- 779 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
773 – İKİ RÜYA
Onur BİLGE
Işıl’ın rüyalarını yorduğu için Define’ye rüya anlatanlar çoğaldı. O kadar arttı, o kadar abartıldı ki bu olay, dede de sıkıldı ve bunaldı. Sonra bize dünya hayatı ile rüyayı mukayeseli bir şekilde anlatmaya koyuldu.
“Rüyalara bu kadar önem vermeyin çocuklar! Dünya hayatı da rüyadan farksızdır. Dünyaya da çok fazla ehemmiyet vermeyin! Ahiret hayatı, gerçek hayatımızdır. Bunu asla unutmayın! Dünya hayatı örümceğin evine benzetilmiştir. O ev ne kadar da dayanıksızdır. En küçük bir dokunuş veya rüzgârla bozulur gider! Dünya hayatı da kalıcı değildir. Onun için güvenilir değildir. Ne zaman biteceği asla tahmin edilemez!
Allah, hepimizin canını alır. Ömür sermayesi tükenenlerin canını iade etmez, eceli henüz gelmemiş olanların canlarını iade eder. Canları iade edilenler, uykularından uyananlardır. Uyanamayanlar ölmüş olanlardır.
Nasıl uyutulduğumuzda bize rüya gösteriliyorsa, bir daha uyanamayacağımızda da gerçekler gösterilmeye başlanıyor. Biz buna ahiret hayatı diyoruz. Sağlam olan evimiz, ahiret evimizdir.
Kabirde bile dünyada kalındığından çok kalınıyorsa, bu geçici dünya hayatına bu kadar değer vermenin ne gereği var! Biliyoruz ki bu hayat bir süreliğinedir, ne kadar uzun sayılırsa sayılsın, göz açıp kapayıncaya kadar, saman alevi gibi geçer gider ve yine biliyoruz ki ahiret hayatı kalıcıdır. O zaman neden dünya için bu kadar çabalarız da ahiret hayatımız için hiçbir şey yapmaya yanaşmayız?
Nasıl başımızı koyar koymaz uyumuş ve rüya görmeye başlamışsak, dünyaya gelmiş, büyümüş, yetişmiş, olgunlaşmış ve yaşlanmış olmamız da sanki bir uyku dalgınlığı içinde olup bitivermiş gibidir. Ölünce, dünya hayatını hatırladığımızda, uyanmış da bir rüyayı hatırlamışçasına: “Bir şeyler olmuştu. Bir şeyler yaşamıştım. Birileri vardı. Neydi onlar?” diye düşünür, sonra da: “A! Evet! Hatırladım! Önemli değil! Dünyaymış!” deriz.
Öldüğümüzde, dünya hayatıyla alakalı hatırladıklarımızın rüya benzeri bir yaşanmışlıktan başka bir şey olmadığını fark ederiz. Yaşadığımız, acılar içinde geçirilen bir hayattıysa: “İyi ki öldüm de uyandım! Onları dünyada yaşamışım!” deriz. Şayet çok güzel bir hayat sürmüşsek: “A! Ne kadar güzel bir şeyler yaşıyordum! Neden uyandım! Keşke biraz daha uyusaydım! Dünyam hiç bitmeseydi!” deriz.
Çileli bir hayat sürmüş olanlar dünya hayatından kurtulduklarına sevinirlerken, zevk ve sefa içinde yaşamakta olanlar üzülecekler. Ölüm, adaletin tecelli etmesi için gerekli... İşte o zaman eşitsizlik kalmayacak, denge sağlanacak. Bunun için de sabır gerekiyor.”
Düşünüyorum, hak verilmeyecek gibi değil. Bazen hayat tahammül edilemez bir hal alıyor. Bazen de tadına doyulamayacak kadar güzelleşiyor. Bir gün gibi düşünüyorum bir ömrü. Gün içinde sevinçli veya kederli olunabiliyor. Hayat içinde de öyle... Hayat da gün de nihayetinde sona eriyor. İkisinin de sonu karanlık görünüyor. Gece de kabir de...
Sonra gece ile kabri karşılaştırmaya başlıyorum. Bazı gecelerim kâbus dolu oluyor. Cehennem azabı içinde kıvranıyorum! Uyanınca ne kadar seviniyorum: “Rüyaymış!..” diye! Buna rağmen uzun süre tesirinden kurtulamıyorum. Anmak da anlatmak da yordurtmak da istemiyorum.
Bazen gecelerim o kadar güzel rüyalarla süsleniyor ki kendimi cennette sanıyorum. Hiç ama hiç uyanmak istemiyorum. Uyanırsam anında tekrar uyumak, o eşsiz rüyayı görmeye devam etmek istiyorum.
Kabir hayatının da rüyalarım gibi olduğunu sanıyorum. İman edip iyi işler yapınca, kabirde tadına doyulmaz rüyalar göreceğime, aksi halde de kâbuslarla savaşacağıma inanıyorum. Dede de bunun böyle olacağını anlatmaya çalışıyor.
“Çok eski zamanlarda iki kardeş varmış. Büyük, kocaman bir çiftliğe sahip bir köy ağasıymış. Küçükse onun yanında karın tokluğuna çiftlik işlerinde çalışıyormuş. Gece gündüz, yaz kış demeden uğraşıyormuş.
Çok sıcak bir yaz günü küçük kardeş yorgunluktan bitkin bir halde tarlanın kenarındaki bir ağacın altında uyumuş kalmış. Bu arada, ağabeyi onu görmüş ve yanına gelmiş. Ayağıyla ayaklarına vurarak onu uyandırmış. "Kalksana! Şimdi iş zamanı! Bu saatte uyunur mu! İşlemezsen dişleyemezsin! Burada kimseye bedava ekmek yok!" diye gürlemiş.
Kardeşi neye uğradığını anlayamamış! Şaşkın şaşkın etrafına bakınmış.
"Ağabey, beni neden uyandırdın? Ne kadar güzel bir rüya görüyordum! Rüyamda, uçsuz bucaksız bir arazinin sahibiydim. Hayvanlarım, ağaçlarım, ekinlerim vardı. Emrimde yüzlerce işçi çalışıyordu. Traktörlerim, son model arabalarım, saray gibi yazlığım, kışlığım, emrimde hizmetkârlarım... Köyün en güzeliyle evlenmişim. Kızlarım, oğullarım olmuş. O kadar mutluydum ki keşke hiç uyanmasaydım! Hemen uyandırmasaydın da o saltanatın birazcık daha tadını çıkarsaydım ya!” demiş, kırgın bir ses tonu ve tavırla.
Ağabeyi, pis pis sırıtarak: "Oğlum! Sen bu sayıp döktüklerini ancak rüyanda görürsün! Bense bunların hepsine sahibim. Zevk ve sefa içinde yüzüyorum.” demiş.
Kardeşi, mahmur gözlerle ona bakmış ve şu sözleri söylemiş: "Ağabey, sen de rüya görüyorsun ben de... Benim rüyam, gözlerimi açınca bitti, senin rüyan da gözlerini kapayınca bitecek!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 773