sevdanın resmi yapılabilir mi?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Nâzım Hikmet, Abidin Dino’ya: "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" diye sorar, bir şiirinde.
Mutluluk gibi, "insanı içerden kuşatan", beş duyu organlarıyla algılanması ve tasavvur edilebilmesi, her zaman mümkün olamayan, içine-içeriğine ancak "olanca tinselliğimizle yaşayarak" erişebildiğimiz en üst düzeyden bir "duyarlılık hâli"nin, diyelim buradaki konumuz gereği, resmedilmesi söz konusu mudur? Nâzım’ın, kuşkusuz, şiirsel bir sofistikelik içinden sorduğu bu soruyu, Dino nasıl cevapladı bilmiyorum. Cevâbı ne olursa olsun, Nâzım’ın sorusu, üstünde uzun uzun düşünmemiz gereken bir soru.
Ama ben, soruyu, Nâzım’ın, -kim ne derse desin, özünde bir sevda şairi olduğunu düşünerek- "sevdanın resmi yapılabilir mi?"ye taşımak istiyorum. Günümüze değin yapılagelen ve hâlihazırda yapılan resimlerin yüzde kaçı sevdayı betimlemiştir, betimlemeyi amaçlar? Sevdayı, dört başı bayındır biçimde bize hissettirebilecek, kaç resim tablosu vardır cihanda? Bunu da bilmiyorum, ille bilmek de istemiyorum. Şunu biliyorum çünkü: Sevda, resim tablolarına sığmaz; o tabloların ışıklarını ve gölgelerini, renklerini ve görüngülerini (perspektivlerini) darmadağın eder; çerçevelerini çatlatır: dışarı, hayata, halkın arasına karışır, bütün serdengeçtiliğini kuşanarak: oralarda soluklanır çünkü, damarlarını en fazla oralarda genişletir.
Kerem ile Aslı’nın, Tâhir ile Zühre’nin, Ferhat ile Şirin’in birbirlerine kendilerini fedâ edercesine bağlılıklarını (bu sevdaları somutlaşmış değil de, salt imgesel bağlamda varsaysak bile), hangi ressam, hangi renk ve çizgi çılgını resmedebilir? Resmedemez, çünkü: sevda, sanattan (da) fazla bir şeydir; sanatın potansiyellerinin, sanatın fiziğinin ve metafiziğinin daha derinlerinde, daha ötelerinde bir yerdedir. Sevda, bir bakarsınız, sevda kavramını bile yetisiz/ yetersiz bulmuş; hayatın ve ölümün kesiştiği bir noktada, dünyaya ve Tanrı’ya bile meydan okumaya başlamıştır.
Hem, sevdanın uçarılığı, her dem olanaksızı denemeye çabalaması, çabalarken yaşadığı olağanüstü serüvenler, onun bir kısım şablonlara ve şematik kalıplara sığmayacağının; bâzı ölçüp-biçme meraklılarının ve toplum mühendislerinin heveslerini, daha baştan ve eyleme geçmeden önce bile, kursaklarında bırakacağının göstergesi değil midir? Sevdaya sınırlar çizmek, tanımlar getirmek, onun ontolojisine, kendine has pedagojisine taban taban ters düşer. Bu incelikli farkındalıktan bîhaberseniz, "sevdalanma zamânı"nda değilsiniz demektir.
Sevdayı, karşı-cinsiyettekine abayı yakmakla kısıtlayanlar, onu da bayağılaştırarak,"apış arası ziyâfeti"ne indirgeyenler yok mu bir de? Sevdalanmak, onlara kalırsa, "tak fişi, bitir işi" kolaycılığında bir duygusuzluk ve mekaniklik. Ay ışığıymış, şiirmiş, gönüldeşlikmiş, boşvermeliymişiz hepsine; sevda denen bir şey varsa, bir kadınla bir erkeğin "etlerinin kaynaşması"ymış olup-biten. Söze ve sevgiye ne hacetmiş? Bu zihniyettki erkek kadını(nı) frijit, bu zihniyetteki kadın da erkeği(ni) iktidarsız etmez mi?
Evet, ne diyordum: Sevdanın dili, başka bir dildir, bir üst-dildir. Bir şiirimde (Hoş Geldin Vera) dediğimce: "diller dili bir dildir sevda dediğin". Bir çiçeğe, bir çocuğa, bir düşün akımına, ebeveyninize, öğretmeninize, ütopik bir değerler dizgesine.. sevdalanamaz mısınız, neden olmasın? Sevda deviniminin akışkanlığı "kendiliğinden" ve "kendinde"dir; dışsal kımıldatıcılara da gereksemesi yoktur çoğunca.
Biyolojik-fizyolojik yaşlılığı, sevdanın önünde engel görenlere de değineyim. Demek istiyorlar ki: beden yıpraksa, sevme enerjisi de yıpraktır. Yıprak enerji, eylemselleşemez. Açıkça değil, utangaçça söylüyorlar bunu, örtük biçimde; gene de söylüyorlar ya. Ama sevdalanmak, enerjiden çok bir sinerji işidir, bunu bilmiyorlar işte. Olumsuzda, bir önyargıda takılıp kalıyorlar. Onların evlere şenlik mantığıyla "kıl oldum âbi" diye zırlayan 18’lik bir delikanlı, her an sevdalanabilir; ne var, sanatsal değerlerin hemen hepsinden tatlar devşirmiş, yaşamının tümünü düş-düşünce odaklı etkenlerle şekillendirmiş 78’lik Aziz Nesin sevdalanamaz! Böyle mantığın ortasına, horoz tüyü dikmez misiniz?
Ben o kanıdayım: Aziz Nesin, kasımpatıları, buğulu temmuz akşamlarını, yürek yakan turna uçuşlarını, sabah sabah bir lodosun pürkürttüğü yoksulları, ayrılıklardaki direngenliği ve devrimlerdeki gizemsiliği; "fast food" beslenen, "full time" çalışan, "Cafe dö Madame"lerde ömür çürüten "frenk kırması jenerasyon"dan çok daha fazla seviyor. Sırf bu sebeplerden de, sevdayı çoğumuzdan daha fazla hak ediyor.
Bu yüzdendir ki: Görsel ve dijital iletişim(sizlik) araçları, bu "türedi nesiller"in sanal sevişmelerini dakika be dakika resmediyor da, Aziz Nesin’in sevdasını görmezden geliyor. İnsanda âdetâ acımak duygusu uyandıran algısızlıklar, çürümüş sakızları hatırlatan görgüsüzlükler, imgeselle-düşünselle tanışmamış hâller yaygınlaştıkça; daha çoook yakınacağız bu araçlardan.
9 Kasım 1993
[email protected]