- 508 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ÖLÜ GÜVERCİN (Öykü)
YAŞAR YILTAN
Bu sabah kalktığında da yine kendini kötü hissetti. Acaba kalbinde bir sorun mu vardı? Her sabah kalkar kalkmaz kalbini dinlerdi. Biraz çarpıntı olduğunu düşünürse o gün hep suratı asık gezerdi. Kaldı ki onun suratı her zaman asıktı. Ama o bunun farkında değildi. Karısı o sabahki surat asıklığını sormaya kalksa- ki sormazdı, çünkü sorunca ne cevap alacağını bilirdi.- o kalbinde çarpıntı olduğunu söylerdi. Karısı onun bu durumuna alışık olduğu için bu durumu pek ciddiye almazdı.
Aslında bugün diğer günlerden daha farklıydı; çünkü rüyasında “ölü bir güvercin” görmüştü. Kâbus içinde görmüştü hem de. Kan ter içinde kalmıştı da. Sabaha kar-şı gördüğü rüyanın etkisindeydi hâlâ. Uyuyamamıştı bundan sonra da. Kalbi de çarpıyordu, hem de şiddetle.
Karısı kahvaltı hazırlamak için mutfağa gidince kendisi de salona geçti, televizyonu açtı. Bir felaket var mı diye haber kanallarını hızlı hızlı geçti. Ama hepsinde aşağı yukarı aynı şeylerden söz ediliyordu: “Suriye…” deniyordu haberlerde. Bir zamanlar nasıl Libya deniyorsa, bugün de Suriye deniyordu. “Suriye Ordusu Muhaliflerin bulunduğu kentleri bombalıyor!” diye geçiyordu haberlerde. ABD ve AB’nin ekonomik krizlerinden söz ediliyordu. Yunanistan’a yapılan yardımlardan da… Milli Eğim Bakanlığı’nın Meclis’e getirdiği 4+4+4=12 yıllık Eğitim Sistemi hararetli hararetli anlatılıyordu. Kimileri savunuyor, kimileri şiddetle karşı çıkıyordu. Her geçen yıl dünyada ve Türkiye’de zenginlerin sayısının artacağından söz ediliyordu. Ama yoksullaşacak kesimden hiç söz edilmiyordu; İşçilerin, memurların, üreticilerin, emeklilerin ekonomik sıkıntılarından hiç söz edilmiyordu. Her geçen gün daha da artan kanın, şiddetin, açlığın, kadın cinayetlerinin nasıl halledileceğinden hiç söz edilmiyordu. İnsan haklarının her geçen gün daha da azala-cağından da söz edilmiyordu. Sinirleri iyice gerildi, bir felaket geleceğini düşünmeye başladı. İçi karardı.
Bu sırada balkonda bir hareketlilik fark etti. Baktı; güvercinleri gördü. Güvercinlerin bir evde bulunmasını uğursuzluk sayardı. Bu nedenle onların balkonuna gelip konmalarını istemezdi. Bir felaket sayardı hep, yıllardır büyük bir felaket bekleyip durmuştu, ama şimdiye kadar büyük bir felaket olmamıştı. Buna karşın iki yakası da bir türlü bir araya gelmemişti. Bunun nedenini güvercinlere bağlıyordu. Hatta- kendine göre- kalp hastası olmasını bile güvercinlere bağlıyordu. Güvercinler bu balkona kondukları sürece de bu durumun devam edeceğine de inanıyordu.
Her gün evde durduğu sürece güvercinler balkonuna konuyordu ama bugün hiçbir güvercinin hiçbir şekilde balkonunda durmasını istemiyordu. Onu böyle düşündü-ren şu an bile etkisinin sürdüğü rüyasıydı.
Balkon kapısını açıp güvercinleri kovmak istedi, ama soğuktan dışarı çıkmak istemedi, sadece yerinde söylendi durdu. Camın arkasından onları ürkütmeye çalıştı: “Kişt!” dedi olmadı, “Heyt! dedi olmadı. Hatta vücuduyla birlikte elini kolunu da sallayıp durdu. Ama yine olmadı. Ne yaptıysa boşunaydı. Güvercinler camın arkasından bakan, ağzını açıp kapayan, anlamsız hareketlerde bulunan bu kişiye sadece bakıp durdular. Güvercinlerin aldırmaz bakışları karşısında daha da sinirlendi.
“Lanet olası hayvanlar! Uğursuzlar! Gidin başka ye-re konun! Burada ne işiniz var!”
Hapşırdı, bir daha hapşırdı. Burnu akmıştı;
“Sırası mı şimdi!” dedi öfkeyle burnunun akışına. Pijamasının cebinden kağıt mendili çıkardı, sinirli sinirli gürültüyle burnunu boşalttı. Hatta bu yetmezmiş gibi birkaç defa da yapmacık olarak yüksek sesle hapşırdı. Sonra dönüp güvercinlere baktı. Ama onlar yine camın arkasındaki adama bakıp durdular.
“Asalak hayvanlar! İnsanların verdikleriyle geçinme-ye utanmıyor musunuz? Gidin dağlara! Hadi! Defolun buradan!”
Kalbini dinledi, çarpıyordu kalbi. Doktora gitmeyi düşünüyordu ki, karısının sesini duydu içeriden.
“Ne oluyor Ahmet! Yine sinirlenecek ne oldu?” dedi mutfaktan.
“Ne olacak!” dedi, “güvercinler!”
Karısı sesini yükseltti içeriden:
“Ne istiyorsun hayvanlardan! Uğraşma şunlarla!”
“Öyle demek kolay! Sen benim yerimde olsan!..”
Az kalsın söyleyecekti rüyasını. Hatta başlamıştı bile. “Rüyamda!..” demişti. Anlatacaktı bugün güvercinlere bu kadar karşı olmasını. Ama karısından korktu yine, uğursuzluk sayar diye rüyasını. “Üstün açık yattığın için üşümüşsündür”; bu nedenle böyle rüya gördün, diyecek-ti.
Karısının sesini duydu “Hadi gel! Kahvaltı hazır!”
Masaya oturmuş, kahvaltıya başlamıştı ama hâlâ gergindi.
Karısı ortamı sakinleştirmek için çocuklardan söz etmek istedi:
“Çocukları özledim. Şeytan diyor ki, bu akşam çocukların yanına Ankara’ya git!” Kocasına baktı. Kocası başka dünyadaydı. Hiçbir şey duymuyordu. Konuyu değiştirdi:
“Bu yıl emekli maaş artışları ne kadar olur acaba?”
Kocası yine duymuyordu. Kadın, kocasının dikkatini bir türlü başka yere çekemiyordu.
Kadın kızacak gibi oldu. Son anda bu düşüncesinden vazgeçti. Ortam gergindi çünkü. Çok geçmeden kocası öfkeyle konuşmaya başladı:
“İnsanlığı icat edene kızıyorum. İnsanlığı icat etti de iyi mi etti. İnsanlık yapmaya çalışıyoruz. Kalkıp da onları öldürmüyoruz.”
Daha da öfkelenmişti yine:
“Bazen yakala, tek tek öldür diyor akıl. Ama yakalanmazlar ki .”
“Hiç öyle şey olur mu?” dedi karısı.
Onun bu tarz konuşmalarından karısı da bıkmıştı, ama kadın ne yapsın, bir kere koca diye varmış. Şimdi bunca yıllık koca da bir çırpıda atılmazdı ki.
Öksürmeye başladı:
“Bak, sinirlendin!” dedi karısı “Yine öksürüğün arttı. Yapma!”
“Ben ne yaptım şimdi?”
“Ne yapıyorsan kendine yapıyorsun. Bak, öksürüyorsun!”
Karısı daha fazla üzerinde de durmaması için sesini yükselterek ona kızdı. Bunun üzerine,
“Bir şey yaptığım yok.” dedi sesini titreterek “Bir şey yaptığım yok!”.
Konuşurken ürkerek konuşurdu. Adeta kendisini birisi (karısı) azarlayacakmış gibi hep tedirgin bir şekilde davranırdı. Hiçbir şey için emin konuşamazdı. Çünkü daha sonra fikir değiştirebilirdi. Konuşurken korkusunda gözünü çırpıştırır, ağzını oynatır, boğazındaki kasları öne doğru seğirir gibi bir aşağı bir yukarı inip çıkartır, boynu-nu ikide bir kırardı. Gülerken bile ürke ürke gülerdi. Çünkü karısının “Ahmet! Gülünecek ne var bunda. Bak ben gülüyor muyum?” demesi karşısında gülmesi aniden kesilirdi.
Yine öksürdü.
“Su iç, geçer!” dedi karısı.
“Bende bir şey var!” dedi “Kalp krizi geçiriyorum herhalde!”
“Saçmalama!” dedi karısı sert bir ifadeyle.
“Ama güvercinler! Felaket!” Gözleri korkudan dışarı fırlayacakmış gibiydi. Ardından “Kalbim çarpıyor!” Kı-sık bir sesle “ölü güvercin, rüya” dedi.
Çocukluğunda güvercinin kaçması yüzünden birkaç defa arkadaşlarının kavga ettiklerini görmüştü. Hatta bir defasında çok sevdiği bir arkadaşının ağabeyi bıçaklanarak öldürülmüştü. O gün kasabaları çok kasvetliydi. Ah-met o günü asla unutamadı.
Karısı Ahmet’in en son söylediklerini tam olarak anlamadı.
“Sen ne söylenip duruyorsun!” dedi karısı, “Allah esirgesin!” dedi koltuğun tahtasına vurarak, sonra da se-sini birden yükselterek,
“Yeter! Kes sesini! Konuşmayacaksın!” sesini biraz azaltarak, “Bu kadar evhamlanacak ne var. Madem onla-rı orada istemiyorsun, ben şimdi gider kovarım. Ama sen de uğursuz uğursuz konuşup durma!” dedi.
Ardından yerinden kalktı, balkona doğru gitti, pencereden balkona baktı; oradalardı. Balkonun kapısını açtı, eline paspas sopasını aldı, güvercinleri kovdu.
“Allahım, bu, başıma gelen ne!” diyerek söylene söylene sofraya geçip oturdu
Sonra da şu rüya meselesinin ne olduğunu sordu.
“Bugün rüyamda ölü bir güvercin gördüm!” dedi. “Çok korkunçtu!”
“Hayırdır inşallah!” dedi kadın “E! Başka ne gördün!”
“Bu kadar!” dedi. Her halinden belliydi korktuğu.
“Babam bana, güvercin besleyeceksen yedi yıl besleyeceksin. Eğer öyle yapmazsan uğursuzluk olur, dedi. Bu eve taşındığımızda daha yedi yıl dolmamıştı. İki katlı evimizde oturuyor olsaydık yedi yılı doldururdum ama yapamadım. Kendimi suçlu hissediyorum. Bak! İki yakamızın bir araya gelmiyor. Suçlu benim.”
Karısı sakinleştirmeye çalıştı:
“Saçmalama!” dedi karısı, “Bu evi almak için borç-landık, bunun güvercinle ne alakası var.
Güvercinin uğursuzluğu olsa olsa, sadece güvercinle uğraşıp işi gücü bırakmaktır. Yoksa güvercin kimi ne yapsın. Hem güvercinler bazı evlere iyi gelmez derler ama şimdiye kadar güvercinlerin iyi gelmediği ya da felaket getirdiği ev gördün mü ya da duydun mu hiç? Sadece bir söylenti. Hepsi o kadar. Yoksa Allah’ın kuşu sana bana ne zarar verecek. ”
Karısının bu açıklamalarından tam ikna olmamışsa da içi biraz rahatlamıştı. Ama rüyasındaki ölü güvercin aklına yine gelince yine evhamlandı.
Ahmet oldukça evhamlı biriydi. Öyle günler olurdu ki, kimi zaman yolda giderken ya bu apartman yıkılır da altında kalırsam, ya karşıdan karşıya geçerken kırmızı ışıkta durmayan araba gelir bana çarparsa, ya su içerken su boğazımı tıkar da ölürsem, der kendi kendine evhama kapılırdı. Tüm bu nedenden dolayı da apartmanların uzağından yürür, trafikte de yanında kimse yoksa tek başına karşıya geçmezdi. Suyu ise yudum yudum içerdi. Aslında bu korkuları da bir çeşit gerçekleşmiş gibiydi; hem depremi yaşamış, hem bir araba ona yandan çarpmış, hem de su içerken su genzine kaçmıştı.
Çok telaşlı ve korkak biriydi. En küçük çıtırtıda bile bir şey ona zarar verecekmiş gibi kaygılanırdı. Tabi ki, bu da onu oldukça sinirli yapardı. Hemen her şeye sinirlenince de kalbi çarpardı. Sonra da, kendisinde kalp hastalığı olduğunu iddia ederdi: “Siz inanmasanız da bende kalp hastalığı var!” derdi. Defalarca doktora gidildiğini, doktorların hiçbir şeyi olmadığını söylediklerini söyleseniz de hiç fark etmezdi, çünkü o kendisinde kalp hastalığı olduğuna inanmaktaydı. Sizi inandırmak için arkasın-dan “İstersen dinle, bak!” diyerek kalbini eliyle işaret ederdi.
Kendine dert edinme konusunda bir eşi menendi az bulunurdu. Ufacık bir meseleyi- bu sözcüğü çok kullanırdı- o kadar çok abartırdı ki onu duyan da altından kalkamadığı bir meseleyle karşı karşıya olduğunu sanırdı. Sonra işin iç yüzünü öğrendiğinde de dertlenmesine şaşıp kalırdı.
Dediğim dedik biriydi. İnatçıydı da. O kendine göre kararlı biriydi ve kararlı birinin de kendisi gibi davranması gerektiğine inanırdı.
Düşünür gibi yapar, ama aslında pek düşündüğü söylenemezdi. Çünkü o her şeye muhalefet yapmayı amaç edindiği için, kendi yapmak istediklerinde bile muhalefet ederdi. Bir dediği bir dediğini tutmazdı. Bir gün önce şöyle olsun dediği, ertesi gün böyle olsun diyebilmekteydi. “Dün şöyle söylüyordun” dediklerinde, “O gün öyleydi, ama bugün böyle” diyebiliyordu. Önceden söyleyeceği doğru dürüst bir düşüncesi de yoktu. Onun düşünce dediği şey, sadece başkalarının düşüncesine karşı çıkmak, her şeye muhalefet etmekti.
“Mutfağı toparladıktan sonra anneme çıkarız.” dedi karısı. “Akşamdan beri ne yaptı. Gribi nasıl oldu acaba?”
Şok oldu. Ama bir şey demedi karısına, zaten bir şey de diyemezdi ki.
O aslında karısının bir dediğini iki etmeyen biriydi. Hatta sırf karısı ile araları açılmasın diye kendi öz anne ve babası ile kardeşleriyle ilişkiyi koparmıştı. Evlendiklerinin ilk yıllarında her yıl bir kez de olsa babalarına giderlerdi ama hemen her yıl karısı ya annesi ile ya da kız kardeşi ile kavga ederdi. Artık o bu kavgalardan bıkmıştı. Bu işe bir son verme gereği duydukları için artık bundan sonra ailece(kendisi ve karısı), annesi, babası ve kardeşleriyle görüşmeme kararı aldılar. O gün bu gündür hem annesi babası, hem de kız kardeşi ile görüşmüyordu. Onlar aramaya kalksa da kendisi ilişkiyi tam kesip attığını onlara açıkladı ve bir daha da kendilerini aramamalarını özellikle belirtti. Ama kendisi kayın valide, baldız ve kayınları ile görüşüyordu. Hatta kayın validesi (bu sırada kayın pederi ölmüştü) üst katta olduğu için her akşam hal hatır sormaya onun yanına çıkıyordu. Dün akşam yine çıkmışlardı.
Kayınvalidesi şişmandı ve kilosundan dolayı ağır vücudunu kaldıramayan dizleri sürekli ağrıyıp duran biriydi. Yatalak sayılmazdı ama zorunlu ihtiyaçları karşılamak hariç hep yatıp duruyordu. Hareketsizdi. Şekeri, kolesterolü ve tansiyonu vardı. Tabi kalbi de vardı
“Karıma bak!” dedi içinden; çünkü açıktan bunu söyleyemezdi karısına. “Ben de gribim, ama benim hali-mi sormuyor bile!” “Hatta kalbim de çarpıyor. Doktora gidelim bile demiyor!” “Sabah sabah yine o uğursuz hayvanları da gördüm. Bugün mutlaka başıma bir felaket gelir. En kötüsü de kalp krizi geçiririm.”
Doktora gitmek istiyordu ama bunu karısına açmaya cesaret edemiyordu, yine kızardı kendisine karısı. Konuşmaya bir başladı mı, susmaktan başka çare olmadığını bilirdi. Eğer karısına karşı çıkacak olursa birkaç defa olduğu gibi soğuk duş cezasına çarptırılabilirdi. Hatta karanlık oda hapsi bile vardı sırada. Tüm bunlara uğramamak için en iyisi susmaktı. O da öyle yaptı. Boyun kaslarını gerip sustu.
Bir iki öksürdü, bir iki kez yüksek ses çıkararak burnunu boşalttı, mendiline. Ama karısından tık yok. “Varsa yoksa annesi. Gebermedi gitti şu kadın! Hastayım diyor, ama hasta masta değil! Asıl ben hastayım ama benimle ilgilenen yok!”
O ne zaman grip olsa, boğazındaki balgamı çıkarmak için çok fazla öksürmeye başlar, çok öksürünce de ciğerleri acırdı. O bunu hep kalp hastalığı olarak yorar, hiç kimse onu ciddiye almasa da o kendi kendine bir kalp doktoruna görünmeye giderdi. Doğal olarak kalbinde bir şey olmadığı doktor teşhisinden sonra anlaşılırdı. Onun için önemli olan, kalbinde bir şey olmadığını öğrenmiş olmasıydı. Doktor ise, ona grip için bir iki ilaç yazar eve yollardı. Bugün sabah yine içten gelen bir biçimde öksürme vardı. Bu şu demekti: Yine kalp için doktora gidecek, yoğun bakımda bir gün kalacak, bir gün sonra da öksürük ilacı verilerek evine yollayacaktı. Evde bu kez onun kahrını karısı çekecekti; öksürük ilacının birkaç de-fa içince iyileşeceğini sanacak ama hemen iyileşmeyince doktora söylenecek; olmadı, küfredecekti. Bu kez o zamana kadar sabreden karısı devreye girecek; karısı ona kızacak, bağırıp çağıracaktı. Bu da ona yetecekti. Yoksa karısının dırdırından kurtulamayacağını bildiğinden susacaktı.
“Yarın da bayram!” dedi karısı aniden “Kurban bay-ramı! Annemden sonra bir şeyler almak için alışverişe çıkmamız gerek.”
“Öyle!” dedi ardından. Sonra da “felaket!” dedi için-den, “kurban!” dedi, “güvercinler!” dedi yine kaygıyla, sessizce, için için. Korkuyordu, ama karısından daha çok korkuyordu. Göz ucuyla balkona baktı. Bir şey göreme-di. Havaya baktı; hava bulutlanmıştı. Bu sırada bir şey uçtu balkondan, içine bir şüphe düştü yine. Gidip baksa mıydı acaba balkona. Karar veremedi. Bakmak istiyordu, ama ya karısı; görürse yine kızardı. Bakmasa, içi içini yiyecekti. Yine de göz ucuyla baktı; birkaç serçe uçtu. İçi rahatladı. Ama güvercinlerin orada olma ihtimali vardı. Bu aklına gelince içi karardı. Ne yapmalıydı? Bilemedi. Bir süre beklemeye karar verdi. Kalbini dinledi; yine çarpıyordu. Telaşlandı ama ne yapacağına karar vereme-di.
“Yarın bayram!” dedi karısı yeniden.
Karısının çıkışından sonra pek sesini çıkarmamaya çalıştı.
“İyi!”
“Sesin çıkmıyor” dedi karısı.
“Niye çıkmasın ki…” Ardından ürkerek de olsa. Ama aslında aklı güvercinlerdeydi.
“Aciller açık olur, değil mi?” dedi ağzını burarak, boğaz kaslarını ileri doğru iterek. Karısının tepkisini biraz azaltma kaygısı için de, cebinden kağıt mendili çıkardı, gürültüyle burnunu boşalttı.
“Ne acili?” dedi karısı sesini yükselterek.
“Hiç!” dedi. Yine kısık sesle “ölü güvercin” dedi, “rüya”
Sahte bir biçimde hapşırdı ve ardından bir türlü sonu gelmeyen öksürük nöbetlerine tutuldu. Karısı onun bu durumunu sabırla bekledi
“E! Ne demek hiç! Niye ağzının içinde geveleyip duruyorsun!”
“Anneme bir şey olacak olursa...”dedi lafı çevirerek.
“Nereden aklına geldi böyle uğursuz düşünce?”
“Bilmem!” dedi ağız kıvırarak ve boyun kaslarını ileri geri oynatarak, gözlerini kırpıştırarak, “Birden aklıma geldi, Bir nedeni yok!”
“Bir daha iyi şeyler aklına getir! Şom ağızlı seni!” dedi karısı sertçe.
Bir süre bir sessizlik oldu. Sonra karısı:
“Duymadın galiba.” dedi, “yarın bayram.”
“Öyle mi?” dedi karısına. Karısı ona anlamlı anlamlı baktı.
Dini bayramlardan nefret ederdi; bu nedenle onun en çok korktuğu şeylerden biri de, bayram günleri eve birilerinin gelip de onunla bayramlaşmaya kalkmasıydı. Neyse ki kayın valide vardı. Eğer o olmasaydı tüm misafirler kendi evlerine gelebilirlerdi. Kendisi olmasa bile bu kez evdekiler için, özellikle akrabaları bayramlaşmaya gelirlerdi. Onlara da engel olamayacağına göre yapacak bir şey yok, istemeden de olsa bayramlaşırdı. Bayram günü ilk yapılacak olan işi bilirdi: İlk önce kayınvalidenin elinin öpmek için yukarı kata çıkılacaktı.
“Hazır mısın?” dedi karısı yatak odasından.
“Hazırım!” dedi. Ama içinde hep bir huzursuzluk vardı.
Güvercinler balkondalar mı diye balkona biraz yanaşır gibi oldu. Oradalardı mendebur kuşlar yine. Kalbi yine hızlı hızlı çarpmaya başladı.
Bu arada burnu da akmıştı, mendilini cebinden çıkarana kadar hapşırdı.
Karısı kapıda ayakkabılarını giymiş, onu bekliyordu.
Kapıya yaklaştı, kalbi çarpa çarpa ayakkabılarını giydi. İçindeki huzursuzluk daha da arttı. Adeta elleri ayakları titriyordu. Üşüyordu sanki. Bir titreme nöbetine yakalanmış gibiydi.
“Sen basbayağı hastasın!” dedi , “İstersen sen gelme! Yatağa gir. Ben hemen gidip gelirim.”
“Yok!” dedi, çünkü güvercinler balkondaydı.
Kocasının titremesi karısına da geçmişti şimdi, ürpermişti:
“Hayırdır inşallah!” dedi, “Bismillah.” dedi. Arkasından kocasına kızdı, “Uğursuz herif! Beni de kendine benzetti!”
Sonra kocasının ellerini tuttu; buz gibiydi. kendi ellerini yokladı; onlar da buz gibi. İçi bir garip olmuştu. İçin-de bir boşluk hissetti. Bayılacak gibi oldu. Başı dönüyordu sanki. Merdivenin basamağına oturdu. Bir süre orada kaldı. Kocası içerden kolonya getirdi, karısının yüzüne, ellerine sürdü. Bunları yaparken de içindeki karamsarlık ve korku daha da arttı. Hâlâ titriyordu.
Karısı biraz kendine gelir gibi olunca,
“Hadi, hadi! Çıkalım anneme!” dedi.
Kapıyı çekip dışarı çıktılar. Aradan beş dakika geçmişti ki kadının feryadı duyuldu. Çünkü annesi ölmüştü.
YAŞAR YILTAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.