumlu bir şekilde çalıştık. İlk işe götürürken beni beğenmeyen, ikide bir arakasına dönüp bana bakan, beni iyice süzen bu adam benim küçüklüğüme getiriyor ve bana diyor ki:
“Senin gibi boyu küçük, kısa bir usta götürdüm çalıştırmaya. İnşaata vardık ki iki tane usta var. Adamlar izbandut gibiler.
Boyu küçük, cılız usta dedi ki:
“Ben bunlarla mı beraber çalışacağım?”
Ben de:
“He bunlarla çalışacaksın” dedim.
Boyu küçük, cılız usta:
“Ben onlarla çalışmam. Onların iskelesi farklı, adamlarda kavak gibi boy var. Bana benim boyuma göre iskele kuracaksın.”
Hüseyin Kalfa:
“Ben, onun boyuna göre sehpa yaptım. Ve boyuna göre iskelesini kurdum. Bu boyu kısa olan bir odaya ve babayiğit ustalar da başka bir odaya sıva yapmak için girdiler. Akşam ustaların yanına geldim ki benim getirdiğin kısa, cılız usta odasını sıvamış, bitirmiş, eşyalarını toplamış ve bir köşeye oturmuş bekliyor. Diğer babayiğit ustalar ise iskeleden yeni iniyorlar. Bu iki ustaya verdiğim yevmiyenin aynısını boyu kısa cılız ve bedence zayıf olan ustaya verdim. Onların yevmiyelerini yüz liradan verdim. Senin gibi küçük boylu ustaya iki yüz liradan yevmiye verdim.” Dedi. Senin anlayacağın lafı benim küçüklüğüme getirdi de. Kalfa bizim haftalığımızı verdi. Bana yüz altmış liradan yevmiye verdi. Diğer ustalara ise yüz kırk liradan yevmiye verdi.
Çalışıyoruz ve çalışmaya devam ediyoruz. Bir akşam rahmetli İbon Durmuş, Şükrü’nün Hacı Osman hep bir yerde yatıyoruz.
İbon Durmuş bana dedi ki:
“Yevmiyeni kaç lira aldın lan.”
Ben de:
“Haftalığımı çıkardım say lan aldığım parayı.” dedim. Kazandığım parayı bir bir saydı. Haftalığı günlüğe böldü, yevmiyemin yüz altmış lira olduğunu gördü. Parayı saydı ya kafasını yoluyor. Alasangilin Ado, Kırılin İrbehem ve İbon Durmuş üçü bir çalışıyordu. Onlar günlüklerini yüz kırk liradan çalışıyorlar.
Üç arkadaş:
“Ulan sen kaç günlük ustasın ki de sana yüz altmış lira yevmiye veriyorlar! Biz yılların ustasıyız, bize yüz kırk lira veriyorlar.” diye sinirlerinden yerlerinde duramıyorlar, saçlarını ve başlarını yoluyorlardı. Sen, böyle adamları nasıl buluyorsun arkadaş? Daha dünkü çocuksun sen. Biz niye paralı iş bulamıyoruz? Böyle yağlı yerleri nasıl buluyorsun? Yoksa seni çalıştıranlar saf mı arkadaş? Bu kadar parayı sana nasıl veriyorlar?” dediler.
Ben de dedim ki:
“Siz iyi usta olsanız, size de iyi para verirler.” böyle deyince bana daha da çok kızıyorlardı. Çok güzel çalıştık, çalışıyoruz ve işler çok iyi gidiyordu. Bizim köylü ustalar kahvede kâğıt oynuyorlardı. Ben ise kâğıt oynamasını bilmiyordum. Bana kâğıt oynamasını bellettiler, öğrettiler. Kendir Ahmet ve Şıran Osman beni kahveye oturtuyorlardı. Ben kâğıt oynamayı tam bilmiyorum bana:
“Şu böyle olacak, şu şöyle olacak. Yenildin. Oyun sende kaldı, ver çay parasını. Oyun sende kaldı ver kahve parasını. Oyun sende kaldı, ver meşrubat parasını …” diyorlardı. Çay, kahve ve meşrubat paralarını hep bana ödetiyorlardı. Ben çömezdim bu işi bir türlü çözememiştim. Paraları inadına hep bana ödetiyorlardı. Yevmiyem de hepsinden iyiydi zaten. Börekçiye gidiyoruz, börek parasını; çörekçiye gidiyoruz, çörek parasını; simitçiye gidiyoruz, simit parasını ve tatlıcıya gidiyoruz tatlı parasını hep ama hep bana ödetiyorlardı. Sanki ben patron olmuştum. Gerçekten de o günler de iyi para alıyorum. İyi para almasam bana bu kadar yüklenemezlerdi zaten.
Ustalar:
“Haftalık paranı dokuz yüz lira ediyon, bin lira edemiyon.” diyenlerin cebindeki paraya bakıyorum, benim çalıştığımın yarısı bile değil. Deli Hasan’ın Hüseyin’in o söylediği laflar kulağımda duruyor muska gibi. Boynumda muska duruyor ve muska diyor ki:
“Ey Mehmet! Sen bu İstanbul’da durursan götten, baştan çıkarsın. Sen de Deli Hasan’ın Üsüne dönersin. Sen ne yap ne et, buradan ayrıl ve bir an evvel Kırşehir’ini bul. Kırşehir’de Cıda Bekir’i bul, burayı terk et…” Aklım başıma gelmişti. Günlük zaten bunun hesabını yapıyordum. Kış mevsiminde şubat ayındayız. Ama bi de şu gerçek ki Kırşehir’de ikinci ay olan Şubat’ta daha çalışma yoktu, bir an önce oraya gideceğim de. Kış mevsiminden dolayı işler açılmamıştı. O zamanlar Kırşehir’de çalışmak meşhurdu.
Bir gün Güldodağın Kadim bana dedi ki:
“Ben köye gideceğim.” dedi.
Ben:
“Nöreceğin köyde?” dedim.
Güldodağın Kadim:
“Nörüyüm! Burada para kazanamıyorum? Kırşehir’ine çalışmaya gideceğim.” dedi.
Ben de kendisine:
“Ben de gideceğim.” dedim. Direk Kırşehir’ine gitsek iyi olur ama Cıda Bekirgil Kırşehir’e henüz gelmedi. Ben de bu yüzden köye gitmeye karar verdim. Eteğimdeki kavurgayı döktüm ve “Ben köye gideceğim.” Diye inat ettim.
Bir gün kalfaya dedim ki:
“Ben köye gideceğim. Benim hesabımı kes.”
Patron bana ne dedi biliyor musun?
“Mehmet! Yevmiyen az ise yevmiyeni artırayım. Ben seni çok sevdim.” Dedi. Arkadaş çevresi bozuktu. Aslına bakılırsa böyle güzel yer bırakılır mı hiç? Patronlar dört kişilerdi. Patronların Memleketi Kastamonu idi. Hüseyin, Bayram, Yılmaz diğerini de hiç tanımadım. Kastamonulu Bayram, lokantanın başında duruyordu. Patronların işçilerine ait kahveleri vardı. İş yerlerinde, yüz veya iki yüz işçileri çalışıyordu. İşçiler, işlerinden çıktıklarında patronlarının lokantalarında yemeklerini yiyorlar kahvehanelerinde ise çaylarını ve kahvelerini içiyorlardı. İşçiler, lokantalarında karınlarını güzelce doyuruyorlardı. Kuru fasulye burada beş lira ise diğer lokantalarda da beş liraydı ancak burada koca tabakla gelen kuru fasulye ile karın iyice doyarken diğer lokantalarda aynı para ile yediğin kuru fasulye ile doymuyorsun. Lokantanın böründeki kahvede de çaylarını içiyorlar, ondan sonra da herkes işine, gücüne gidiyordu. Patron Yılmaz’ın altında bir motosiklet nerde inşaatta tuğla sararıyor, hemen oradaki inşaatın başında bitiyordu. Sizin anlayacağınız şirkete yeni iş buluyordu. Patron Hüseyin de inşaata ne malzeme lazımsa onu ayarlıyor; usta ve işçi lazımsa onu ayarlıyordu.
Patron Hüseyin bana dedi ki:
“Mehmet ben seni çok sevdim. Evladım gibi sevdim. Oğlum! Yevmiyen az ise yevmiyeni artırayım. Ne diyorsan onu yapayım. Gel bizim inşattan gitme. Evladımız gibi sevdik seni. Mehmet gidip de Kırşehir’de ne yapacaksın?” Adamlar beni çocuğu gibi sevdiler ve tuttular.
Ben inatlaştım patronlara dedim ki:
“Yok, abi ben gideceğim.”
Patron bana dedi ki:
“Yozgat Çekerek otobüs biletini alıp getirip bana göstermedikçe hesabını kesmem, seni göndermem.” Ben de Kadim Usta ile Topkapı’ya gittim biletimi aldım ve patrona gösterdim. Patron da hesabımı kesti ve paramı verdi.
Patronun bana son sözü şu oldu:
“Mehmet! İstanbul’a geldiğin zaman çıkıp yanıma geleceksin. Hiç işim gücüm var mı yok mu demeyeceksin? Beni bulacaksın. Kapımız her zaman sana açıktır. Seni başka bir yerde çalışırken görürsem eğer vallahi döverim.” dedi. Köy yolculuğumuz başlıyordu. Biletler çoktan alınmıştı. İstanbul’dan bindik otobüse Çekerek’te indik. İnmesine indik de Çekerek’ten köye gitmek için araba bulamıyoruz. Araba arıyoruz köye gitmek için ama araba bulamıyoruz. Köye gidebilmek için araba arıyoruz. Dururken bir cip geldi yanımıza durdu. Arabanın içinde bir bayan vardı.
Bayan bize dedi ki:
“Ben, köye gidiyorum. Arabada yerimiz var, siz de binin beraber köye gidelim.” dedi.
Ben:
“Siz Karahacılılı mısınız?” dedim.
Kadın:
“Evet. Köye mi gideceksiniz?” dedi.
Biz:
“Evet, köye gideceğiz.” Dedik.
Kadın:
“Bir araba tutun da ben de gideyim.” dedi.
Biz de:
“Yayan gideriz, araba tutmayız.” Dedik. Velhasıl biz yaya olarak ikindi üzeri köye gitmek için yola düştük. Üçüncü ayın başı ikinci yayın sonuydu. Hava soğuktu. Kadiminen ben ilkindiye doğru yola düştük. Yaya olarak Kahyalı köyüne vardık. Kahyalı köyünün oradaki değirmeni savuştuk mu savuşmadık mı bir de cip peşimizden yetişti ve alendi. Biz de nihayetinde cipe bindik, köye doğru gitmeye devam ettik.
Ciple giderken kadın bize:
“Nerden geliyorsunuz? İstanbul’da nerede otarıyorsunuz? İstanbul’da nordünüz? Kimlerle çalıştınız? Kimleri tanıyorsunuz?” diye imil imil sorular sormaya başladı.
Biz de:
“İşte şunu tanıyok, bunu tanıyok…” diye kadının sorduğu sorulara cevap veriyorduk. Kadın Şükrü’nün Hacı Osman’ın kaçırdığı karıymış. Cebinde bıçağı ve belinde silahı vardı. Bıçanan ve silahınan onu vurmak için arıyormuş. Biz de kadının sorduklarının hepsini sayıyoruz ancak Şükrü’nün Hacı Osman’ı söylemek hiç aklımıza gelmiyor. Hâlbuki yanında beraber kalıp beraber bir odada yatıyorduk onunla. Nihayetinde köye geldik. Köyde bir hafta kadar durduktan sonra Kırşehir’e çalışmaya gittik. İstanbul’daki yüz altmış liralık yevmiyeyi bırakıp yüz on liralık yevmiye ile Kırşehir’de çalışmaya davam ettik. Çocuk yaştaydım ama çalışmaya devam ediyordum…
19.02.2021
Yozgat
YORUMLAR
Var olun dost yazarım.
Bir solukta okuduk.
Tebrik ediyorum can-ı gönülden.
Selam ve saygılarımla değerli hocam
İDRİS ÇETİN
İDRİS ÇETİN
Güne yakışan harika yazınız için kutluyorum tebrikler.
Daha nicelerine inşallah.
Sonsuz selam ve saygılarımla.